Direnişe Kenar Notları

Ebru Pektaş1 Nisan 2025

Başlarken bir zorluğu ifade etmek gerekir. Takdir edersiniz ki Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla başlayıp büyük bir halk direnişine ve tırmanan devlet şiddetine uzanan olaylar silsilesi, bütünlüklü bir değerlendirme yapmak için oldukça yeni sayılır. Yine de “insanın dünyayı eylem içinde bilmeye” hatta “henüz sezgisel olanı” kavramaya daha yakın olduğunu varsayarak, direnişe dair kenar notlarımızı sıralayalım.

1-Öncelikle tanımlamak gerekir.

19 Mart operasyonları ya da darbesi, AKP rejimi açısından yeni bir eşiğin başlangıcıdır. Bu yeni eşik, özellikle “rıza” kavramıyla ilgilidir. Hakkı Özdal’ın bir yazısında isabetle ifade ettiği gibi “bildiğimiz anlamda ‘rıza’ya dayanmayan ya da o ‘rıza’yı, desteği eskisi kadar aramayan bir rejim olma” yeni eşiğin niteliğidir. (1)

Aslında AKP’nin sihirli değneği her zaman sandık olmuştur. Ne ki yıllar yılı meşruiyetini; liderini ve partisini millete onaylatarak kurmayı politik strateji haline getirmiş, bu uğurda her türlü hileye, kumpasa ve şiddete başvurmuş ama yine de tüm imkanların tükendiği bir yere varmış, oy desteği 2002 yılındakinin altına düşmüş bir partiden söz ediyoruz nihayet.

İktidar için yeni bir yol çizmek, “o kadar da rıza aramadan” yeni bir yol açmak, bu riske girmek bir zorunluluk halini almıştır. Bu cesareti veren şey uluslararası arenadaki yeni Trumpçı dönemdir kuşkusuz. Sadece bizde değil, bu yeni dönem türlü coğrafyalardaki boy boy Reisleri “zorun tahkimi” konusunda muazzam cesaretlendirmektedir.

2- “Oy hakkı için barikata yüklenmek” mi?

Tüm dünyada neoliberal paradigmanın siyasal düsturu “kitleleleri siyasetten menetmek” ise Türkiye, tüm semptomlarıyla bu “çılgın perspektifin” uygulama sahasına dönüştürülmek istenmiştir. Ne ki nafile…Çeyrek yüzyıl sandığı amentü yapanların, işler ters gitmeye başladığında seçimleri -ve seçilmişleri- formaliteye çevirmek istemeleri büyük bir infial yaratmıştır.

Daha geniş bir perspektiften bakıldığında, tarihin ironisi şudur ki demokrasiyi giderek bir lakırdıya dönüştüren neoliberal otoriter rejimler, demokrasi isteyenleri, onun tam da küllerinden ve dumanından doğduğu yere, barikata doğru ittirmektedir.

Bu vesileyle tespit etmek gerekir ki “barikat”, günümüz dünyasının en güçlü politik aracı haline gelmiştir. Bu “barikat”, egemenler nezdinde “meşru” varsayılanın ötesine taşan cüssesiyle, her türlü kitlesel protestoda kendini gösteren meydan gücüdür, sokak gücüdür. Heybetiyle “herhalde yüz yılda bir yaşanır” dedirtecek eylemler, artık on yılda bir, on beş yılda bir yaşanıyorsa, burada başka bir siyaset biçimi öne çıkıyor diyebiliriz. Diğer bir deyişle, hesapta “siyasetten menedilmek istenen kitleler”, başka bir seçeneği (barikatlara yığılmak) geçmiştekinden çok daha kolay biçimde tercih etmektedir.

