Direnenler İçin Örgüt(lenme) Rehberi: 5N1K

Merve Turgan20 Nisan 2025

Bugüne yirmi yılın muhasebesiyle baktığımızda hanemize çok fazla kaybın ve yenilginin yazıldığını görüyoruz. Hepimizin malumu olan, işlenen suçların tek tek hesabını sorma görevi güncelliğini koruyor. Halkın adalet terazisi kurulana kadar da koruyacak gibi görünüyor. Dolayısıyla şimdilik hesap defterinin sayfalarında kaybolmadan, bu görevi hatırımızda tutarak bugüne bakmaya devam edelim.

Kârdan Zarar, Zarardan Kâr

Son yirmi yılda kazanılmış haklarımızı, kamu kurumlarını, bağımsız yargıyı, onurlu hâkim ve savcıları, hukuka olan güvenimizi, iyi bir geleceğe inancımızı büyük oranda kaybettik. Özellikle her birine kadersel anlamlar yüklenen -bir bakıma öyle de olan- seçimler gibi uğrak noktalarında muhalefet ve sol sık sık Saray’ın gadrine uğradı. Hasmımız bu gibi uğraklarda şu veya bu yolla pek çok zafer elde etti. Ancak toplumsal muhalefeti hiçbir zaman ezemedi, yenemedi. Zaferlerinin de aynı seçimler gibi uğraklar olduğunu söylemek gerekiyor. Kendi de farkında olacak ki nihai zaferi için düşmeyen iki kalenin fethine yıllarca uğraştı. Kolluk, yasama, yürütme, yargı organları, bürokrasi, anayasa ve hukuk kurumları, medya ve kitle iletişim araçları; yani devletin bütün imkanları elinde olduğu halde elinin erişemediği bu iki kaleyi yıkamadı.

1) Gençlik. Onca yıl yatırım yaptığı kindar dindar nesil yetiştirme çabaları hüsranla sonuçlandı, öğretmenine, komşusuna, arkadaşına nefret duyan; kendisine tabi, biat eden bir gençlik yaratamadı. İktidarını mutlaklaştırabilmek için kültürel iktidarı da almak zorundaydı. Kendi deyimiyle ‘kültürel iktidar sıkıntılarını’ çözmeye muhtaç; emir erlerine, trollerine bu alana açıkça hücum talimatı verdi. İstediği sonucu alamayınca yaşam tarzına, özgürlüklere, kadınlara, gençlere, sanatçılara nihayetinde demokrasiye var gücüyle saldırdı. Ele geçirmeyi hayati gördüğü ikinci kaleyi de alamadı.

2) Hak ve özgürlükler etrafında yerleşmiş ortak kültür ve demokrasi anlayışı. Türkiye’nin demokrasi tarihi, Cumhuriyetin kuruluşundan çok öncesine, toplumsal sözleşmelerin ve kolektif iradenin izlerine uzanır. Bu topraklarda, askeri darbeler dahi seçimsiz bir iktidar dönemini kalıcı kılmayı başaramadı. Toplumun ezici çoğunluğu için seçim, yalnızca bir prosedür değil, vazgeçilmez bir hak; özgürlüklerin ve ortak geleceğin teminatı olma özelliğini korudu. Yüzde elliden fazla oy almak ne mutlak bir dizayn gücü ne de toplumsal dokuyu tek taraflı yeniden şekillendirme imkânı sundu. Siyasi iktidar, ülkenin maddi koşullarından, tarihsel birikiminden ve toplumsal kırmızı çizgilerden bağımsız bir alan yaratamaz, hegemonya kuramaz, kuramadı da.

