Tarih bunun örnekleriyle dolu: Teslim alındı, kolu kanadı kırıldı sanılan halk, an gelir, bir daha yekinir ve ayağa kalkar. Onun ayağa kalkışı, üzerindeki tozu silkip atması, kendini muzaffer sananların tam gözünün içine içine bakmasıyla havanın ve suyun dalgalanması başlar. Attila İlhan’ın diliyle söylersek, “an gelir şimşek yalar / masmavi dehşetiyle siyaset meydanını.” Kurşun geçirmez sanılan abluka dağılır.
19 Mart’tan bir gün öncesine gidildiğinde, Türkiye, ağır, uzun ve istikrarlı darbelerle terbiye edilmiş bir hayvanın çaresizliği içinde sinmiş, korkmuş, ülkenin kahredici mahvına tanık olmaktan bitap düşmüş, gözlerini kaçıran ve sesini yutan bir ülkeye benzetilebilirdi. Herhalde iktidar koltuğunda oturanlar da böyle düşünmüş ve ertesi gün karşılaştıkları direniş manzarası karşısında şaşırıp kalmış olmalılar.
Gerçekten de ülkeyi yönetenler açısından bakıldığında 19 Mart’la birlikte açığa çıkan halk direncinin tahmin edildiğini söylemek zor. Ancak, tahmin edilseydi bundan geri durulacağını söylemek de pek mümkün değil. Zira bu adım, bir tür hükümet darbesi girişimi diyebileceğimiz bu saldırı kaçınılmazdı. Sadece geleceği gün be gün belli olan böyle bir saldırının kaçınılmazlığını muhalefetin öngörmesi anlamında değil, iktidarın da bu saldırıya girişmek, hatta sonuçları belki de kendi mahvına yol açacak olsa bile bu cepheye taarruz etmek zorunda olması anlamında da kaçınılmaz.
Bu kaçınılmazlık Saray Rejimi olarak adlandırdığımız düzenin karakteriyle ilgili. Olağan bir rejimin olağan bir iktidarı olmadığı için sadece pozisyonunu koruyarak ayakta kalması imkansız çünkü. Bir bisiklet gibi ya ileri gidecek ya da düşecek. 19 Mart hamlesi bu kaçınılmazlığın bir kez daha ilanı oldu.
“Kavramsız Pratik” Olarak İktidar
Türkiye yaklaşık 25 yıldır mevcut iktidar tarafından yönetiliyor. Bu, bir yanıyla, Cumhuriyet tarihinin en uzun süreli hükümeti anlamına geliyor. Ancak, bu iktidara ayırt edici yanını veren şey en uzun süre iktidarda kalmayı başarmış hükümet olması değil. Aynı zamanda ve esas olarak, Türkiye’nin 100 yıllık cumhuriyet birikiminin tasfiye edilmesi, devlet-yurttaş ilişkilerinin siyasal islamcı ve otoriter/faşizan bir çerçevede yeniden çizilmesi, başta işçi sınıfının direniş kapasitesi olmak üzere sermaye birikiminin önündeki engellerin açık devlet şiddeti aracılığıyla etkisizleştirilmesi ve siyasal sistemin bir bütün olarak yürütmeye, yürütmeyi şahsında tekelleştirmiş olan tek adamın keyfiliğine teslim edilmesinden söz etmemiz gerekiyor.
Bu stratejinin tek seferde ve pürüzsüz biçimde, hiçbir rota ya da plan değişikliği olmadan hayata geçirilmesi düşünülemezdi elbette. Nitekim, bu 25 yıl, bir yandan iktidarın hamlelerine tanık olurken, bir yandan da halkın buna karşı gösterdiği ve bazen dip akıntısı şeklindeki bazen de sokaklara taşan bir sel halindeki direnişe sahne oldu. Ve Türkiye’de genellikle cumhuriyet birikiminin ilerici tarzda dışa vurulduğu imgeler aracılığıyla kendisini ifade eden hayli geniş bir toplumsal kesim tüm şiddete rağmen yok edilemedi, teslim alınamadı, vazgeçirilemedi.