Şöyle bir düşünürsek, özellikle 2008’den sonra neredeyse kıta kıta dolaşan kitlesel hareketlilikler, “meydan hareketleri”-; Occupy Wall Street(2011), Arap coğrafyasında “baharla” başlayan büyük hareketlenmeler, Türkiye’nin Gezi’si, Yunanistan ve İspanya’yı saran grevler,  pek çok ülkede meydanları dolduran kadın eylemleri, Fransa’da aylar süren Sarı Yelekliler hareketi,  onlarca ABD kentinde sistemi kilitleyen ırkçılık karşıtı protestolar, Sırbistan’da başbakanını koltuğundan eden tren kazası protestoları, en son yine adalet talebiyle hayatı durduran, çatışmaların günlerce sürdüğü Yunanistan…

Tüm bu olaylarda barikat, sözünü çok güçlü biçimde duyurmuştur, başka seçenek kalmamıştır.

3-Hani helalleşip normalleşiyorduk?

Ülkemize dönersek…Yakın zamana kadar resmi çizigisi helalleşme-normalleşme olanların kürsüden adlı adınca “sokağa çıkma” çağrısında bulunmak zorunda kalmaları yine bir barikatın eseridir. İstanbul Üniversitesi’nde “Korkma!” döviziyle polis yığınını yararak yola koyulanlar, onlarca barikatın kurulmasını sağlamıştır. ODTÜ’de, Saraçhane’de, Taksim’de, Bozdoğan’da, İzmir’de, Hatay’da ve daha nice yerde…

Milyonlarca insan “kurtuluş sokakta, sandıkta değil”, “mitinge değil eyleme geldik” “Özgür bizi Taksim’e götür” gibi sloganlar atmışsa, barikat seçeneği sözünü söylemektedir.

4-Barikatın ardında kimler var?

Kıvılcımı çakanlar üniversite öğrencileri oldu malumunuz. Dolayısıyla barikat bir kürsü olduysa ne kahve almaya ne akbile ne internet hakkına yetişebilenin, öğrenci evinde kirayı denkleştirmek için çoğu zaman yatağa aç girenin, okumak için motokuryelik yapanın, barmenlik yapanın ama yine de “özgür emekçi” olmak için üniversiteden sonra iki diplomaya daha koşanın kürsüsü oldu.

Egemenlerin yüreğine korku salan “kitle hayaleti” barikat barikat dolaşırken, MESEM’in çocuk işçilerine, maskelerin ardındaki yüzleri solgun gençlere, aç ve çelimsiz bedenlere, geleceksizleştirilmişlere ne eğitimde ne işte olanlara, yıllardır kafası “din, vatan, millet” diye ütülenmişlere uğradı.

Gururu midesinin gurultusuna yenik düşsün istenenlerin, hakir görülmüşlerin, insan yerine konmamışların, onuru öğütülmek istenenlerin çığlığı yükseldi barikatlardan: “Kork la, biziz halk!”

5-Peki sınıfsal çelişkilere ne oldu?

Aslında tam da yukarıda bahsettiklerimizden dolayı biz sosyalistlere pür anlamda sınıfsal görünen sancı ve çelişkiler, mevcut direnişlerde de görüldüğü üzere kendilerini ille de sınıfsal olarak dolayımlamak, dışa vurmak durumunda değildirler. Hak, hukuk, adalet sloganına bir de bu kaideden bakılmalıdır.

Buradan teoriye zeval gelmez ama kendini çıplak çelişkilerden ele vermeyen bu yükselişin, sınıfın öz örgütleriyle, emeğin gücüyle buluşturulamamış olması tüm sosyalistleri misyon muhasebesine sevk etmelidir.

“Biz hep sınıf” dedik diyerek, söylem gerillalığına soyunan kimileri ise başka şeyleri de sorgulamak durumundadır. Zira örneğin Meclis’in varlığını, -hatta Meclis’teki sosyalist vekillerin varlığını- ve hak-hukuk alanlarını bir mücadele başlığı olarak görmektense “radikalizm” pozlarıyla reddetmeyi devrimcilik sayanların, bugünlerin ışığından durumlarını güncellemeleri faydalı olacaktır.