Ne var ki halkın örgütlenme refleksini kırmaya dönük çabaları sonuçsuz kalmadı. Sendikal örgütlenmeden, siyasi parti üyeliğine, oradan sivil topluma varana kadar, sınıfı, olabileceği en dağınık ve örgütsüz haline getirmek konusunda başarılı oldu. Devraldığı siyasi miras ve 90’lardan çıkmış bir Türkiye toplumsallığı bu konuda başarılı olması için elverişli bir zemin de sundu. Ancak altını çizmekte fayda var: Toplumsal muhalefetin öznelerini atomize edip yalnızlaştırmakta bu kadar yetkin olmasına rağmen; örgütlü gücü, itiraz gücüne oranla çok güdük kalan bir halkın direnme iradesini yok edemedi.  En örgütsüz haliyle dahi direnişiyle tarihi kırılmalara yol açan bir halkın örgütlü bir güç haline geldiğinde başarabileceklerini tahayyül etmek zor değil. Tabii bunun için onurlu bir direnişten ve kaybetmemekten fazlasını, mecburi istikametin önündeki engelleri kaldırmanın imkanlarını konuşmak gerek. Öyleyse mutlaka örgütlenme meselesine yakından bakmalı.

5N1K

Örgüt: Ne ola?

Kısa yoldan, kaba tanımlar yapmanın ve yanıltıcı sonuçlara varmanın en olası olduğu konu olabilir örgüt. Bu riski göz önünde bulundurmakla birlikte, söylemezsek baştan hatalı olacağımız birkaç noktanın altını çizelim. Bir yapı olarak örgüt, durağan bir şey olmadığı gibi olmuş bitmiş ya da tamamlanmış da değildir. Örgüt, siyaseti kitlelere, kitleleri siyasete taşımanın vasıtası olarak işlevlenir. Yani toplumsal olanla, hareketle, günün politik ihtiyaçlarıyla hemhal olduğu ölçüde; anın ihtiyaçlarına göre kendini güncelleyip hareket edebildiği kadar gerçekliğe ve canlılığa sahip olur.[1] Olmalıdır.

Bu durumda sosyalistlerin kaçınması gereken iki şey vardır: Biri, örgüte bakıp “İşte oldu!” demektir. Bunun gerçekleşmesi hem tarif ettiğimiz örgüt perspektifinde mümkün değildir hem de bu türden bir yaklaşım, örgütü eğilmez bükülmez, kaskatı, nihayetinde hantal bir yapı olmaya mahkûm eder. Karşı rüzgâra direnemeyecek, devrimci dalgayı taşıyamayacak kadar kırılgan ve zayıf bir ‘örgüt’ kalır geriye. İkinci olarak sosyalistlerin teoride değil ama zaman zaman pratikte örgütü siyasetten ayrı tutmaya meyletmesidir. Bu pratiğin kasıtla olmadığı aşikâr ancak olası kast ihtimalini bertaraf etmek de yine sosyalistlere düşüyor. Örgüt, salt görevlerle bezenmiş işleyen bir mekanizma olarak konumlanırsa canlılığını, bir bütünün anlamlı ve işlevli parçası olma özelliğini yitirir.  Giderek toplumsal hareketlilikten, insan nüvesinden, hedeflerinden, güncellikten koparak tarih dışı kalır. Bugünün işleyen örgütü, her an içinde bulunduğu toplumsallıkla ilişkide, etkileşimde olmak; siyasetin işaret ettiği yere yüzünü dönmek ve kendi tıkanıklıklarını siyasetle aşmak zorundadır.

 Nasıl örgütlenmeli?

Temsil edilmeyi reddedip müdahil olarak. Kendimizi, temsil olunmanın var olmakla eşitlendiğine ikna etmeden, sözcülükle özneliği birbirine karıştırmadan, biricikliğimize saplanıp kalmadan, varlık göstermenin sancısını göze alarak örgütlenmeli.

