Bizim memlekette birinin aynı anda, toplumun birçok kesimi tarafından sevilmesine nadiren rastlarız. Siyasal kutuplaşmalarla örülü toplumsal yapımızda, birinin “ak” dediğine ötekinin “kara” demesi neredeyse refleks haline geldi çünkü. Bu, sadece politik düzlemle sınırlı değil; toplumsal karakterimizin, kültürel kodlarımızın bir parçası da artık böyle. Memleketin solcuları için ise bu durum başka bir boyut taşıyor: Diyalektik düşüncenin mirası olarak, eleştirellik bizim için yalnızca bir tercih değil, bir mecburiyet. Dolayısıyla kolektif bir sevgi ya da beğeni bizim cenahta izine az rastlanan bir şey.
19 Mart’ta başlayan usulsüz, hukuksuz süreçte İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Mahir Polat da tutuklananlar arasındaydı. Ciddi sağlık sorunlarına sahip olması nedeniyle hem sokaklarda hem de sosyal medyada bir dayanışma başladı Mahir Polat’ı kurtarabilmek için. Mahir Polat’ın ağır sağlık sorunlarına rağmen cezaevinde tutulması, birçok kişide benzer bir duygusal tepkiye yol açtı. Öyle ki, bugüne kadar politik tek bir paylaşımını bile görmediğim insanlarla, yıllardır örgütlü mücadele veren arkadaşlarım hemfikirdi: Mahir Polat’ı kurtarmalıydık. Defalarca anjiyo oldu, adli tıpa gitti geldi, hastalandı ve haftalar sonra cezası ev hapsine çevrildi. Çıkışta oğluyla sarılmasını gördüğümde ve yaptığı konuşmayı dinlediğimde şu geçti aklımdan, kalbimden: Biz bu adamı neden bu kadar çok sevdik?
Elbette bunun birinci ve ilk akla gelen yanıtı Mahir Polat’ın memleket için yaptıkları olabilir, doğrudur da. Gerçekten bu yurt için çalışmış, emek vermiş, buraya kök salmış insanların hali tavrı var çünkü üzerinde. Ama benim birinci yanıtım bu değil. Bence biz Mahir Polat’ı bize çok benzediği için sevdik. Hemen mahallemizde gördüğümüz, görebileceğimiz biri olduğu için. Eğitimin henüz bu kadar özelleşmediği yıllarda, hepimizin ilkokulda sınıfta arkadaş olduğu biri olduğu için, bazen aynada gördüğümüz yansımamıza benzediği için, kalabalık bir işçi ailesinde, yokluğun ne olduğunu görerek büyüdüğü için. Bu sistemin zorlukları ile çarpıştığı ve öğütülmediği için; çarkın bir dişlisi olmadığı için sevdik, seviyoruz onu. Burada bir yoksulluk güzellemesi ya da tırnak içinde belirterek söylüyorum ki fakir edebiyatı yapmıyorum, tam aksine daha derin daha sınıfsal bir aidiyetten; sınıfsal bir karşılaşmadan bahsediyorum.
Aynı sınıftan olanlar birbirini hemen tanır, yan yana gelir. Tıpkı Ali Koç’un annesi Çiğdem Simavi’nin koşarak Espressolab’a gitmesi gibi, biz de sınıfdaşımızı kullandığı bir kelimeden, dinlediği bir türküden tanırız bazen, yan yana geliriz. Mahir Polat’ın cezaevi çıkışında da söylediği gibi: “Ben yoksul bir ailenin kentin varoşunda büyümüş bir evladıyım. Her zaman kendi yoksulluğumu ve erişemediklerime şu an birilerinin erişemediğini bilerek çalıştık. Biz bu ülkeye güzel şeyler kazandırmaya çalışan, bu ülkenin gariban çocuklarıyız. Biz Anadolu çocuklarıyız.”
Yaptığı konuşmasından da görüleceği gibi, halkın içinden gelip halkın üzerinde, kibirle konuşan biri değil Mahir Polat, aksine bizlerle, kalabalık halk yığınları ile yürüyenlerden biri. Dolayısıyla da temsil ettiği şey sınıfsal bir yansıma taşıyor. Tam da bu nedenle onun için verilen mücadele, yalnızca bireysel bir özgürlük talebi değil, kolektif bir sınıf hafızasının da korunması anlamına geliyor.
