Bastırılanın Geri Dönüşü: Gezi’nin Terennümü

Bundan on iki yıl evvel, kimsenin beklemediği ve öngöremediği bir olay vuku buldu. Mevcut iktidarın tasallutu, İstanbul’un en mühim meydanlarından birini teşkil eden Taksim’e; Gezi Parkı’na yönelmişti. Bunu müteakip iktidarın karşısına çıkarak masif bir Hayır’ı dillendiren kentli sınıf olmuş ve üç ay sürecek mücadelenin kıvılcımını çakmıştı. 28 Mayıs’taki bu ilk itiraz, ilk birkaç gün içerisinde tüm ülkenin çevresinde konuşlandığı bir yörüngeye dönüşmüş; gencinden yaşlısına, tüm yurttaşların dahli mevzubahis olan muazzam bir mücadele alanı yaratıvermişti.

Atılımın yayılım düzeyi inanılmaz boyutlara erişmiş, milyonlar, bir umacı olarak verili bulduğu sokağın anlamını ters-yüz etmişti. Ona içkinleştirilmiş tekmil kötücül niteliklerle hesaplaşmış, onun bünyesindeki her bir yerlemi daha adil ve eşit bir dünya tasavvurundan mülhem kolektif yaşam ve direniş pratikleriyle örmüştü. Direniş, iktidarın yapıp-etme yordamından açıkça sapması bakımından bir anomali olarak yaftalanmıştı, zira ağırlık merkezi egaliteryan bir yönelimden müteşekkil bu ethos, gün geçtikçe kendisini olgunlaştırıyor ve hegemonik bir konum ediniyordu. Hegemonik bir konum ediniyordu çünkü on ikinci yılını dolduran iktidar, derin bir hegemonya krizi yaşıyor; toplumsal meşruiyetini hızla kaybediyor, bünyesinde açılan çatlaklar görünür ve kurmuş olduğu öznellik tertibatları faş oluyordu.

İktidarın içine düştüğü bu ideolojik açmaz, 28 Mayıs’taki ilk Hayır’ı dolayımladığı gibi, direnişin yönünü aydınlatan bir fener işlevi de görüyordu. İktidar, ifşa olan zayıf ahvalini kompanse etmenin yolunu, elbette şiddetini yoğunlaştırmada buldu. Direnenler üzerinde açığa çıkarılacak şiddetin meşru ve makul olduğuna yönelik bir söylem ağı inşa ederek kendi tabanının vicdanını törpülerken baskı aygıtlarının payandasını da tahkim ediyordu. Yine de kendisini, dolaşıma soktuğu tüm söylemlerin karşı-özdeşleşimle kendisine bir bumerang gibi döndüğü, kendiliğinden gelişmekte olan kontrataklar silsilesinden muzdarip bir diyalektik içerisinde buldu.

Direnişin kendiliğindenliği, sürecin erken aşamalarında önlenemez bir kuvvetti. Bu anomalinin metastazını kolaylaştıran bir motor gücüydü. Fakat mevzubahis kendiliğindenlik, süreci bir ters-evrime uğratarak direnişin sönümlenmesinde belirleyici oldu. Öyle ki kendiliğindenliğin sınırları vardı ve bir öncü kuvvetle dolayıma gir(e)meyen tüm toplumsal hareketler gibi, Gezi’nin istikbali de mağlubiyete yazgılıydı. Günden güne direnci düşen direniş, kendisini sosyalist taleplerden izole, liberal bir matriste buldu. Üç ayın sonunda geriye kalan, yitip giden yurttaş ve yoldaşlarımızın bitimsiz hüznü, yarım kalmış bir diyalektik ve nihayete erememiş toplumsal özgürleşim arzusuydu. Bundan gayrı Gezi, olanaklı tüm toplumsal hareket deneyimlerinin yerlem ve yönleminin neliği ve nasıllığını dizayn edecek bir referans noktası olarak ufkumuza yerleşirken onun isyankar ruhu, kendisini açığa çıkarma talebini bitimsizce sürdürecek kesif bir arzu olarak toplumsal bilinçdışımıza gömüldü. Ta ki, iktidarın kendisini narsistik bir tek-yanlılıkla kurarak örmüş olduğu diyalektiğin yeniden tıkandığı 19 Mart 2025’e kadar.