Dahil olmak için tercihte bulunmak, karar almak ve hareket etmek yani özne olmak zorundayız. Peki nasıl özne olunur? ‘Ne’ olduğumuzu ya da olmadığımızı, tabiri caizse safımızı ilan ederek sihirli bir şekilde özne olunamayacağı açık. Bilakis bütün bu süreçlerden azade, yalıtık bir nelik ya da kimlikten söz edemeyiz. Özne olmak yaygın kullanımının aksine bir temsiliyet meselesi değildir. Şüphesiz temsilleri barındırır ancak bu bir soyutlama konusudur. Burada bireysel düzlemi de dahil ederek siyasi özne olmanın çerçevesini çizmeye çalışalım: Aynı anda (i) temsil edilen ya da olunanı içermek, (ii) içinde bulunduğu zaman ve uzamın bütünlüğünde yaşamak, (iii) ‘nesne’ ile etkileşim içinde olduğunu bilincine çıkarmak, (iv) her bir maddeyi birbiriyle ilişkili bir süreç olarak ele almak, (v) bütün bu sürecin, yani ilişkinin sorumluluğunu üstlenmek özne olmanın asgari koşullarıdır desek bilmem yanılmış olur muyuz? Çerçevesini çizdiğimiz haliyle özne olmak uzay boşluğunda bir yerlerde varlık göstermekle gerçekleşmiyor, o varlığın bütünün içinde bir kuvvet olması gerekiyor. Bir önceki başlıkla birlikte düşünürsek siyasi özne toplumsal hareketliliğin içinde, kitleyle birlikte, siyaseti taşıyan, yapan, değiştiren olmalıdır.

Nerede örgütlenmeli?

Varlık gösterdiğimiz her yerde. Varlığımızı ‘tanınma’ ilişkisi üzerinden kurduğumuz, yerimizi işaretlemenin, rezerve etmenin garantisini bulduğumuz yerde değil; nesnelliğin, sınıfsallığın bizi konumladığı ve koşullara göre konumlanan yerde örgütlenmeli.

“Örgüt nerede ihtiyaç” bir soru, “nerede örgütlenmeliyiz” başka bir soru. Basit düşünelim. İnsana ihtiyaç olan her yerde örgüte ihtiyaç vardır, bu dolayımla insanın olduğu her yerde en küçük birimlerden başlayarak ve üretim ilişkilerine göre biçim değiştirerek bir organizasyona yani örgüte ihtiyaç duyulmuştur. Klan, kabile, aile, topluluk, toplum döneminin ihtiyaçları ve üretim biçimleri ile yapılanmış örgütler. Peki bu kadar gelişkin bir biçimde organize olmuş günümüz kapitalist toplumlarında örgüt nerede ihtiyaç teşkil ediyor? Cevabı soruda saklı: Sınıflı toplumun olduğu her yerde örgüte, örgütlenmeye ihtiyaç var ve olacak. Sermaye sahibi azınlığın milyonlarca emekçinin karşısında en gelişkin teknoloji ile organize olup, örgütlenip çıkarlarını koruduğu bir toplumsal ve ekonomik düzende yığınların, milyonların tartışmasız en büyük gücü bir araya gelmesidir.  Buradan bağımsız olmayan “nerede örgütlenmeliyiz” sorusunu ise “olduğun yerde örgütlen, örgütlendiğin yerde ol” diye yanıtlamak gerekiyor. Somutlamak gerekirse mahallemizde, okullarımızda, meslek örgütlerinde, sendikalarda öz örgütlenmelere ihtiyacımız var. Bu örgütlü varlık, kaderini ellerine alan işçi sınıfının partisinde, programında siyasi özne olmayı koşullar. Yani bulunduğumuz her yerde örgütlenmek, tam oradan siyasetle, araçla, örgütle, partiyle buluştuğunda sınıfın iradesini kurar. Uzaklara gitmeye gerek yok, ayağımızın toprağa değdiği yerde örgütlenebiliriz.

Ne zaman örgütlenmeli? 