Bu çarpışmanın yakın tarihimizdeki en büyük örneği Gezi Direnişi’ydi. Gezi Direnişi’nin muhalefet açısından değerlendirilmesi ayrı bir konu. Ancak iktidar açısından Gezi Direnişi’nin anlamı rejimin dönüşümünü ilerletmek ve tamamlamak için toplumun çoğunluğunun kapsandığı bir hegemonya projesinin rafa kaldırılması, açık şiddet ve siyasal alanın tümüyle tekelleştirilmesiyle, devlet aygıtının ve yargının dolaysız bir yönetim organı olarak Saray’a bağlanmasıyla, deyim yerindeyse iktidarın akla gelebilecek her yolla korunması oldu. Başlangıç vuruşu 7 Haziran 2015 seçimleriyle yapılan bu yönelimle birlikte Türkiye’nin son 10 yılda yaşadığı ne varsa, esas olarak iktidarın Gezi Direnişi’ne verdiği yanıt olarak okunmalı.
Bu yönelimin ve onun artık gelişiminin son uğrağına varmış olan mevcut evresinin anlamı şudur: Saray Rejimi, artık, siyaset yapmamakta, sadece yönetmektedir. İktidarını bir hegemonya aracılığıyla değil, devlet şiddeti ve yargı/polis kuvveti ile sürdürmektedir. Öyle ki, 25 yıldır tüm meşruiyetini dayandırdığı seçim galibi olmaya, hatta seçimlerin yapılmasına bile gerek duymamakta, göstermelik bile olsa demokratik prosedürlere uyma zorunluluğu hissetmemektedir. Saray, artık, Türkiye’yi kayıtsız, koşulsuz, hesapsız, ve elbette rakipsiz biçimde yönetmek istemektedir. Adorno’nun faşizmin, asla tam olarak tutarlı ve kalıcı bir teoriye dayanmayıp her zaman zımni kaldığını, tek derdinin ise kayıtsız şartsız egemenlik olduğunu açıklarken ileri sürdüğü gibi, hiçbir hukukla, ilkeyle ve müzakereyle sınırlanmamış, kendisini açıklamak ya da meşrulaştırmak ihtiyacı bile kalmamış, kuralsız ve sıfatsız, “kavramsız bir pratik”tir artık Saray’ın arsuzu.[1]
Nitekim, faşizmin Almanya’daki gelişimine baktığımızda da ürkütücü benzerlikler görmek mümkün. Ernst Fraenkel, Nazi devletinin kuruluşunu yansıtan adımın, SS taburları ya da toplama kamplarından önce, 28 Şubat 1933 tarihli “Milletin ve Devletin Korunmasına Dair Olağanüstü Hal Kararnamesi” olduğunu ileri sürer.[2] Adıyla bile yerlilik ve millilik kokan bu kararnamenin ilk maddesi ise şudur:
Alman Reich Anayasası’nın 114, 115, 117, 118, 123, 124 ve 153. maddeleri yeni bir düzenlemeye kadar yürürlükten kaldırılmıştır. Buna bağlı olarak, kişi özgürlüğüyle, kanaatini özgürce açıklama hakkıyla, basın özgürlüğüyle, dernek kurma ve toplanma hakkıyla ilgili kısıtlamalar getirmeye, mektup, posta, telgraf ve telefon haberleşmesinin gizliliğine müdahalede bulunmaya, ev aramaları ve müsadereler yapmaya, keza özel mülkiyetle ilgili tahditlere gitmeye, bu konularla ilgili yasal sınırlar dışında da müsaade edilecektir.[3]
Fraenkel’e göre bu kararname, siyaseti hukukun üstünlüğünden azat etmesi, yani siyasetin uymak zorunda olduğu herhangi bir hukukun kalmaması, dahası siyasetin hukuku kendi tasarrufu doğrultusunda askıya alma hakkı olan bir yönetim tarzına geçiş anlamına gelir. Artık ne objektif ne de subjektif anlamda bir hukuktan söz edilebilir. Fraenkel, her fırsatta seçimle iktidara geldiklerini hatırlatan Nazilerin aslında bir “illegal devlet darbesi” ile iktidarı ele geçirdiğini bu tabloya dayanarak ileri sürer.