6-Direniş atmosferindeki beş benzemez siyasal eğilimler esasta ikili bir karakter sergilemektedir.

Barikatın ardında kimler var diye düşündüğümüzde, elbette halk vardır; beş benzemez siyasal eğilimlerle tek bir şeye, “hak, hukuk, adalet” talebine odaklanmış halk. Hareket ettikçe, her akşam meydanları doldurdukça gücünü gören, görkemli varlığıyla halk…

Direniş atmosferinin bir yanı -özellikle üniversiteli gençler ve kadınlar- Gezi direnişindeki politik atmosferle süreklilik gösteriyor. Burada adalet özlemi yurttaşlık temeliyle; eşitlik, laiklik, özgürlük fikriyle buluşuyor. Türk bayrağı ve Atatürk posteri taşıyan ama klasik CHP seçmeni profiline asla sığmayan, Erdal Erzincan türküleri ya da Melike Demirağ şiirleri dinleyip eve gitmeye razı gelmeyen bir kitlesellik görüyoruz. Bu anlamda daha radikal seçeneklere, sosyalizme, devrimci siyasal mücadeleye davet edilebilecek, buralara açık bir yüzden de bahsedebiliriz.

Direniş atmosferinin diğer yanında ırkçılık, göçmen düşmanlığı, Kürt düşmanlığı, kadın düşmanlığı barındıran, son derece eklektik bir yığın bulunuyor. “Kendi kaderini ellerine alma iradesi çalınmış ülke insanına aşağıdakini, savunmasız olanı ezme çağrısı yapan, ona ‘ırkıyla’, etnik kimliğiyle –ve erkekliğiyle[i]– böbürlenmekten başka bir ufuk sunmayan güya AKP/Erdoğan karşıtlığı kılıfındaki ırkçı-milliyetçilik” rengini epey ciddi biçimde göstermektedir. (2)

Bu kanal oldukça tehlikelidir ve günü geldiğinde sokağın gücünü kullanarak faşizan bir misyon üstenmeye açık olduğunu belli etmektedir. Öyle anlaşılıyor ki bugün pogroma, ırkçı, faşist kışkırtmaya açık bir toplumsallık örneğin 10-15 yıl öncekine göre çok daha diridir. Çok değil bir yıl önceki Kayseri olayları hatırlanmalıdır.

Zafer Partisi’nin siyasal varlığını aşan, “çevirimiçi faşizmle”, alt kültür gruplarıyla var olan, parti ve ideoloji bilmese de lider kültüne teşne; kirli mizahtan, cinsiyetçi küfürden hoşlanan, kolektif olma becerisinden yoksun, politik lügatını erkeklik talimleriyle, narsisistik boşalma vaatleriyle kuran, harbiliğe ve hınca kesmiş bir “yığınsallık” gündemdedir burada.

Türkiye devrimici hareketi, bu sorun yokmuş gibi yoluna devam edemez.

7-Direnişin ikili karakteri yan yana ya da iç içe haldedir.

Bu kısa mesafe hem çok ciddi bir risktir hem de olanak. Çok ciddi risktir, zira solun alanında olduğunu varsaydığımız Gezi direnişi ile sürekliliklerini gördüğümüz nosyonlar, motifler, söylemler, mevziler, durumlar tarafımıza kazanılmazsa, metamorfoza uğrayacak; yılgınlığın yeni kaynakları haline gelecek, başka koşullarda sağın, sinik ve faşizan kaynaklarına dönüşecektir.

Bu kısa mesafe elbette çok ciddi olanaktır, zira başka koşullarda yan yana düşme imkânımız olamayacak geniş bir toplumsallık, tüm eklektikliği, tutarsızlığı, yönsüzlüğü ve hatta radikalizm hevesi ile bir adım ötemizdedir.

