Bolşevik milletvekillerinden Badayev, partinin tüm organları ve üyelerinin ajitasyon ve propaganda çalışmalarına yön veren üç talepten söz eder: 8 saatlik işgünü, büyük toprak sahiplerinin topraklarına el konulması, demokratik cumhuriyet.[1] Paul Le Blanc da bu üç talebin esasında Bolşeviklerin temel stratejisinin özünü yansıttığını ileri sürer: Çarlığı yıkacak demokratik bir devrim için işçi-köylü ittifakı.[2] İşte bu üç talep, dünyayı sırtında taşıdığına inanılan üç balina hakkındaki mitolojik bir anlatıya referansla sıklıkla “Bolşevizmin üç balinası” olarak adlandırılır.
1917’nin Şubat’ına, hatta Lenin’in Rusya’ya dönüşünü beklememiz gerekirse Nisan’ına kadar Bolşevik stratejinin temeli olarak adlandırılabilecek bu çerçevenin doğruluğu ya da yanlışlığı değil bu yazının konusu. Burada ilgileneceğimiz konu, bir stratejinin siyasal talepler dizgesine dönüştürülmesi sırasında sergilenen işlem. Evet, burada bir işlem var ya da var olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Çünkü siyaset, özellikle de toplumsal ölçekteki siyaset stratejinin kendisi, ideolojinin kendisi, hatta kuramın kendisi değil, bunların özgün bir çerçeve içerisinde somutlanması anlamına geliyor. Ve görünen o ki, bu her zaman sanıldığı kadar kolay bir işlem olmuyor.
Hele de Türkiye gibi siyasal ve toplumsal sorunların muazzam fazlalık gösterdiği ülkelerde belirli bir strateji ve bu stratejiyi yansıtan sadeleştirilmiş talepler ekseninde siyaset yapma tarzına bağlı kalmak hayli zor. Zor ama yine de imkansız değil; dahası, imkansız olmanın ötesinde bir gereklilik de.
***
Bu konuyu tartışmak için kuram, strateji ve siyaset arasındaki ilişkinin bazı içerimlerinden söz edilmesi gerekir. Bunun için Marx’ın çok bilinen sözünü burada bir kez daha hatırlayabiliriz: “Somut güç, ancak somut güçle yenilebiliyor; ama teori de, yığınları sarar sarmaz, somut bir güç durumuna geliyor.”[3] Dikkat edilirse, burada Marx, yığınların kuramı kavramasından ya da içselleştirmesinden değil, kuramın yığınları sarmasından söz ediyor. O halde, bu nasıl olacak? Soruyu biraz daha keskinleştirelim: Marksizm gibi oldukça üst düzey yöntemsel ve kuramsal yapıya sahip bir sistem nasıl olur da geniş yığınlara nüfuz ederek “somut bir güç” haline gelebilir?
Bunun, Marksizm hakkında şimdiye kadar binlercesi yazılmış ders kitaplarıyla ya da eğitim seferberlikleriyle olmayacağı açık. Çünkü konunun özü, kuramın yığınlara nasıl belletileceğinden çok kuramın yığınlara nüfuz edebilmek için nasıl başkalaşacağı hakkında. Sınıf mücadelelerinin deneyimi aracılığıyla biliyoruz ki, kuramın yığınlara nüfuz etmesinin, böylece “somut bir güç” haline gelmesinin biricik yolu siyaset. Diğer bir deyişle, kuramın yığınları sarması, böylece somut ya da aynı anlama gelmek üzere devrimci bir güç haline gelmesi için kendisini siyasetin biçimine bürümesi gerekir. Kuram ile yığınlar arasındaki ilişki, ancak bir aracı terimin varlığı ve işlevi ile kurulabilir. Sık sık vurgulandığı gibi, Marksizmin kendisini gerçekleştirme biçimi siyasettir ve bu yüzden kuram hem tarihsel hem de özgül bağlamlarda sürekli olarak bu başkalaşımdan geçmek durumundadır.
Bu noktada birkaç yardımcı saptamaya başvurmak zorunda kalırız. Birincisi, kuramın siyasetin biçimine bürünmesi ancak ve sadece belirli bir zaman-mekan bağlamında düşünülebilir. Haliyle, bu işlemde karşılanması gereken ilk koşul özgül bir toplumsal formasyonun özgül bir konjonktürdeki yapısını kavramak, meşhur deyimle “somut durumun somut analizi”ne ulaşmaktır. İkincisi, bu işlem mutlaka açık ve ilkesel düzeyde tanımlanmış bir nihai hedefin ortaya konmasına dayanmalıdır. Bu anlamıyla nihai hedef, salt bir etik beyan değil esas olarak somut durumun somut analizinin hatlarını koruyacak bir düzenleyici ilkedir. Üçüncüsü, bu işlem özgül bağlamın ve nihai hedefin somut biçimleriyle ortaya konulmasıyla yetinmeyip bu ikisinin arasındaki boşluğa yerleşecek özneyi de çözümlemeye dahil etmelidir. Çünkü birisi verili olarak, diğeri de düşünülmüş somut olarak ortaya konan ilk iki belirlemenin birbirine kavuşması, kendisini bu somutluk içinde tanımış, bu somutluktan doğan görevlerini bilince çıkarmış ve gelişimini bu somutluk içerisindeki potansiyellere bağlamış bir özne olmadan imkansızdır.