Türkiye’nin bu uğrakta olduğunu söylemek abartı sayılmaz. Uzun bir süredir hegemonyasını verimli biçimde işletemeyen iktidar, artık hegemonik olmaya çalışmaktan vazgeçmiş görünmektedir. Mecbur olduğu geçişi, yani iktidarda kalabilmek için yeni bir rejim ve devlet biçimine geçişi toparlayıcı bir hegemonik liderlikle değil hukuku askıya alan, muhalefeti kuralsızca ezen, sokağı şiddet ile disipline eden bir zor kullanımıyla sağlamaya yönelmiştir. Seçimi kazanamayacağını görünce seçimi anlamsızlaştırmış, hukukla ilerleyemeyeceğini anlayınca hukuku askıya almış, nihayetinde siyaset alanına hakim olamayacağını fark edince siyaseti bir kenara bırakıp sadece yönetmekle yetinmiştir. En kaba tabiriyle zor ile rızanın özgül bileşiminden oluşan hegemonya yerine, baştan sonra zora dayanan bir darbe mekanizmasını devreye sokmuştur. Marx’ın 1848’in Fransız burjuvazisinin ağzından dile getirdiği gibi, boğucu bir yasallığın demir çemberini kırmak, anayasal bir cumhuriyeti imkansızlaştırmaktır artık gündemde olan.[4]
Esasında Türkiye’de iktidarın bir hegemonya krizi içerisinde olduğu uzun zamandır söyleniyor. Bu krizin en kolay ulaşılabilen göstergesi seçim sonuçları ve geri döndürülemeyen seçmen desteği olsa da daha yapısal görünümleri de söz konusu. Ayrıca AKP iktidarının ilk dönemi ile 2013-2015 sonrasındaki ikinci dönemi arasında çarpıcı bir farklılık da saptanabilir. Her ne kadar kitlelerin manipülasyonunu amaçlayan bir ideolojik söylem olsa da AKP kendisini sistemin ezilenlerini ve mağdurlarını temsil eden, müesses nizam karşısında alttakilerin tepkisini siyasallaştıran bir konuma yerleştiriyordu. Bu söyleme son veren Gezi Direnişi oldu. Gezi Direnişi ile birlikte AKP’nin ve Erdoğan’ın toplumun demokratik arzusunun temsilcisi olduğu fikri terk edildi. Erdoğan, artık demokratik arzunun temsilcisi değil onu bastırmakla sorumlu olan, hatta onu bastırdığı için başarılı bulunan otorite olarak konum aldı ve yeni hegemonik söylem iç/dış düşmanlar ile beka sorunu çerçevesinde inşa edildi. Bu haliyle bile yeni hegemonik söylemin esasında zora dayalı bir yönetme pratiğinden ibaret kalacağı ilk bakışta anlaşılabiliyordu. Nitekim, son 10 yıldır krizlerini söyleminin hegemonyasıyla değil devlet şiddeti ve siyasal alanın yargı eliyle denetimi yoluyla aşmaya yöneldi.
Bu tür bir iktidar tarzının en önemli açmazı uzun süreli olamamasıdır. Diğer bir deyişle, böylesi bir iktidar ya ileri doğru sıçrayıp sistemi bütünüyle dönüştürmek ya da kendisine yönelik birikmiş tepkiyle yüz yüze gelmek zorundadır. 19 Mart’ta olan budur. Ve bu haliyle, tam da Gramsci’nin tanımladığı gibi bir hegemonya krizidir.
