Bir Burjuva Atasözü Der Ki: “Et de Protein Fasulye de!”

Bir kilo et seksen lira, tadını unuttum
İnsan gibi yaşamanın adını unuttum
Cem Karaca- Yoksulluk Kader olamaz

Oytun Erbaş adlı bir doktorun bir televizyon programında sarf ettiği sözler hayli tepki çekti. Erbaş, tam da asgari ücrete yapılan komik zam geniş kesimlerce tartışılır ve eleştirilirken yoksulluğu güzelleyerek “kuru fasulye de protein, et de protein. Mütevazılığı öğrenmemiz gerekiyor”, “fakir hayat en sağlıklı hayattır” demişti.

Oytun Erbaş, herkesçe “trol” ilan edilen, kendi meslektaşlarınca ciddiye alınmayan biri olarak lanse ediliyor. Ancak onun görev ve misyonunu düşündüğümüzde, dile getirdikleriyle ve söylemlerinin arka planındaki etik-politik argümanlarla onu ne sadece “mahallenin delisi” ne de yaşamımıza sosyal medyayla giren bir “trol” olarak nitelemekle sınırlı kalabiliriz. O ve onun gibi onlarca kişi, Türkiye’de, hakim etik-politik paradigmanın, kapitalizmin ve onun neoliberal yürütücüsü olan mevcut iktidarın yeniden üretici kolu işlevini görmektedir. Yalnızca hakim paradigmaya sağdan ağırlık koyduğu için değil, aynı zamanda ağırlık koyduğu yeri toplumun “sağduyu”suyla örtüştürmeye çalıştığı için de böyle bir görevi ifa eder.

Dolayısıyla Oytun Erbaş’ın “işgüzarlık”la öne atılması, söylediklerinin yalnızca kendisine özgü olduğu fikrini uyandırmamalı. O, etik-politik bir angajman sayesinde bu cümleleri kurabilmektedir. Bir benzerini 2021 yılında Hülya Avşar, “gerekirse simit yenecek” derken de 2019 senesinde A Haber “uzun süre aç kalmak ömrü uzatıyor” haberini yaparken de görmüştük. Bu nedenle, bu yazıdaki hesaplaşmamız yalnızca Oytun Erbaş ile sınırlı değil; esas muhatabımız onu da kapsayan ve onun gibi kişilerce temsil edilen burjuva etik-politik.

“Fakir Hayat, Mütevazı Yaşam”

Yoksulluğun insan bedenine faydalı olduğu düşüncesi, hiçbir bilimsel dayanağın olmadığı, bilim dünyasında tartışılması mevzu bahis dahi olmayan bir konudur. Ancak bizim burada daha çok ilgilendiğimiz husus, bu söylemlerin hangi ideolojik/politik çıktılarla yapıldığıdır.

Yoksulluğun salt maddi boyutu içermediğini, “duygusal” birtakım hissetme biçimlerini de uyandırdığını biliyoruz. Özellikle Türkiye, “‘garip’, ‘gariban’, ‘garibanlık’, ‘öksüz yetim’ ve ‘tüyü bitmemiş yetim hakkı’ gibi sözcükler veya deyişler, yoksulluğu bir yandan “acı çekme” ve “yara” ile, diğer yandan da, kimsesizlik, çaresizlik, yuvasızlık, dış­lanmışlık ile bitiştirir.”[1] Buna “yoksulluk kültürü”nü de eklediğinizde Türkiye gibi sınıfların keskin hatlarla belirdiği ülkelerde, işçi sınıfının, yoksulların, tahakküm edilenlerin benliklerini bir tür teselli etmek için dışavurumları, yoksulluğun maddi boyutundan çok hissi yanlarına ayna tutar. Bir de dini temelli geleneksel hayırseverliğin, modern gönüllülük biçimlerine eklemlendiği[2] bir dönemde, yoksulluk yalnızca yoksullar tarafından değil, aynı zamanda “hayırseverler” tarafından da hissi duygularla tanımlanmaktadır.