Bugün, şimdi, şu anda. Zaman işçi sınıfının en az sahip olduğu şey. Dolayısıyla, aciliyete vurgu yapan bir örgütlenme çağrısı sayılabilir bu. Rüzgârı arkamıza alamadığımızda, tersi yönde şiddetle esiyorken de kararlılıkla örgütlenmeli.

Halihazırda örgütlü olanlar zaten örgütlü olmanın rahatlığını bir an bile taşımasın. Bugün örgütlenmek gerekliliği kadar bugüne ait olana örgütlenmek de bir o kadar hayati. Burada iki önemli husus gündeme geliyor. Biri, bir siyasi partide örgütlenmenin bir kere orada olunca kendiliğinden süren bir eylem olmadığını hatırlamak. Yani üye olmakla, örgütlenmenin ayrımını yapmak. Bu ayrım, örgütlü solcular için ancak kendini her gün yeniden örgütlemekle koyulur. Birilerini örgütleyen, olduğu yere çağıran bir sosyalist o çağrının kendisiyle değişmiyor, yeniden örgütlenmiyorsa ya siyasette ya o partide ya o kişide -muhtemelen hepsinde birden- çözülmeyi bekleyen sorunlar var demektir. İkincisi, tecrübeyi her zaman her durumda yol gösterici olarak tek boyutlu ele almamak. Tarihle ve kişisel/örgütsel geçmişimizle bağ kurmamızı sağlayan ve birçok durumda yol gösterici olan tecrübenin bugünü anlamak bakımından hayati riskler barındırdığını unutmamak. Tecrübeye haddinden fazla tutunmak, insanı geçmişte tutup bugünün imkanlarını görmesini engelleyebilir. Bugünün deneyimlerine ayak bağı olabilir. Örgütler böyle kitlenin gerisinde kalır. Her kuşak, her dönem kendi tecrübesini yaşamalıdır. Bugünün tecrübesine ne kadar açıksa, o kadar ana ait, o güne uygun örgüt olabilir. Özcesi, bugün örgütlenmeli ve bugüne örgütlemeliyiz.

Ne için örgütlenmeli?

Kazanmak için. Öyle solcu olmanın bir farzını yerine getirir gibi değil. Attığımız her adımı sınıfın çıkarına uygunluk süzgecinden geçirme düsturunu edinmek için. Mahalleden arkadaşlarla bir grup olup, aynı mahallenin yan sokak sakinleriyle yenişmek için değil; mahalleliyi toplayıp şehrin kabadayısını alt etmek için örgütlenmeli.

Haksızlığa, yolsuzluğa, isyan ettiğimiz ne varsa karşısına topyekûn çıkmak; karanlığı dağıtmak, saltanatı yıkmak, özgür bir geleceği inşa etmek için kolektifin aklına, fikrine, gücüne mecbur olduğumuz için örgütlenmeli. Dahası yazılır ancak her birimiz kendi ‘için’lerini de kattığında bir sıralı liste olmaktan çıkar ve somut kazanım hedeflerine dönüşür. Yukarıda örgütlenmenin nasılını konuşurken özne olmanın üstünde epeyce durduk. Birlikte düşünüp sadeleştirecek olursak kazanmak için dahil olmak, dahil olmak için özne olmak, özne olmak için örgütlenmek gerekiyor. Yeteri kadar sadeleştirelim: Kazanmak için örgütlenmek gerekiyor.

Kim(le) örgütlenmeli? 

Hepimiz. Bize benzeyenlerle. Yaşam tarzı olarak benzeştiğimiz, aklımıza ilk o geldiği, içimize en çok o sindiği için değil; en uzakta görünen, yan yana gelemediğimiz ama ezilmişliğiyle, derdiyle tasasıyla benzeyenlerle örgütlenmeli.

Ancak bu çok geniş kapsamlı başlığı gündemle daraltacak, sokaktaki gençlik dinamiğine odaklanarak ele alacağım.