Bu kriz ya egemen sınıfın önemli bir siyasal girişimde (örnekse, savaş) geniş kitlelerin rızasını talep etmede ya da zorla almada sergilediği başarısızlıktan ötürü, ya da büyük kitlelerin (özellikle köylüler ve küçük burjuva aydınların) aniden siyasal edilgenlik durumundan belli bir etkinliğe geçmelerinden ve organik olarak formüle edilmese de bir arada alındığında devrime giden yolun taşlarını döşeyen talepleri ortaya atmalarından ötürü gerçekleşir. Bir ‘otorite krizinden’ söz edilmektedir: bu, tam tamına hegemonya krizidir ya da bir bütün olarak devletin krizidir.[5]
Sadeleştirirsek, egemenin geniş kesimlerin rızasını alamaması, büyük kitlelerin harekete geçmesi, bu hareket anında ortaya atılan dağınık ve kendiliğinden taleplerin devrimci arzunun içeriğini işaret edecek kadar enerji biriktirmiş talepler olmasından söz ediliyor. Saray Rejimi zora dayanan bir yönetme tarzına yöneldikçe zaten “geniş kesimlerin rızasını alma” beklentisini asgariye indirmişti. Şiddet, rızasına ihtiyaç duyulmayan toplum kesimlerini etkisizleştirmek için yeterliydi. Ancak bu “suni denge” tek bir varsayıma dayanıyordu ki, o da “büyük kitlelerin aniden siyasal edilgenlikten çıkmamaları” idi. Tıpkı 18 Mart’a kadar yolunda gidiyor gibi görünen işlerin 19 Mart itibariyle tepe taklak olmasında olduğu gibi.
İç Sömürge Rejimi
Ancak bir yanlış anlamaya izin vermemek gerekiyor. Saray Rejimi’nin içine girdiği yönelim, önünde duran geçişi sürecine kitlelerin rızasını alamadığı için başvurduğu, deyim yerindeyse tıkanıklığı açmak için devreye soktuğu geçici bir yönelim değil. Bu yönelim, sadece yeni bir rejime geçişi sağlaması beklenen araç değil, bir anormallik ya da sapma da değil, tam da o yeni rejimin bizzat kendisi olarak anlaşılmalıdır.[6] Bu yeni rejim, siyasetin ve siyaset aracılığıyla da toplumun tümüyle sömürgeleştirildiği bir yeni Türkiye’dir.
Burada “iç sömürge rejimi” tanımlamasını, William Shoki’nin Aimé Césaire’den ödünç aldığı biçimde, yani “içe dönük emperyal prosedürler” anlamında kullanıyorum.[7] Bu tür bir rejim, savaş prensiplerinin iktidar eliyle ülke içine yansıtılması, “emperyal mantığın eve geri dönüşü” olarak anlaşılabilir. Dolayısıyla, bu rejimde iktidar, sadece söylemsel olarak değil pratik olarak da dost/düşman ayrımına göre konum alır. Artık yönetimin, yargının, kamusal hizmetlerin kendisine hiza alacağı çizgi yurttaşlık gibi anayasal tanımlardan geçmez. Bunun yerine yasal olarak hiçbir statü ifade etmeyen ama ideolojik bir adlandırma olarak devreye sokulan ve iktidarın çıkarlarına göre çevresindeki her şeyi bükebilen bir dost/düşman perspektifi geçerli olur.
Burada, Nazizmin ve özel olarak da dost/düşman perspektifinin teorisyeni diyebileceğimiz Carl Schmitt’in vurgusuna dikkat çekmemiz gerekiyor. Schmitt’e göre düşman, illa rakip değildir. İktidara muhalefet eden, hatta kararlı biçimde muhalefet ediyor gibi görünen karşıtlar bile düşman sayılmayabilir. Gerçek düşman, “insanlardan oluşan bir bütün karşısında mücadele eden benzer bir bütündür.”[8] Schmitt’in “mücadele eden” sözlerini vurgulaması hayli anlamlı, çünkü bize gerçek düşmanın rejimin sınırları içerisinde hareket etmeyen, bu anlamda “sınır ötesinden gelen bir saldırgan” olarak görülen özne olduğunu anlatıyor. Diğer bir deyişle, siyasetin ve siyaset aracılığıyla toplumun sömürgeleştirildiği bir rejimde, bir araya gelip kolektif bir irade oluşturan, yani “mücadele eden bir bütünlük” halini alan özne, tam da bu adımı attığı anda sınırın ötesine geçmiş olur ve düşman hukukunun ve muamelesinin kapsamına girer.
