Anti-Erdoğanizm, Kemalist Sembolizm, CHP

Berat Çelikoğlu11 Kasım 2024

Vladimir Lenin, Sol Komünizm’in ilk sayfalarında “Yenilgi yılları iyi bir okuldur” yazıyordu. Türkiye’nin özellikle AKP’li dönemi, Kemalistler ve sol açısından önemli dersler barındıran yenilgi yılları oldu.

Yenilginin öğreticiliği ancak siyasal öznenin aynı alandaki devinimiyle ölçülebilir. Bu açıdan sol, on yıllar önce toplumsal mücadeleler ve işçi sınıfıyla arasında açılmakta olan makası, en azından Türkiye’de Gezi Direnişi’nin ardından, kapatmaya dönük arayışlara başvurdu. Lenin’in teşbihinden hareketle sol için, zayıfları da olsa okuldan mezun olmaya çalışıyor desek yanlış olmaz. Bir yanda bu varken, öte yanda okulun “ailem beni nasıl olsa okutur” deyip keyfine bakan tembel öğrencisi: Cumhuriyet Halk Partisi.

Bu yazıda Cumhuriyet Halk Partisi’nin temsil etme iddiasında olduğu dünya görüşüyle ideolojik bir kavgaya girişme niyetinde değiliz. Onun yerine, karnenin bu hale gelmesine sebep olan tarihsel izleği takip edecek ve bu koşullarda neden mezun olamayacağına ilişkin tespitlerimizi sunacağız.

Dünden Bugüne, Kuvva’dan Neoliberalizme

CHP, kökenleri itibarıyla modern Türkiye’nin en köklü siyasi geleneklerinden biri. Köklü bir siyasi geleneğin bugün geldiği noktayı, tarihsel süreci ele almadan değerlendirmek hedefi ıskalamak olurdu.

Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilginin ardından Anadolu halkının maruz kaldığı emperyalist işgale karşı direnişte kurulan CHP sadece bir siyasi parti değil, Cumhuriyet’in de kurucu aklı olma vasfını taşıyor. Cumhuriyet’in kurucu önderi Mustafa Kemal’in laik, ilerici, aydınlanmacı (hatta pozitivist) akımlardan etkilenmiş, mücadelesini muasır medeniyet idealleri etrafında şekillendirmiş tarihsel öneme sahip bir burjuva devrimcisi olması CHP’nin vasfını kuvvetlendiren bir unsur tabii.

Öte yandan CHP, tek partili dönemden bugüne yeknesak bir ideolojiyi ve siyasal pozisyonu savunarak gelmedi. Devletin kurucu partisi CHP’nin Türkiye’de burjuva devriminin lokomotifi olma görevi, devrimin zaferi ve yeni düzenin yerleşikleşmesiyle yerini düzenin muhafaza edilmesine bıraktı. Burjuva devrimlerinin kaderi budur.

Devrimi yapan burjuvazi, düzeni sınıfsal çıkarları lehine tesis etmesinin ardından kendisine ivme kazandıran hareketin daha ileri akımlara uç vermesinin önüne geçmek adına devrimi törpüler. Dünyada burjuva devrimlerinin genel karakteristiğiyle ilintilidir bu.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşu ve faaliyet alanının genişlemesi, Köy Enstitülerinin kapatılması ve İmam Hatip okullarının açılması, sağcı ve faşist akımlara gösterilen müsamaha, toprak reformu iddiasından geri adım atılması vb. bu görev değişikliğinin sonuçlarındandır. Sağa açılırken solu siyasal ve toplumsal hayatın dışına itme, komünistleri marjinalleştirme ve hatta düşmanlaştırma, tevkifatlarla kovuşturma hamleleriyle birlikte bir bütünlük arz etmektedir. Uzun lafın kısası CHP, Anadolu’daki kongrelerde kıvılcımı çakılan o devrimin değil İzmir İktisat Kongresi’nde tasdik edilen düzenin partisi olmak zorundadır artık.

Yazının kapsamı itibarıyla uzunca ve çalkantılı bir tarihsel dönemi burada kısaca değinip geçmek zorundayız. Ancak bu uzun dönem içerisinde 12 Eylül 1980 tarihinin, CHP açısından bir milat niteliğinde olduğunu ifade edelim.