On iki yıl boyunca günden güne otoriterleşen iktidar, kabarık siciline yeni bir günah daha ekleyerek, 18 Mart’ta bir hukuk garabetine imzasını attı. İmamoğlu’nun diplomasının iptalinin ardından şahsına yapılan gözaltı, iktidarın narsistik tek-yanlılığını, tüm yurttaşlara sarih bir şekilde gösterdi. Projeksiyon, ölmeye yazgılı olduğu bilahare idrak edilen iktidarın, kendi bünyesine dönmüştü ve hegemonik yarıklar, üzerindeki giz perdesi sıyrılmış bünyenin her tarafında ayan beyan görünüyordu. 19 Mart’ta Beyazıt’taki öğrencilerin hareketi, işte bu yarıklardan sızmakta olan bir devinimi temsil ediyor ve muazzam bir direnişin fitilini ateşliyordu.

Gezi’nin terennümü, bireycilik; rekabetçilik ve apolitiklikten müteşekkil neoliberal öznelliğin öznesi olmakla ayıplanan gençliğin korosu vasıtasıyla kulağımıza çalınırken onun ruhu, yıllar boyu yozlaşmadan kalmış subversif doğasını barikatlarda açığa çıkardığı bir kesitte geri dönmüş oldu. Gençlik, yalnızca önündeki temeği değil, mevcut öznellik tertibatlarını da alt-üst ederek tarih sahnesine kudretli bir yeniden-giriş yaptı. Gençliğin hareketinde tecessüm eden bu geri dönüş, kimsenin tekzip edemeyeceği şekilde, Gezi’nin yapıp-etme pratiğiyle kısa devre oluşturan; onunla eş-uzam ve eş-süremli deneyimlenen geniş bir mücadele periferi yaratmış göründü. Gezi, şimdi ve buradaydı, ve mevcut perifer, sınırlarını muhafaza ederken ileriye doğru devinimini sürdürmekten geri durmadı.

Elbette, hiçbir toplumsal direnişte olmadığı gibi, Mart Direnişi de Gezi’nin tastamam tekrarı değildi. Fakat mühim olan, hem birçok veçhesi ve kendini edimselleştirme biçimi benzer görünen toplumsal direnişin, hem de iktidarın ördüğü diyalektikteki tıkanıklığın ikinci kez nüksediyor olmasıydı. Bu, iktidarın ölmeye yazgılı olduğu bilgisinin yanında, Gezi ve Mart Direnişi’ni karakterize eden arzunun kendini gerçekleştirmesinin tarihsel bir zorunluluk olduğu gerçeğini görünür kıldı.[1] Bundan gayrı, mücadele sürmeye devam ederken, biz sosyalistleri meşgul eden soru ve sorun; hâlihazırda başlamış olan özgürleşme hareketinin yönünü tayin etmek ve Gezi’de olmayanı nasıl olduracağımızın yolunu aramak oldu. Bunu müteakip, Haziran ile Mart arasında mekik dokuyarak onların ayrışık ve benzeşik olduğu yerleri teşhis etmek, iki ethos ve iki siyasal biçimi kıyaslayarak atılımın hızı ve yoğunluğunu artıracak sentez bir programlama oluşturabilmek, mevcut nesnel koşullara öznel dahlimizi gerçekleştirebileceğimiz bir damar bulabilmek ve belki de tüm yaraları iyileştirecek olan Aşil’in mızrağını[2] kullanmanın olanaklılığını soruşturabilmek, kendimizi içerisinde bulduğumuz bir problematik oldu ve olmaya devam edecek gibi duruyor.