Bir yanıyla bize önemli bir gerçekliği daha gösteriyor aslında Mahir Polat örneği: Bizim gibilerin, yıllarca ötekileştirilen, devlet kadrolarından dışlanan, işsiz bırakılan, fişlenen, sömürülenlerin bu memleket için neler yapabileceğinin temsili. Kendisinin de sözleriyle, bu memleketin gerçekten sadece kendi çocukları ile şifa bulabileceğinin çok güzel bir örneği Mahir Polat. Bu nedenle burada sahip çıkılan sadece kendisi değil; geleceğimiz, hayallerimiz, sınıfımızın yapabileceklerinin bu memlekete nasıl iyi geleceğinin görünür olması aslında. Eşitlikçi, halkçı, sömürüsüz, adil bir sisteme duyduğumuz özlem; bu politik hattın çıkışı gösterdiğini, sınıfımızın bu ülkeye kök saldığında nasıl yeşereceğini izlememizin bir fırsatı.
Özellikle geride bıraktığımız son 23 sene, rantın, hırsızlığın, yalanın, arsızlığın arşa değdiği yıllar oldu maalesef. Yoksulluk nedeniyle eğitimini yarım bırakan, açlıktan okulda başı ağrıyan, iş bulamadığı için canına kıyan arkadaşlarımız, kardeşlerimiz oldu. Çöpten topladıkları ile karnını doyurmaya çalışan yaşlı yurttaşları gördük, 75 yaşında iş cinayetinde ölenlere, ihmallerle öldürülen çocuklara, cezasızlık ile bezedikleri sistemleri ile katlettikleri binlerce kadına tanık olduk. Ve bir tarafta bunlar yaşanırken, diğer tarafta hayatımızın tam karşısında hayalleri ve hayatları bizlerle hiç kesişmeyen, yaşantımızın herhangi bir köşesine değmeyi asla başaramamış insanların yükselişini izlemek düştü payımıza. “Bizden biri” gibi konuşan ama o deneyimden hiç geçmemiş, mevcut hegemonik kurguyu taşımaya devam eden, toplumun büyük bir kesiminin yabancısı olduğu sınıfsal ayrıcalıkların içinde yer alan, sınıf farklarını silikleştiren politik figürlere bugünümüzü ve yarınımızı teslim etmemiz beklendi. Kasıtlı bir tercihle bize “kim” olduğumuz sürekli unutturulmaya çalışıldı. Sınıfsal farkları silikleştiren temsillere boğulduk, üzerimize sürekli farklı kimlikler yapıştırıldı. Bazen “çapulcu”, bazen “azgın azınlık”, bazen “terörist”, bazen “sürtük” olduk. Haklı çoğunluk olduğumuz, bu ülkenin gariban çocukları olduğumuz gerçeğinin üstü yalanlarla, bilinçli bir tercihle örtüldü, sınıfsal aidiyetlerimiz unutturulmaya çalışıldı. Ama halk olduğumuzu, kalabalık olduğumuzu, güçlü olduğumuzu haykırıyoruz bugünlerde, yan yana geliyoruz.
Birbirimizi tanıyacağız, tanıdıkça daha çok sevip direneceğiz. Direne direne de elbette kazanacağız. 19 Mart’ta üzerimize büyük bir yılgınlık çöktü, daha önce belki defalarcasını yaşadığımız bir karanlık, bıkkınlık, çaresizlik ama buradan da bir şeyler çıkardık. Meydanları doldurduk, yurttaşlık bilincini hatırladık. Bu yazdıklarım belki altı boş bir umut gibi gelebilir, belki daha karanlık günleri de yaşayacağız ama yine hep birlikte kalkacağız ayağa. Çünkü aynı yerde ayağı takılıp yere düşenler, beraber kol kola ayağa kalkmasını öğreniyor. Ve küçücük bir oyuktan dört yapraklı bir yonca gibi çıkıveren kolektif umut, o olmadan güneşin açtığı tek bir günü bile düşünemiyorum. Şairin dediği gibi:
Ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar alıştım ki
Ve her şeyin bir bir varolmasına
o kadar alışacağım ki.