Uluslararası gelişmelerin, reel sosyalizmin ve Türkiye’de epey güçlenen solun da etkisiyle ideolojik pozisyonuna tutunma ihtiyacı hisseden CHP, 12 Eylül’ün ardından iki ana kulvara dağıldı. Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP), solun yarattığı toplumsal etkiden nasibini görece daha fazla alan; Kürt sorunu ve emek rejiminin yarattığı açmazlar konusunda daha özgürlükçü ve görece sol bir pozisyonda konumlanan bir ana kulvardı. Kürt siyasi hareketinin önemli ilk temsilcilerinden Halkın Emek Partisi, SHP’den ayrılanlarca kurulmuştu örneğin.

Diğeri ise 1995’te SHP’nin birikimini de yutacak olan, esasta 12 Eylül’ün tam da dişinin kovuğuna göre denebilecek bir neoliberal düzen partisiydi. Kürt sorununda güvenlikçi ve ayrımcı politikalara karşı tepki örgütlemeyen, solun bunalımını kendi bunalımı addetmeyen, Özal’dan, Demirel’den, Çiller’den farkını tespit etmekte zorlanacağınız bir CHP… Rakipleriyle kimin neoliberal dönüşüm programının daha cevval bir uygulayıcısı olacağı konusunda rekabet etmeye başlayan günümüz hattına yerleşiliyordu.

12 Eylül’ün yarattığı tahribat, CHP’de üzerine yapışıp kalan, siyaset yapma biçimine sirayet eden bir davranış bozukluğuna yol açmıştır. Ekonomiyi toparlamak adına, ajandası “ekonominin siyasetle olan ilişkisinden azad edilmesi” olan Kemal Derviş’in (Kendisi CHP milletvekiliydi) ekonominin başına geçtiği dönem, alelade bir krizden çıkış programından çok daha fazlasını ifade etmektedir. CHP’nin, o günlerde piyasanın sınırsız egemenliğine dayanan oyun planına sol kanattan angaje olurken, bugünlerde Şimşek Programı için aynı kanatta forma terletmesi tesadüf sayılmamalıdır.

Rejim Değişirken CHP: 2002-2017

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından 2017 referandumuna kadarki süreç, Türkiye’de paradigma değişimine hazırlık dönemi olarak okunabilir. AKP’yi kuranlar, siyasal İslamcı gelenekten gelen, Türkiye’nin ve dünyanın değişen dinamiklerine ve ihtiyaçlarına “büyüklerinden” daha hızlı adapte olma iddiasındaki kadrolardı. “Milli Görüş gömleği” olarak adlandırılan gömleği çıkarıp sahibi Erbakan’a iade eden Erdoğan, Gül ve Arınç gibi isimlerle neoliberal dönüşüm altın çağını yaşayacaktı.

Ciddi bir ekonomik ve siyasi krizin ardından istikrar vaadiyle kitleleri arkasına alan Erdoğan, iktidarı aldıktan sonra kurduğu ittifaklar ve yaptığı manevralar ile Türkiye’deki yapısal dönüşüme zemin hazırladı. O yıllarda ekonomik büyüme, refah artışı vb. olarak görülen verilerin arka planında on yıllarca emekçilerin kamusal birikimleriyle var edilen kurumların satılması ve özelleştirilmesi olduğunu belirtmek gerek.

AKP’nin iktidara geldiği yılların CHP açısından iki önemli noktasına değinip geçeceğiz. Birincisi şu: CHP, uzun yıllar siyasette halk faktörünü devreye sokmak yerine “zinde kuvvetler” içerisinde ordunun gelenekselleşmiş reflekslerine yaslanıyordu. İlk günden bugüne talan ve yağma karşısında kitleleri mobilize etmek yerine, sembollere ve göndermelere bel bağlayan bir tarz izledi. Halktan kaçtı ya da kaçındı. Sokağa çıkma kavramının terörize edilmesinde bu tutumun ciddi bir rolü vardır. Bugün teğmenlerin ettiği yemine ya da amirallerin bildirisine gösterilen reaksiyonda da benzer “arzunun” izleri kolaylıkla görülebilir.

Daha önemlisi; Kürt sorununda, demokrasi mücadelesinde, toplumsal hareketlerde, kadın ve gençlik alanlarında AKP’nin başından beri hayalini kurduğu “Solsuz bir Türkiye” projesini CHP alkışlamasa bile ayakta karşıladı. Türkiye’nin aslında sağcı bir toplum yapısına sahip olduğu, sağcıları “ürkütmeyecek” politikalarla sol-sosyal demokrat kökenli bir partinin Türkiye’de çoğunluğun desteğini kazanabileceği fikri ülkenin toplumsal zemininin altına dinamit döşemiştir. Ülke siyasetinin ağırlık merkezinin sağa yatmasına sebep olması bir yana, toplumun basitçe ifade etmek gerekirse “gerçeği dururken sahtesine gitmemesi” yaşanan hezimetler açısından yeter sebep olmuştur.