Bu duygular, verili olanla inşa edilenin iç içe geçişiyle oluşur. Toplumun sınıflara ayrılmasıyla inşa edilmiş, ezen-ezilen ilişkisinin mevcudiyetiyle verili hale gelmiştir. Örneğin, sınıflı bir toplumda, yani tahakkümün de gündelik hayatta görüldüğü bir toplumda delik ayakkabı, yeni ayakkabı alamamanın verdiği hüznün yanında, ayakkabının delik olmasının görülmesini ve bilinmesini de simgeler. Dolayısıyla bu sembol, sınıflı toplumun varlığınca üretilmiş bir şiddet biçimidir. Bu nedenle, sınıflı topluma doğmuş bireyler olarak, yoksulluğun duygusu verili bir şekilde, ayrıca öğretilmesine gerek kalmadan edinilir, içerilir ve yeniden üretilir.

Yoksulluğun aşağılanma, ayrımcılığa uğrama, damgalanma gibi aslında “alt”, “kaba”, “yabani”, “yağlı”, “kalın kafalı”, “emekçi” vb. olarak görülmesi, daha doğrusu şemalandırılması, en başta toplumsal sınıfların varlığından kaynaklanmaktadır. Toplumsal düzenin tümünü saran sınıfların, burjuvazi ile işçi sınıfının zaman zaman keskinleştiği zaman zaman ise uzlaştığı kültürel/sembolik-ideolojik mücadeleler bu tarz hiyerarşik sembolleri ortaya çıkarır. Çünkü neticede toplumsal yaşamın tümünde burjuvazinin egemenliği ve bu egemenliğin sürdürülebilmesi için burjuvazinin ideolojik savaşımı mevcuttur.

Hakim burjuva paradigması, sınıflı toplumun varlığını gizlemenin yanında, toplumu sınıflamanın yolunu başta maddi olarak sınıf konumunda yer etmekle, daha sonra o konuma içkin yatkınlıklarla, dünyayı algılama biçimleriyle ve davranma süreçleriyle toplumdaki sınıf farklılıklarının verili olduğunu kabul ettirir. Dolayısıyla yoksul tekil bir bireyin, tüm toplumsal yaşamı ve hem gündelik yaşam algısı hem de kendini anlamlandırması, zaten başlangıçta burjuva hegemonyası tarafından, o bireyin kendi sınıfsallığına uygun yatkınlıklarla, değerlendirme ve sınıflama kapasiteleriyle dizayn edilmiştir. Bu nedenle, yoksulun yoksulluğu yalnızca maddi olarak algılamaması, zaten en başta burjuva hegemonyası ve onun toplumsal düzeninin mevcudiyetiyle gerçekleşir. Bu nedenle, bazı sosyologların ve sosyal çalışmacıların, bu gerçekliğe hiç değinmeden, sadece ekonomik determinizmi reddetme ezberleriyle güdülenip “maddi ama aynı zamanda manevi” deme mecburiyetinin altında yatan boşluğun nasıl doldurulacağını merak ediyorum!

Yoksulluk, bizim için tespit edilmesi gereken salt sosyolojik bir olgu ve bunun yanında çok iyi anlaşılması için her boyutunun analiz edildiği sade bir konu olarak değil, tarihin bir döneminde ve belirli sebeplerle ortaya çıkmış ve yine aynı sebebin devamlılığı için sürekli yeniden üretilen bir toplumsal çıktı olarak bir mücadele nesnesidir. Eğitimle, aileyle, iş yeriyle, özetle hiyerarşi içeren ve hiyerarşi çıkaran tüm kurumlarıyla kapitalizm, yoksulluğu, hiyerarşinin getirdiği bir kader olarak yansıtır. O nedenle, yoksulluğun aşımı, hiyerarşi basamaklarını adım adım çıkmakla gerçekleşir. Her basamakta yoksulluğun ve yoksunluğun edilgenliği azalırken, etkenliği artar. Yani sömürene yaklaştıkça öznellik artar, uzaklaştıkça da nesnellik.