Bu kadar çok “sınır” sözcüğünün kullanılması, bu rejimin son derece kati kurallara, belirgin sınırlara, tanımlanmış normlara sahip olduğunu düşündürmesin. Esasında olan şey, her tür kuralın, sınırın, normun keyfileşmesi; yokluk kipinde mevcut olması ya da her an yeniden tanımlanıp bir sonraki adımda yürürlükten kaldırılması; kısacası, tek kuralın, sınırın ve normun iktidarın kendisi olduğu bir egemenlik modelinin inşasıdır. Bu, tam anlamıyla, bir iç sınırı olmayan egemenliktir. İktidarda kalmak için yapabileceklerini sınırlayan hiçbir içsel kuralın ya da normun bulunmadığı bir küre tarzı yönetimdir. Burada iktidar, sadece siyasetin alanını sınırlayan çizgileri tanımlar ve bu sınırın dışında kalan ya da dışına düşen her konum yargıya/polise havale edilir. Bu sayede siyaset, iktidara karşı ve iktidarı ele geçirmek için yürütülen bir mücadele olmaktan çıkarılır. Aksine, siyaset, iktidarın iktidarda kalmasını sağlamak üzere ayarlanmış bir iktidar pratiğine dönüşür. Söylemeye gerek yok, bu pratiğe dahil olmayı kabul ettiği sürece muhalefetin varlığına da seçimlerde yarışmasına da engel olunması gerekmez.
Bu noktadan itibaren daha somut biçimde konuşabiliriz. 31 Mart seçiminden sonra CHP tarafından girilen “normalleşme” yolunun bir sonuç vermeyeceğini, daha doğrusu iktidara kendisini toparlamak ve nihai darbeyi indirmek için zaman kazandırmaktan başka bir sonuç vermeyeceğini birçok kez söyledik.[9] Bu yönelim, niyetlerden öte, “bir iç sınırı olmayan” iktidarın böyle bir sınırı tanıyacağı varsayımı nedeniyle hatalıydı. Oysa Saray’ın masasında pişen plan, tam tersine, siyaseti bir bütün olarak yutmak ve böylece egemenliğin tesisini devletin tepesinde toplanmış güç ağının tekeline vermekti. Bu, tam da yukarıda değindiğimiz şeyin, eğer sınırın dışına çıkmayacaksa muhalefete izin verilebilecek olan iktidar biçiminin inşasıydı. “Normalleşme” denemesinin CHP’ye verdiği zarar son haftalarda zaten görülüyor. Ancak daha önemlisi ve 19 Mart itibariyle halkın beklenmedik biçimde “olaya el koymak” üzere sahneye çıkışının da işaret ettiği şey, bu yolla halkın da siyaset alanının tamamen dışına çıkarılması idi.