Üniversite gençliği: 19 Mart’ta Beyazıt’ta yıkılan ilk barikat ODTÜ’den Hacettepe’den onlarca üniversiteden binlerce gencin omuz vermesiyle dalga dalga yayılan bir direnişe dönüştü. Adını koyduk: Korku duvarı aşıldı. Gerçekten de sadece sıra arkadaşlarına değil, gencine, yaşlısına, sessiz ve bıkkın muhaliflere büyük bir cesaret taşıdılar. Muhalefet biziz diyen siyasilere nasıl direnileceğini gösterdiler; vasata tabi olmak yerine, yolu açıp harekete geçirdiler. Burada en az korku duvarının aşılmasını sağlamak kadar büyük ve önemli bir şey daha başardıklarını görmek gerekiyor: Korkmasa da çaresiz hissettiği, inanmadığı için susan yığınlara, “ister umutsuz ister korku dolu olun, bir arada çok güçlüyüz” diyerek, kendi geleceğinden vazgeçme lüksünün olmadığını hatırlattı.

Liseliler: “Öğrenci, öğretmen, veli birlikte örgütlenmeli!” Lise yıllarımda öğretmenlerimizin tarif ettiği bir ihtiyaçtı bu. Üstünden onca yıl geçti ama bu ihtiyacın aciliyeti hiç geçmedi. Bugün proje okul denen garabet, öğretmenleri amaçsızca sürgün etmiyor, zaten ilk kez bugün de etmiyor. Sendikalı olanları cezalandırmanın ötesinde anlam ve amaçlar taşıyor. Öğrenci-öğretmen ilişkisini süreksiz kılarak insani bağları koparmak, hafızasızlaştırmak üzere yapılmış bir hamle bu. Ne kadar yönsüzleştirir, köksüzleştirirsek o kadar kendimize tabi kılarız diye gördükleri liseliler tarihe not düşecek bir cesaretle, hiç tereddütsüz günlerdir öğretmenlerini savunuyor.  İçeride sıra arkadaşlarını, öğretmenlerini; dışarıda mezunları, velileri tarihsel sorumluluğuna davet ediyor: Birbirimizi savunacak, teslim olmayacak, geleceği birlikte kuracağız. Kulağımızı bu sese vermeliyiz.

Öfkeli kalabalık: Alternatif sağın düşünsel temsilini gördüğümüz, ekseriyetle genç erkeklerden oluşan, günün sonunda eve gitmek istemeyip fiziksel bir kavgayı bekleyen, artık elle tutulur hale gelen öfkesinin muhatabını bulduğunu düşünmek isteyen, gençliğin bir diğer yüzü var. Bu kısma biraz daha fazla odaklanma eğilimindeyim. İçlerinde bozkurt işaretiyle, Mustafa Kemal’in askerleriyiz sloganlarıyla kimliğinin sınırlarını çizmeye çalışanlar, bütün itilmiş ve ezilmişliğiyle akranlarına, kadınlara, uzun boylulara, zenginlere kızgın olanlar… İnatla değil, zaten kaybetmiş olma hissiyle, intikamcı duygularla orada olan gençler. Evet muktedire direnme kodlarının dışında, aşina olmadığımız, direnişe eklektik bir gençlik dinamiği var. Solcularda da mahalle düsturu, davranış kodları ve ezberleri var. Bu ezber, sol pratik ya da söylemlerin dışında olan herkesi, hele bir de ırkçı, cinsiyetçi söylemleri varsa ‘mahalle içi-dışı’ bir ikilik üzerinden kategorize ediyor. Bu haliyle ‘mahalle’nin dışındadır bu arkadaşlar elbette. Ancak gençliğin geriye kalanından farklı olmayacak şekilde gelecek kaygısı, yalnızlık, güvensizlik, yoksulluk ve belirsizliklerle dolu bir yaşama razı gelmeyen; muhalif, isyan eden, arayışta olan bu genç toplamın çelişkilerini görmemek de bir o kadar ‘mahalleli’ arkadaşlarımızın sorunudur. Burada son derece tutarsız, yanlış, çelişik bir zihin örüntüsü olduğuna dair tespit sabittir. Fakat, eğer aradaki ilişki uzlaşmaz çelişkiye dayanmıyorsa, çözülmeyi bekleyen çelişkiler ve doldurulması gereken boşluklar sınıfın başkaca görünümlerindeki çelişkilerinden pek de farklı değildir. İdeolojiyle çevrelenmiş zihinleriyle, adresini bulamayan büyük bir öfkenin sahibi bu gençlerin bir itirazı var. Umulmadık bir şekilde birbirimizin omuz başında meydanları tutuyoruz. Bunu gerçek bir konuşma, tartışma düzlemi olarak görmek gerekiyor. Tutumu mahkûm ederken büsbütün bu insanların varlığıyla kavga etmek belki de çok az yakalanacak bir diyalog ve örgütlenme fırsatını tepmek olacaktır. Belki mahalle tanımının güncellenmeye hatta tedavülden kalkmaya ihtiyacı vardır.