“Yoksulluk Hiyerarşiktir”

Hakim burjuva hegemonyasında yoksulluk ve yoksullar, terimin geniş anlamıyla “polise edilmeye”, düzenlenmeye, kodlanmaya, “sağlık kazandırılmaya”, sermayenin mantığına uygun bir şekilde üretkenleştirilmeye çalışılmaktadır.[3] Zengin olmanın iyi bir şey olmadığı, çok fazla yeme-içme deneyiminin sağlıklı olmadığı, sefalet içinde bir hayatın “mütevazı”lık diyerek övülüp şirinleştirildiği, açlık ve ıstırap içinde sürdürülen bir yaşamın aslında insan psikolojisini arzu ve hırs dolu hayvani duygulardan özgürleştirdiği gibi retorik temalar, burjuva kültürünün ürünleridir. Dikkat ederseniz, her biri zaten üst sınıflardan ve üst sınıflarca dile getirilmektedir. “Ben yedim, sen yeme”, “ben yaşadım, sen yaşama” denmektedir. Bu burjuva ukalalığı, her şeyin sahibi olabilmenin verdiği özgürlükle ilişkilidir.

Burjuva kültüründe isteklerini gerçekleştirebilmenin yolu burjuva görev ve yetkilerinden geçmektedir. Burjuva görev ve yetkilerine eriştikçe her şeyin sahibi olabilme ve yapabilme özgürlüğüne kavuşulabilir. Dolayısıyla burjuvada toplanan özgürlük, işçi sınıfında “yetinme” zorunluluğunu yaratır. O nedenle, Oytun Erbaş gibi figürlerin aslında bildiği ama bilmemezlikten geldiği husus, tüketim konusundaki temel farktır: Lüks beğeni ile zorunlu ihtiyaç arasındaki fark. Lüks beğeni, özgürlükler ve sermayeye sahip olmanın sağladığı kolaylıklar tarafından tanımlanan maddi varoluş koşullarının ürünü olan bireylere özgüdür; zorunlu ihtiyaç ise tam da ifade ettiği gibi ürünü oldukları zorunlulukları işaret eder. İşte bu yolla hem en ekonomik hem de en besleyici besinlere ilişkin popüler beğeniyi, proletaryaya kendi tanımı olarak dayatılan iş gücünü en düşük maliyetle yeniden üretme zorunlulu­ğundan kaynaklandığı çıkarsanabilir.

Mutlak bir seçim özgürlüğü gerektirdiğinden tipik olarak burjuvaya has olan beğeni fikri, özgürlük fikrine o kadar yakından bağlıdır ki zaruri beğeninin paradoksu kavranmakta zorlanır.[4] Bazıları için seçime bağlı amblem olan şeyler, diğerleri için neredeyse bedenlerine işlemiş damgalardır.[5] Dolayısıyla, üst sınıfların özgürlüklerinin ve serbestliklerinin sağladığı yaşam biçimi fikri ile alt sınıfların zaruri imkanları yüzünden zorunda kaldığı yaşam tarzı deneyimi arasında baştan sona fark vardır. Burjuvaların, bu farkın müsebbibi olmasına rağmen, hiçbir zaman alt sınıfların zorundalıklarını anlamlandıramayacak olması bundandır. Bu nedenle, sınırsız özgürlük, serbestiyet ve sermayeye sahiplik içinde verilen kararın, mülksüzleştirilmiş bir proleter tarafından tercih edilmesini beklemek, kelimenin tam anlamıyla; burjuva küstahlığıdır. Kaldı ki mülksüzleştirilmiş bir proleterin “tercih”te bulunması, sınıflı toplumun paradoksudur.