Halkın siyaset alanından dışlanması son sürecin bir özelliği değil elbette. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de neoliberal dönüşümün öncelikli amaçlarından biri budur. Bununla hedeflenen, öncelikle işçi sınıfının silahsızlandırılması, onun kapitalist sömürü ve piyasa ilişkilerinin şiddeti karşısında tamamen savunmasız bırakılmasıdır. Neoliberalizm, sadece sermaye için özgür ve boş bir alan yaratmak değil, toplumun bütünüyle piyasanın kurallarına bağlı kılınması ve buna uygun bir iktidar mantığı ile yönetilmesidir yani.[10] Ancak, işçi sınıfı sadece emek gücü sahibi bir bedenden ibaret olmadığı, aynı zamanda çeşitli süreçler içerisinde toplumsallığı ve siyasallığı da deneyimlediği için sınıfa yönelik bu saldırının devlet, yurttaşlık ve kamusallık ilişkisini hedef alması da kaçınılmazdı. Neoliberalizmin işçi sınıfına saldırısının bir veçhesi de yurttaşlığın siyasal değerini ve mahallini imha etmesiydi.[11]
İşte Saray’ın rejim inşasını yeni bir evreye, belki de nihai evreye taşımak için başvurduğu bu iç sömürgeleştirme yönelimi, neoliberalizmin halkı siyaset alanından uzaklaştıran mantığından da el alarak ve onu faşizme doğru genişleterek kılıcını attı. Eğer bu adım amacına ulaşırsa, Saray, sadece önümüzdeki seçimde kendisini zorlayacak güçlü bir rakibi tasfiye etmiş olmayacak, esas olarak rejim ve devlet biçiminin dönüşümündeki en kritik eşik atlanmış olacak. Halkın bu tehlikeyi CHP’den daha hızlı ve berrak biçimde görmüş olması ise son dönemin yegane sevindirici gelişmesi olarak değerlendirilecek.
İki Toplum Tahayyülü
Siyaset meydanını bir şimşek gibi yalayan halkın sahneye çıkışı işte bu tabloda kendiliğinden gerçekleşti. Bu “olay”ın en çarpıcı yanı, iktidar aygıtları tarafından yenilgimizin örneği olarak sürekli burnumuza sokulan Gezi Direnişi’nin hala oralarda bir yerlerde yaşadığını göstermesi oldu. Gezi’nin yenildiği ve bir daha dirilmeyeceği laflarının, iktidarın ideolojik saldırısının başarı hanesine yazılması gereken bir safsata olduğu görüldü. Ve bu “öğrenilmiş yenilgi”nin 10 yılda muhalefete neler kaybettirdiği, en azından hala tutuklu bulunanların vebalini taşıdığı da yüzümüze vuruldu.
Elbette 19 Mart’tan bu yana gözlenen direniş dalgası ile Gezi Direnişi arasında belirgin farklar var ve bunları birbirine indirgemenin hiçbir anlamı olamaz. Zaten Gezi’nin yaşamaya devam etmesi, 2013’teki dinamizmin kendisini bir yerlerde sakladığı anlamına gelmiyor. Yaşayan şey, Saray’ın saldırısı ile birlikte muhalefetin de beyhude hayallere kapıldığı bir anda halkın kendi kaderini kendi ellerine alma iradesi. Diğer bir deyişle, Gezi ile Saraçhane arasındaki ortaklık ve Türkiye’nin damarlarında atmaya devam eden nabız, her iki hareketin ortaya çıktığı boşlukta, bu boşluğa verilen tepkide bulunabilir.
Bu, adlı adınca, iki farklı toplum vizyonunun, iki farklı dünya arzusunun, iki etik-politik perspektifin mücadelesidir. Hem Gezi’de hem de Saraçhane’de, Saray Rejimi’nin zor yoluyla inşa etmeye giriştiği otoriter kimliğin karşısına kendi tarihsel ve toplumsal deneyiminden süzdüğü kolektif kimliği çıkaran bir yurttaş iradesine tanık olduk aslında. Kendi şahsında mutlak otoriterliği kutsayan ve iktidarın güç alanında birleşmenin güvencesini bir lütuf olarak dağıtan millet tahayyülüne, bir kez daha, eşitlikçi, özgürlükçü, adaleti ve hukuku toplumsal güvenin temeline yerleştiren, üzerinde yaşadığı ve bir süredir bir tür iç sömürge haline dönüştürülmüş yurdu yeniden kendisine ait kılmak isteyen bir yurttaşlar-olarak-toplum tahayyülü tarafından meydan okundu.