Gezi Direnişi’ni bu noktada konuşmakta fayda var. AKP’li yıllarda Türkiye yalnızca ekonomik bir dönüşümden geçmiyordu. Ülkenin ilerici birikiminin topyekûn tasfiyesi, eğitimden sağlığa, medyadan sanatsal faaliyetlere kadar pek çok alanda cemaat ve tarikatların önünün açılmasını sağlıyordu. Fethullahçılar bu dönüşüm süreci boyunca AKP’nin 1 numaralı müttefikiydi. Takvimler 2013’ü gösterdiğinde halk, “Artık yeter” diyerek meydanları direniş alanlarına çevirdi. Milyonlar sokağa aktı, ülkenin aydınlık gençleri bu mücadelede yaşamını yitirdi.

Gezi, gerçekten de “birkaç ağaç meselesi” değildi. Bir rejim tasfiye edilirken onun siyasi özneleri yeni sürece uyumlanmayı; o rejimde ilerici, eşitlikçi, özgürlükçü değerlere sahip çıkanlar ise direnmeyi tercih ediyordu. Bu yönüyle Gezi, önemli bir turnusol görevi görmüştü. Nitekim CHP’nin direnişin başlangıcında verdiği desteğin kısa süre sonra yerinde yeller eserken, sol ise hem rejimin baskıları hem kendi ideolojik-siyasal dağınıklığı sebebiyle milyonlara önderlik edememişti.

7 Haziran 2015’de halktan görev onayını alamayan AKP, bu işi oldu bittiye getirmek için 1 Kasım’a kadar ülkeyi ateşe vermeyi tercih etti. Cumhuriyet tarihinin en büyük katliamı olan 10 Ekim, IŞİD barbarlarının düzenlediği diğer terör eylemleri ve sayısız başka kanlı olay bu birkaç aylık süre içerisinde gerçekleşmişti. En önemli başlıklardan biri olan Kürt sorununda ise çözüm için çözümsüzlüğe, yani militarizasyona başvuruluyordu.

AKP ülkeyi ateşe atmak pahasına görev onayını ele geçirirken CHP, Gezi’de ortaya çıkan muazzam toplumsal öfkeyi herhangi bir siyasi çıktıya zorlamamış olması bir yana, demokrasi güçlerinin ve solun maruz kaldığı aşırı baskıya gözlerini kapamayı tercih etti. Yukarıda sözünü ettiğimiz “sağcılaşarak sağcıları yenme” politikasının hüsran dolu sonuçlarından biri, ana muhalefetin de artık adını sır gibi saklamaya gayret ettiği Ekmeleddin İhsanoğlu vakasıdır. Sağcılaşarak sağcıları yenme politikası geniş bir toplumsallıktan tepki görünce CHP, dönüp politikasını gözden geçirmek yerine yurttaşa “Tatava yapma, bas geç” cevabını vermiştir. Kısa süre sonra dokunulmazlıkların kaldırılmasına “Anayasaya aykırı ama evet” diyerek verilen destek Kürt halkının siyasi temsilcilerinin tutsak haline getirilmesini mümkün kılmıştır. 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden 5 gün sonra AKP’nin Yenikapı’da düzenlediği mitinge kurumsal düzeyde katılan CHP’nin mesajı “Bu işin siyasi sorumlularının üzerine gitmeyeceğiz” olmuştur.

Bir darbe girişimi düşünelim: Bürokrasiye, orduya, akademiye sızan tarikatçılar Meclis’i bombalayıp 250’den fazla yurttaşı katlediyor, onları oraya yerleştiren ve/veya yerleşmelerine göz yumanlar ülkeyi yönetmeye devam ediyor. Ana muhalefet partisi de bu oyunu bozmak yerine, fotoğraf karesinde yer almayı seçiyor.

Saray Rejimi’nin Ana Muhalefeti

Kısa tarih yolculuğumuzda son olarak Türkiye’nin başkanlık sistemine geçişinin, kurucu rejimin tabutuna son çivinin çakılmasını temsil ettiğini ifade edelim. 2017 referandumunda, muz cumhuriyeti olmayan herhangi bir ülkede iktidarı değiştirmeye yetecek bir gelişme yaşandı. YSK, seçimin bittiği saatte, mühürsüz oy pusulalarının kabul edileceğini açıklamıştı. Bunu söylemenin, hırsızın kapıyı çalmasından bir farkı yoktu.