“Mütevazı bir yaşam”, “minimalist tarz”, “karavanda yaşam”, “az yemek, az kıyafet, az oda, az insan” vb. gibi yaklaşımların tarihsiz bir bağlamda ele alınması son derece sakıncalıdır. Biraz önce, burjuvanın özgürlüğü ve imkanı içinde bu yaklaşımları bir “tarz” veya “beğeni” kategorisi haline getirerek benimsemesi (daha görülmedi), daha doğrusu benimsetmesi, alt sınıflarda yoksulluğu ve yoksunluğu yatkınlık haline getirerek, yeniden üretim sürecinin krizlerinden sıyırmaya çalıştığını düşünüyorum. Proleterlerin siyasal biçimleri fark etmeksizin, bu tarz yaklaşımlara, örneğin muhafazakarları geleneksel dini değerlerle, sekülerleri yeni dini akımlarla veya spiritüalizmle veya “doğu felsefesi”yle (mitolojik, mistik, sembolik) eklemlemektedir. Dolayısıyla yoksulluk artık, siyasal aidiyet gözetmeksizin, biraz önce yukarıda bahsettiğim yaklaşımlarla “yoksunluk”tan sıyrılmaya çalışılan, böylelikle tıpkı burjuva kültürünün pazarladığı şekilde bir beğeni kategorisi olarak tanımlanan bir kavrama dönüş(türül)müştür.

“Yoksulluk Kültürü”

Oscar Lewis’in geliştirdiği “yoksulluk kültürü” kavramı, yoksulluğun görünümleri ve dışavurumlarıyla ilgili sahici bir bakış açısı sunabilir. Bu kavram, idare etme sanatını, iktidar aygıtının doğurduğu boş­lukları ve yarattığı fırsatları kollayarak kendini ötekinin alanı­na kurnazca sızdırmayı, “ötekinin alanında yaşamayı”, “terk etmeden kaçmayı” vb. içerir.[6] Yoksullar, şimdi tıpkı benim yaptığım gibi, kendilerinden bahsederken kendilerini dışsallaştırırlar. Bu, yoksulların “ödünç bir söylem” kullandığı anlamına gelir. Bu insanlar, konuşmaktan çok konuşulurlar ve egemenlerle konuştuklarında da ödünç bir söylem kullanırlar: Tam da egemen grubun onlar hakkında konuşurken kullandığı söylemi.[7]

Bunu en çok “devletin ideolojik aygıtları”ndan[8] olan haberleşme kurumlarında görürüz. Televizyonda haberlerde, tartışma programlarında, dizilerde kullanılan dille yoksulluktan ve yoksunluktan “terk etmeden kaçarak”, egemenin alanına sızmaya çalışarak kurtulmaya çalışılır. Bu bireysel kurtuluş çabası, diğer yandan maddi konumun getirdiği yoksulluk gerçekliğiyle karşılaştığında yoksulun çelişkili söylemleri ve davranışları açığa çıkar. Bu nedenle, yoksullar, öfkelenme hakları konusunda hem kızgın hem de kızgın olmakta kararsız olma çelişkisine sahiptir.[9] O halde, yoksulluk kültürü, yoksul olan kesimlerin bağımsız ve içe kapanık üretimi olmaktan çok, kitle kültürünün bir türevi olarak biçimlenmektedir. Bu biçimlenmede medyanın, ‘kitsch’in büyük payı vardır.[10]

Kuşkusuz, bu “kitle kültürünün türevi”, verili bir olguyu değil, mevcut sınıf mücadelesinin koşulunu niteler. Örneğin, yoksulluk medyada utanç duyulacak bir unsurken veya bedene kazınmış ve onda cisimleşmiş bir öz saygının yok olması hikayesiyken, saklanacak ve gizlenecek tüm yollar denenirken, politik bir eylemlilikte, kamusal alanda, herkesin görebileceği şekilde yine aynı yoksul kişi, yoksullukla ilgili bir pankart açabilir. İşte bu, yoksulluk kültürünün, hangi toplumsal düzlemde üretildiği ve yeniden üretildiği ile ilgilidir. O nedenle, yoksulluğun ve yoksunluğun bir politik mücadele nesnesi haline dönüştürülmesi ve yoksulluk düşüncesi hakkında algılama biçimlerinin siyasallaştırılması, üretilenin sürekli yeniden üretilerek pekiştirildiği olgusundan sıçrayışı ifade edecektir. Lewis, “yoksul, sınıf farkı gözetmeye başlar, sendikalarda militanlaşır, dünya hakkındaki bilgisi genişlerse, ne kadar yoksul olursa olsun artık yoksulluk kültürünün bir parçası değildir”[11] sözleriyle bu sıçrayışı nitelendirmektedir.