Bu iradenin güncel olarak hiçbir kaynağa, merkeze, yönlendirici ya da örgütleyiciye sahip olmaması sanıldığından daha önemlidir. Evet, bu özelliği uzun vadede hareketin konsantrasyonunu ve yönünü kaybetmesine neden olabilir. Ancak, en azından sökün ettiği o ilk anda hiçbir dışsal iradenin çağrısına ihtiyaç duymamış, hatta CHP’nin iradesini aşıp onu da peşine katmış olması Türkiye’nin tarihsel birikimine ve toplumsal dinamiklerine dair gözden kaçmaması gereken bazı hususlara işaret ediyor. En önemlisi, Türkiye’de cumhuriyet fikrinin neredeyse tamamen aşağıdan ve halkçı biçimde yorumlanmasının, yeniden üretilmesinin ve bunun Saray Rejimi’ne olduğu kadar kapitalist sömürü düzenine karşı da sivriltilmesinin olanaklarına ışık tutuyor. Ve, elbette, bu konuda sosyalistlere düşen görevin altını çiziyor.
Her türlü kendiliğinden hareketin karmaşık, zaman zaman tutarsız, hatta birbirine zıt talep ve özlemleri dile getirmesi, hedef ve motivasyonları barındırması kaçınılmaz. Bilhassa, bir tür toplumsal patlama tarzındaki kendiliğinden hareketler, her biri kendi özel talebine sahip olan farklı toplum kesimlerinin tek bir talep etrafında bir araya gelmesinin, tüm taleplerin tek bir talep lehine ikincilleşmesinin örneği olurlar. Fakat harekete bir cüsse ve güç kazandıran bu özellik, aynı zamanda onun bir stratejiden, pozitif bir programdan yoksun oluşunun göstergesidir. Nitekim, sokaklarda ve meydanlarda görülen birçok imge, esasında bir programın, kurucu toplumsal ilkenin eksikliğini anlatıyor.[12]
Tam da bu nedenle, hareketi kendiliğinden imgelerin psikolojik sınırlarına indirgememek, hareketi onun kullanmak zorunda kaldığı yapılandırılmış dil ile değil yöneldiği iktidar alanı ve pratikleri ile değerlendirmek gerekir. Söz konusu imgeler, içeriği değil içeriğin kendisini dışa vurduğu semptomları ifade etmektedir çünkü. Ezilenlerin dilinin çarpık, tutuk ve çoğu zaman egemenden ödünç alınmış sözcelemelerle dolu olduğu bilinen bir gerçek. Dolayısıyla, hareketin ortaya çıktığı uğraktaki sınıfsal ilişkilerin ve güç dengesinin, yani hareketin bir tepki olarak ve şimdilik bir tepki biçiminde doldurduğu o karanlık boşluğun çözümlenmesi ve buradan pozitif bir siyasal-toplumsal programın çıkarılması şart. Söz konusu semptomlar bu tür bir programın yokluğunu anlatmanın ötesinde, ancak böylesi bir programın yaratılması sayesinde kendi hakikatleriyle buluşup çözülürler zira.
Ekmek, Haysiyet, Hakikat
İktidarın yaşadığı hegemonya krizi, onun çaresizleştiği anlamına gelmiyor. Her şeyden önce zorun belirleyici gücü hala iktidarın elindedir ve zoru işlevsizleştirmeyi başaran direnç korunamazsa o kendi hükmünü yine kurar. Dahası, Saray, sırtını dayadığı toplumsal güç ile çeyrek asrı bulan derin ve bağımlılık boyutu çok belirgin bir ilişkinin tarafı. Bu gücün hızla dağılacağı, Saray’ın tabanının tek bir hamlede çözüleceği beklentisi de gerçekçi olmaz. Velhasıl kriz, eğer bir başka hakikat tarafından derinleştirilmezse pekala bir fırsat olarak da iş görür.
İşin bu tarafı, bize sadece direnmenin yetmeyeceğini, aynı zamanda kurucu bir irade inşa etmenin gerekliliğini gösteriyor. Zaten bu direnişin iktidara karşı ayağa kalkarken muhalefete de dirsek atıp kendine alan açmasının arkasında bu durum yatıyor: Muhalefetin halka kurucu bir irade ve onun anlatısını sunamaması. Direnişin bir süre sonra takatini kaybedip bir boşluk tarafından yutulması endişesi. Paradoksal olan ya da öyle görünen ise, aynı boşluğun böyle bir anlatının inşa edilebileceği yeri de işaret etmesi.