Bu nedenle sosyalistlerin alanlara, meydanlara ağırlık vermesi tarihsel bir sorumluluktur. Etkili araçlarla ideolojik mücadele hiç olmadığı kadar önemlidir.

Elbette burada hak, hukuk, adalet gibi somut dolayımlarıyla kitlelerin özlemlerinin sahiplenilmesi yetmez daha ilerisinin işaret edilmesi gerekir. Türkiye kapitalizminin, beşli çete gibi sermaye sınıfı unsurlarıyla özel olarak teşhiri, Rejimin “hak, hukuk, adalet yıkımının” ötesinde sınıfsal karakterinin sergilenmesi ve “bu pisliği devrim temizler” diyen bir radikalizm daveti, refleks haline gelmelidir.

Daha da ötesi vardır…Sosyalizm yetmez, feminizm de gereklidir! Zira direniş atmosferini kimi zaman yatay kesen cinsiyetçilik, homofobi gibi ideolojik motifler, eril dil ve küfür kullanımı “şimdi sırası mı?” denilemeyecek kadar önemli bir sorun alanı olmuştur. Sağcı, ırkçı, göçmen düşmanı, Kürt düşmanı ideolojiler cinsiyetçi bir dil olmadan konuşamaz. Bu nedenle öfke olunca, kendinden aşağı gördüğüne yönelen hınç olunca kadınlar ve LGBTİ+’lar en gözde unsurlar haline gelmektedir. Kadın bedeninin şeyleştirilmesi, yağma ve tecavüz zihniyetinin siyasi lügata dönüştürülmesi, cinsiyetçi küfür olmadan konuşamaz hale gelinmesi vahimdir…

8-Yukarıdaki notlara ek olarak, devlet şiddetinden, mevcut direnişlerdeki “zorun tahkiminden” de bahsetmek gerekir.

Yazının başında “eskisi kadar rıza aramayan bir rejimden” bahsetmiştik. Zira yeni Trump’çı dönemde, meşruluğun az çok önemli olduğu bir uluslarası toplumun tümden buharlaşmış olması, baskıda sınır tanımamanın temel bağlamıdır demiştik.

Bu durumu AKP, “zor dozunu artırarak” içeriyi dizayn etmek için bir fırsat olarak kullanmaya devam edecektir. Örgütlü yapılara gözaltı ve tutuklamalar dalgası bunun açık göstergesidir. Kadınlara uygulanan özel şiddet, açıkça işkencenin gündeme gelmesi, gücünü “vicdan artık” denilen yerde kurmak isteyen bir iktidarın işaretidir.

9- Yenilmeyen faşizm yoktur!

Kuşkusuz yenilmeyen faşizm yoktur. Ne var ki faşizm ne kendiliğinden yenilecektir ne de yenilmese bile “biraz daha makul sınırlara” razı olacaktır.

Dolayısıyla önümüzdeki sorun, 19 Mart’ta göze alınan riskin; seçimleri tümüyle formaliteye çevirme, buradan kurulan “rızayı” askıya alma, milyonlarca insanı “en asgari siyasi katılımdan bile menetme” girişiminin, tartışmasız biçimde yenilgiye uğratılması gerekliliğidir. Yaklaşık 11 gün süren, milyonlarca insanın katıldığı muazzam direniş, anlamlı bir finale bağlanmamıştır. Biraz daha makul sınırlara çekilmesi beklenen her şey, yavaş ya da hızlı ama bir şekilde misliyle saldırılarına devam edecektir.

Ayrım noktası bu kadar açıksa, tarih bir kez daha örgütlülüğü, sosyalizm saflarını sıklaştırmayı, işçi sınıfının biricik öncülüğünü işaret etmektedir.

1. https://www.evrensel.net/yazi/96537/yeni-turkiye-yok-iki-turkiye-var
2. https://www.ayrim.org/guncel/hareketle-belirginlesen-hakikatler-mart-2025-ne-anlatiyor/