Buna yönelik tastamam bir inceleme, elbette benim sınırlarımı ve bu yazının kapsamını aşıyor. Fakat bugün, yani 19 Mart’ın üzerinden neredeyse bir ay geçmişken, son soluklarını alıp veren iktidarın ideolojik ve baskı aygıtları etkinlik düzeyini ayyuka çıkarmış ve direniş mücadelesi veren tüm yurttaşları insan-dışılaştırarak direnişi kırmayı hedefleyen bir söylem düzeni tertip etmişken, insanların anayasal hakları ve demokratik talepleri biber gazları, tazyikli sular ve coplarla karşılık bulmuşken, hak; hukuk, adalet askıya alınmış ve binlerce yurttaşımız gözaltına alınmış; yüzlerce yoldaşımız da tutuklanmışken, atılan boykot taşı gediğine oturmuş ve ölmekte olan iktidarı kaygı krizlerine sürüklemişken, Mart’ın Haziran’dan kimi farklılıkları da daha belirgin olmaya başlıyor.

 

Bunlardan birisi, mücadelenin yayılım hızı ve direniş alanlarının çeşitliliğinin yanında ana odak ve hedeflerine yöneliminden sapmayan; gün geçtikçe yeni, denenmemiş yahut unutulmuş olanları denemesine rağmen çeperlerini genişletmeye devam eden bir siyasal özne ile karşılaşıyor oluşumuz muhakkak. Bununla bağlantılı bir diğer farklılığıysa bugünün siyasal öznesinin söylem ve talep ağının, sosyalist bir tahayyüle eklemlenebilir olmaklığı olarak teşhis etmek, şimdiden de olsa, güç görünmüyor. Can Soyer’in tespit ettiği gibi Gezi Direnişi’nin siyasal öznesi, sosyalist hareketle bir harmoni sağlayamamışken[3], Mart Direnişi’nin siyasal öznesi kendisini, kendiliğinden, bu harmoni içerisinde edimselleştiriyor. Brecht’in meşhur dizeleri, yalnızca müşterek ontolojimizi olumlamakla kalmıyor; hâlihazırda nüveleri görünen tutkulu dayanışma ve işbirliğine gönderimde bulunmak suretiyle gelecekten gelmekte olan ve bizden daima daha fazlasını talep eden bir hayalete dönüşüveriyor: Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz.

İki direniş arasındaki farklar gözle görülür bir hâl almaya başlıyor ve birçok siyasal organizasyon, bahsi geçen kendiliğindenliğin ekseninde konuşlanmış, onun talep ve söylemlerinden paye koparır görünüyorken Gezi deneyimi bize, bu kendiliğindenliğe eklemlenecek bir hareketin uzun ömürlü olmayacağı ve günün sonunda bir geri-tepmeye yol açacağını hatırlatıyor. Mevcut renk cümbüşünün yarım kalmış bir diyalektik ve kapanmaz bir boşluk vadettiğini kulağımıza fısıldayarak elan bizi uyarıyor. Toplumsal muhalefetin sosyalist bir dünya tasavvurundan mülhem arzu ve taleplerini bugünlerden yarınlara taşıyarak olgunlaştıracak olan bizlerin, devrim diyalektiğinin tali uğraklarında oyalanmadan, hâlihazırda kızıllaşmakta olan açık patikaları doldurması ve belki de doğrudan doğruya siyasal iktidara yönelmesi lazım geliyor.[4] Koşullar, yıllar evvel yarım kalmış diyalektiği tamamlayabilmek için ilk defa bu kadar müsait görünürken, Gezi’nin zarif terennümünü muzaffer manzumelere dönüştürebilmek, çizeceğimiz hattın ne kadar kalın olacağı ve söylenmeyeni ne kadar gür bir şekilde haykıracağımıza bağlı görünüyor.

[1] Hegel’den aktaran, Zizek, S.(2012). Komünist Ufuk(çev. Özgür Öğütcen). Encore Yayınları(1.Bs.). Syf. 13.
[2] Sartre, J.P.(1961). İçinde: Fanon F.(2024). Yeryüzünün Lanetlileri(çev. Şen Süer). İletişim Yayınları(4.Bs.). Syf. 38.
[3] Soyer, Can. (2024) TİP ve Halkçılık: Bağlam, Kuram, Strateji
https://praksisguncel.org/tip-ve-halkcilik-baglam-kuram-strateji-praksis-guncel-tartismalari-1-2024-yerel-secimleri/
[4] Çulhaoğlu, M.(1999). İdeolojiler Alanı ve Türkiye Örneği. Öteki Yayınevi(2.Bs.). Syf. 36-43.