Çünkü o boşluk yıllardır duyulmayan çığlıkların, görülmeyen perişanlığın, ortaklaşılmayan kederin gözleri önünde açıldı. O boşluk, sadece iktidar tarafından değil muhalefet tarafından da yalnız bırakılan, horlanan, azarlanan insanların tasasıyla yaratıldı. Bastırılmak istenen her şey o boşluğa tıkıştırıldı, o boşlukta boğuldu. Bastırılanın geri dönerken o boşluktan fırlaması, o boşluğun karanlığından doğması tesadüf değil.[13]
Boşuna da değil.
Kimse için değilse de sosyalistler için hangi yöne bakmak, hangi dala tutunmak gerektiğini gösteriyor. Bir kurucu iradenin, ekmeği ve haysiyeti buluşturan bir hakikat söyleminin, direnişi bir bedene olduğu kadar bir akla da kavuşturacak işlemin malzemesini işaret ediyor.
Bu görev hakkıyla yerine getirilebilirse Türkiye’nin dipsiz gibi görünen bu karanlıktan kurtuluşu ufukta belirir. Ve işte o zaman bir kez daha “an gelir.” Şarabın gazabından da kırmızı zafer bayrakları gönderlere çekilir.
[1] Theodor W. Adorno, Yeni Sağ Radikalizmin Veçheleri ve Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?, Çeviren: Şeyda Öztürk – Tarhan Onur, Metis Yayınları, İstanbul, 2020, s.49. [2] Ernst Fraenkel, İkili Devlet – Diktatörlük Teorisine Bir Katkı, Çeviren: Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul, 2021, s. 35. [3] Ernst Fraenkel, a.g.e., s. 311. [4] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850, Çeviren: Erkin Özalp, Yordam Kitap, İstanbul, 2016, s. 168. [5] Antonio Gramsci, Gramsci Kitabı – Seçme Yazılar 1916-1935, Çeviren: İbrahim Yıldız, Dipnot Yayınları, Ankara, 2012, s. 267. [6] Kemal Can, “Her Yer Saraçhane Oluyor mu?”, Medyascope, 23 Mart 2025 medyascope.tv/2025/03/23/kemal-can-yazdi-her-yer-sarachane-oluyor-mu/ [7] William Shoki, “Bu Yaşanan Faşizm mi?”, e-komite, 3 Nisan 2025 e-komite.com/2025/bu-yasanan-fasizm-mi-william-shoki/ [8] Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, Çeviren: Ece Göztepe, Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s. 59. [9] Can Soyer, Yeni Yılın En Önemli İşi, Ayrım, 4 Aralık 2024 www.ayrim.org/dosya/yeni-yilin-en-onemli-isi/ [10] Başak Coşkun, Neoliberal Özne ve İktidar – Foucault’nun İzinde Güncel Bir İnceleme, NotaBene Yayınları, İstanbul, 2019, s. 85. [11] Wendy Brown, Halkın Çözülüşü – Neoliberalizmin Sinsi Devrimi, Çeviren: Barış Engin Aksoy, Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s. 47. [12] Cenk Saraçoğlu, “Ülkeyi Yurt Kılmanın Peşinde: 2025 Baharından Geleceğe Bakmak”, Ayrım, 7 Nisan 2025 www.ayrim.org/guncel/ulkeyi-yurt-kilmanin-pesinde-2025-baharindan-gelecege-bakmak/ [13] Yaren Selin Acar, “Bastırılmış Olanın Sesi, Kurulmamış Olanın Boşluğu”, Ayrım, 2 Nisan 2025 www.ayrim.org/guncel/bastirilmis-olanin-sesi-kurulmamis-olanin-boslugu/