O halde, zenginlik birikiminin diğer kutupta yoksulluğu yaratması ve bu yoksulluğun bir kitle kültürü haline getirilmesi olgusu, aslında bize yaşadığımız dönemin fikirlerini vermektedir. Sınıflı toplumun varlığı, burjuva hegemonyası, burjuva kültürü, kapitalist çelişkiler, devletin ideolojik aygıtları ve tüm bunların rızası için kitle kültürü… Yoksulların elinde ise tek panzehir bulunuyor: Örgütlü toplum.

Burjuvalar ve onun çıkarlarını gözeten Oytun Erbaş ve benzeri figürler, proleterlere pazarladıkları mütevazı “beğeniler” karşısında, burjuva kültüründen bir gram taviz vermeyerek, aynı ihtişamın, inceliğin, klasikliğin, parlaklığın sahibi olmaya devam edecekler. Yoksula bir tencere ve bir paket fasulye dayatırken o günün akşamında en incelikli restoranların, çok kahkahalı devamlı müşterisi olmayı sürdürecekler. Televizyondaki yemek programlarında her gün hayatları boyunca tadamayacağı yemekleri izleyip akşam yemeğinde bulgura kaşık sallamanın ıstırabını hiçbir zaman anlamayacaklar. Ve tüm bunları, toplumsal yaşamın “doğal”ı haline getirerek yapacaklar.

[1] Erdoğan, Necmi (2016). “Garibanların Dünyası Türkiye'de
Yoksulların Kültürel Temsilleri Üzerine İlk Notlar”, [İletişim Yayınları (2016), Yoksulluk Halleri: Türkiye’de Kent Yoksulluğunun Toplumsal Görünümleri] içinde: 36
[2] Buğra, Ayşe (2013). Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye'de Sosyal Politika, İletişim Yayınları, s.128.
[3] Erdoğan, Necmi (2016). “Garibanların Dünyası Türkiye'de
Yoksulların Kültürel Temsilleri Üzerine İlk Notlar”, [İletişim Yayınları (2016), Yoksulluk Halleri: Türkiye’de Kent Yoksulluğunun Toplumsal Görünümleri] içinde: 31
[4] Bourdieu, P. (2015). Ayrım, Heretik Yayınları, s.265-266
[5] Bourdieu, P. (2015). Ayrım, Heretik Yayınları, s.266
[6] De Certeau, M. (1984). The Practice of Everyday Life, University of California Press, Berkeley.
[7] Bourdieu, P. (2015). Dünyanın Sefaleti, Heretik Yayınları, s. 108-109
[8] Athusser, L. (2010). İdeoloji ve devletin ideolojik aygıtları, İthaki Yayınları, s. 169
[9] Sennett, R. ve Cobb, J. (2017). Sınıfın gizli yaraları, Heretik Yayınları, s. 88
[10] Çulhaoğlu, M. (1996). “Varoşlar ve Kent Yoksulluğu: Sınıf Mücadelesinde Mekan ve Bütünlük Sorunları”, [YGS Yayınları (2002), Doğruda Durmanın Felsefesi] içinde: 346
[11] Aktaran, Çulhaoğlu, M. (1996). “Varoşlar ve Kent Yoksulluğu: Sınıf Mücadelesinde Mekan ve Bütünlük Sorunları”, [YGS Yayınları (2002), Doğruda Durmanın Felsefesi] içinde: 346