Ana muhalefet, bu gelişmeyi “doğru bulmadığını” söyledi.

Rejim, düzlem demektir. Bir siyasal rejimde yaşayan tüm unsurlar ve yapılar, o düzlemin koordinat düzenine göre pozisyon almaya zorlanırlar. Saray Rejimi, Cumhuriyet’in kurucu rejimini tasfiye etmiş ve onun yerine geçmiştir. CHP, taban düzeyinde olmasa bile kurumsal düzeyde yeni koordinatlara uyumlanmayı tercih ederken, halk referandumdaki açık hukuksuzluğu engelleyebilmek için sokakta mücadele etmeye çalıştı. Yalnız ve rotasız kaldı, geri çekildi.

Bir soru: Rejim’e uyumlanmanın, ana muhalefete katkısı ne olabilir? Çok açık: Saray Rejimi ve başkanlık sistemi, iktidara olduğu kadar ana muhalefete de sağlam bir konum ve konfor vadediyor. İki kutuplu seçim sistemine sıkışan bir siyaset düzeninde, halk muzaffer olabilmek için iki kutuptan birinin başında durana destek vermeye zaten mecbur bırakılıyor. CHP’nin mevcut Genel Başkanı Özgür Özel’in art arda tepki çeken açıklamalarının ardından yaptığı “Kaybediyorsak ben kaybediyorum, bedeli ben ödeyeceğim” çıkışında bu konumun bilincinde olmanın verdiği gizil konforu görmek zor değil. Ana muhalefet lideri, siyasette AKP-MHP iktidarının güçlenmesine yol açacak bir hamle yaptığında bedeli yalnızca kendisinin ödediğini zannediyor. Bu esnada her gün bir önceki günden daha yoksul hale gelen on milyonlarca emekçi başka bir evrende mi yaşıyor?

Anti-Erdoğanizm ve Kemalist Sembolizm

Bu tartışmaların bir de psiko-siyasal boyutu var.

AKP karşısında CHP’yi belirleyen şey, kimi yönleriyle histerikleşmiş bir anti-erdoğanizm refleksi oldu. Burada anti-erdoğanizmi; muhalefeti AKP’nin dayattığı dönüşümün karşısına bütünlüklü bir programla çıkma zahmetinden kurtaran, tartışmayı Erdoğan’ın şahsına endeksleyen bir refleksif tutum olarak ele alıyoruz.

Örneğin anti-erdoğanizm dediğinizde, ülkedeki emek rejiminin yarattığı vahşetin karşısına başka türlü bir programla çıkma ihtiyacınız yoktur. AKP’nin zengin ettiği patronları sevmeyin kafi. Şehirler kanalizasyon kokabilir, kazanılan belediyelerde muhaliflerin yakınları işe alınabilir, ihaleler “Atatürkçü” patronlara akabilir, Hatay’da depremin yarattığı yıkımın baş sorumlularından biri yeniden muhalefetin adayı gösterilebilir. Aman Erdoğan kazanmasın da!

Bu tutumun en başta Recep Tayyip Erdoğan figürünü büyütüp kutsallaştırdığını görmeliyiz. Propaganda faaliyetlerinin de etkisiyle yedi cihana karşı mücadele eden, kimsesizlerin kimsesi bir “Reis” figürü yaratılıyor ve bu anlatı seçim zaferleriyle pekişirken anti-erdoğanizm kitleleri zavallı bir çaresizliğe itiyor. Aslında hastaymış, bakıma muhtaçmış, vefatının eli kulağındaymış… Siyasetten umudu kesenler kurtuluşu ecelde arıyor. Anti-erdoğancı reflekse tutunan kitlelerde zuhur eden Kemalist Sembolizme de değinmeden olmaz.

Başlarda sözünü etmiştik: Kaderini yaşayan devrim, genç Cumhuriyet’in ilerici ve aydınlanmacı ideallerini tasfiye etmişti. Bu ideallerin temsili anlamına gelen Mustafa Kemal ise vefatından bu yana düzen siyasetinin en büyük manipülasyon ve sömürü araçlarından birisi olarak kullanıldı.

Meral Akşener, Muharrem İnce, Kemal Kılıçdaroğlu, Devlet Bahçeli, Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş, Ümit Özdağ, Kenan Evren, Alparslan Türkeş, Doğu Perinçek… Ya neredeyse aralarında herhangi bir ortak fikir birliğine varamayacak bu figürlerin her birine “Ben Atatürkçüyüm” dedirtecek bir Atatürk var, ya da herkesin kendi Atatürk’ünü yaratma fırsatını bulduğu bir sembolizm.