Toparlama

Uzunca yazdık, kısaca toparlamaya çalışalım. Yirmi yılı enine boyuna değerlendiriyor, yorumluyoruz sık sık. Yuvarlamadan söylersek yirmi iki buçuk yıl tarihin bir kesiti için kısa ama bugün lise ve üniversite sıralarında özgürlüğü için mücadele eden gençlerin büyük bir kısmının ömürlerinden daha uzun. Hayatta olan herkesin ya çocukluğunu ya gençliğini ya ömrünün en verimli çağlarını ya da dinlenip huzur bulacağı yılları zehreden bir kara düzen. Yaklaşık on yıldır iktidarın zayıfladığını, son beş yıldır artık yenileceğini, “bu sefer kaybedeceğini”, sonunun geldiğini söylüyoruz. Ancak her hamlesinde, her saldırısında, her yenilmeyişinde hayal kırıklığına uğruyor, umutsuzlaşıyoruz. Bu hisler olağanlığı, bu değerlendirmeleri yanlış kılmıyor. Saray Rejimi yeniliyor, kaybediyor, son demlerini yaşıyor doğru; daha şiddetle saldırması da bu yüzden. Bu bir çözülme süreci. Bu aynı zamanda Erdoğan sonrası Türkiye’nin kuruluş süreci. Sosyalistlerin çözülmenin çatlaklarını kendi kuruculuğuyla doldurması gerekiyor. Kuruculuğu sadece bir partinin kuruluşu, kurumsallığının inşası, öncülüğün ele alınışı olarak görmemek lazım. Yıkılmak ve kurulmak aynı anda diğeri hâlâ oradayken gerçekleşir. Dolayısıyla yenilmenin ya da kazanmanın bir an değil süreç olduğu gerçeğine bütün bir halkı örgütlemek ve kuruculuğu üstlenmesini sağlamak gerekir. Bu bütünlük bizi en karanlık anlarda, kaybettiğimizi düşündüğümüzde tarihin gerçeğine döndürecektir.

Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele.

Bu ülkeyi, halkın karşısına altın varaklı tahtını, yoksulun karşısına şatafatı, memleket pahasına kendi varlığının teminatını koyan bir azgın azınlık kuşattı.  Romantize etmeyelim ama bir gerçeği apaçık söylemekten geri durmayalım: Bu kuşatmada biz esir düştük. Ama teslim olmadık. Şimdi artık bütün mesele kazanmakta, bizim olanı geri almakta. Azimle, inatla, kavgayla.

[1] Doğan Ergün, “Bir Yelken Problemi: Örgütün Rüzgarı, Rüzgarın Örgütü”, Ayrım, 4 Haziran 2024.
Ergün, D., (2024). Bir Yelken Problemi: Örgütün Rüzgarı, Rüzgarın Örgütü. Ayrım, 4 Haziran 2024