“Dünyada her şey için; uygarlık için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir; fendir. İlim ve fennin dışında rehber aramak dikkatsizliktir, bilgisizliktir, yanlışlıktır” sözlerini sarf etmiş bir liderin takipçisi olma iddiasını taşıyanların, bugün Atatürk’e benziyor diye bir tiyatro oyuncusunun omzuna elini koyup ağlaması ya da koştura koştura üzerinde sadece Atatürk yazıyor diye bir bardağa, anahtarlığa ya da tabak çanağa yüzlerce lira ödüyor olmasını başka türlü nasıl açıklarız? “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünün manası Kürtlerin ülkeden tehcir edilmesi ya da Suriyeli mültecilerin mancınıklarla fırlatılması olmadığına göre, sadece Atatürk’ü hayırla yad ediyor diye ezcümle ırkçının, faşistin muhalif milyonların karşısına aday, kurtarıcı, bilge vb. diye çıkartılmasına ne diyeceğiz?

Mustafa Kemal’e artık yalnızca “görgü tanıklığı” için başvurulması, kurucu liderine sevgi besleyen milyonların duygu ve düşünce hayatını harabeye çevirmiştir. Düşmana atacak mermisi olmayan bir halkı Cumhuriyet’e götüren liderin bugün AKP’li yıllarda aşırı ve haksız zenginleşen devasa holdinglerin yapmacık reklam filmlerinin baş rolü yapılmasına giden yollar böyle döşenmiştir. Belki başka bir yazıda bu bölümü derinlemesine tartışmak üzere şimdilik üç nokta koyalım.

Ara Sonuç Yerine

Siyasetin başarının da başarısızlığın da, hatanın da doğrunun da eninde sonunda karşılıksız kalmamasını sağlayan ulvi bir yönü olduğuna inanıyoruz.

Bugün içine sıkıştığı apolitik aday tartışmalarının, eski/yeni Genel Başkan atışmalarının ve topyekûn inandırıcılık/kuruculuk probleminin ana muhalefetin kendi başına ördüğü bir çorap olduğunu düşündüğümüzden bu tarihsel arka planın üzerinden geçme gereği duyduk. Bu arka planın ve tespitlerin ışığında bazı ara sonuçları ifade edip yazıyı noktalayalım.

Erdoğan’ın ve Saray Rejimi’nin sağcılarla sağcılık yarıştırılarak, benzeştirilerek, bir “herkes için varız” demagojisine tutunarak yenilgiye uğratılamayacağı açıktır ve kanıtlanmıştır. Çözüm, siyasal-toplumsal bir başka düzen ve o düzen için mücadele tahayyülündedir.

Erdoğanizm ile anti-erdoğanizm arasındaki kavga, Saray Rejimi’nin sağ salim yoluna devam etmesine imkân sağlayan uyduruk bir politik polarizasyon projesinden daha fazlası değildir.

Erdoğan karşısında; özelleştirmeye, sömürüye, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine, yoksullaşmaya ve yoksunlaşmaya, gericileşmeye ve toplumsal çürümeye meydan okuyan bütünlüklü bir kurucu programa ihtiyaç vardır. Bu programı yaratıp toplumu takipçisi haline getirmek, sosyalist solun gövde ve kitle tabanını aşan bütünlüklü bir strateji ve mühendislik gerektirmektedir.

Sosyalist hareket, siyaset kulvarını terk ederek bu alandaki dezenformasyonun müsebbibi haline geldiğini bilince çıkarmalıdır. Daha önce kendi partilerine karşı isyan bayrağını çeken kitleleri de dönüşmeye müsait emekçileri de alternatifsiz bırakmanın muhasebesini yapmalıdır.

Sosyalistlerin günümüzde tarihsel figürlerle siyasi kavgaya tutuşması, özellikle toplumdaki baskın sembolizm nedeniyle verimsizdir ve sonuçsuzdur. Onun yerine Kemalist doktrinle arasındaki mesafeyi koruyan ve anti-erdoğanizm batağına düşmeyen bir sosyalist hareketin, Mustafa Kemal’i ya da onun şahsında Cumhuriyetin ilerici bakiyesini sahiplenen başta gençler olmak üzere yüz binlerce insanla siyasal rabıta kurması mümkündür. Dokunmadan dönüştürmek ise hoş bir hayalden fazlası değildir.