Bu üç başlıkta elde edilen sonuçların toplamına strateji denmesi gerekiyor. Yani, belirli bir toplumun belirli bir döneminin somut çözümlemesini; o toplumun geleceğindeki nihai hedef olarak sosyalizm ilkesini; ve, toplumu bugünkü durumdan gelecekteki hedefe götürecek olan öznenin perspektifini içeren bütünlük bir strateji oluşturur. İşte bu strateji, kuramın siyasetin biçimini alması olarak tarif ettiğimiz işlemde hangi taktiklerin, hangi taleplerin, hangi girişimlerin asli ya da tali, kısa vadeli ya da uzun vadeli, müzakereye açık ya da kapalı olduğunu, aralarında nasıl bir hiyerarşi ve önceliklendirme bulunduğunu vb. tayin etmeye yarar. Elde bir stratejinin olmadığı durumda, kuram ile siyaset ilişkisinin doğru ve tutarlı biçimde kurulması söz konusu olamaz.
***
Burada tekrar Lenin’in balinalarına dönebiliriz. Söylemeye gerek yok ama, Bolşeviklerin sadece bu üç talebe sahip olduklarını ileri süremeyiz elbette. Rus toplumunun içinde siyaset yapan bir özne olarak karşı karşıya kaldıkları hemen her siyasal ve toplumsal sorun hakkında söz üreten bir partiden söz ediyoruz. O dönemlerde Lenin’i sadece emek gündemleriyle ilgilenmek yerine siyasal ve toplumsal sorunlara yöneldiği için “sınıf partisi” kimliğini sulandırmakla suçlayanlar Menşeviklerdi.[4] Lenin’in buna yanıtı ise, bir sınıf partisi değil “hegemonya partisi” olmanın gerektiğiydi.[5] Haliyle, Lenin’den ve Bolşeviklerden kendilerini üç adet talebe sıkıştırmalarını beklemek gerçekçi olmaz.
O halde bu üç talebin, “üç balina”nın anlamı nedir? Basitçe, Rus çarlığının ve kapitalizminin verili konjonktürün koşulları içerisinde karşılayamayacağı ve Bolşeviklerin Rus halkı ile düzen arasında keskin bir taraflaşma yaratabileceği talepler olması. Lenin, Rusya’da kapitalizmin gelişiminin tarihsel özgüllükleri nedeniyle Rus burjuvazisinin Rus otokrasisine bağımlı olduğunu, bu nedenle Rus otokrasisinin temel gücü olan çarlık ve büyük toprak sahipleri ile çatışmaktan kaçındığını, beklenen ya da vaat edilen “burjuva devriminin” de egemen fraksiyonların süreç içindeki kaynaşması sonucunda ortaya çıkacak ılımlı dönüşüme indirgendiğini çok erken dönemde görmüştü. Bu tabloda, işçi ve köylülerin kazanımlarına olduğu kadar otokrasinin devrimci yoldan yıkılmasıyla erişilecek bir demokratik cumhuriyet ihtimaline de yer yoktu. Özetle, düzenin veremeyeceği demokratik cumhuriyeti düzenin hiçbir şey veremeyeceği işçiler ile düzenin hiçbir şey veremeyeceği köylülerin ittifakı ile kazanmak gerekiyordu.
Tam da burada siyasetin doğasına dair bir gözlemi paylaşmalıyız. Belirli bir zaman-mekan bağlamına ait siyaset ile onu ifade eden stratejinin evrensel düzeyde inşa edilmesi mümkün değildir. Bu özgül bağlam sadece siyasal eyleme bir çerçeve çizmekle kalmaz, aynı zamanda siyasetin ve stratejinin de özgüllüğünü dayatır. Çünkü siyaset denildiğinde, emek ile sermaye çelişkisinin ötesinde, belirli sınıfsal ilişkilerin tarihsel ve güncel koşulları, sınıfların karşılıklı bilinç ve mücadele düzeyleri, toplumsal yapının geçirdiği dönüşümler ile bunların kitlelerin bilincinde tuttukları yer, siyaset alanını düzenleyen kurumsal güçlerin etkinlikleri gibi çok sayıda özgül belirlenim devreye girmektedir.
Terry Eagleton’ın siyasetin yola koyulacağı “kusursuz” bir nokta olmadığını söylemesinin anlamı buradadır.[6] Her toplum, geçmişten bugüne uzanan ve son derece özel ve ayrıksı yanlar da taşıyan birikimin yarattığı özgül bir formasyondur. Ancak özgüllük sadece tarih tarafından inşa edilmemiştir; aynı zamanda verili bir toplumun şimdi’si de kendi özgüllüğünü ve elbette kendi “kusurluluğu”nu düzenli biçimde üretir. Ve her siyasal hareket, tam da bu şimdi’den hareket etmek zorundadır. Hatta, hareket için yola koyulmanın da ötesinde, hedeflediği geleceği verili şimdinin getirip bıraktığı koşullar ve olanaklarla yaratmak durumundadır. Eğer siyaset, kendisine ön gelen koşullar altında yapılıyorsa, siyasetin hammaddesi de bu nesnellik içerisinden çıkacak demektir.
***
Lenin söz konusu olduğunda özel bir anlam ve önem kazanan hegemonya yaklaşımı da bu noktada devreye girer. Çünkü, siyasetin kendisine ön gelen koşullar altında yapıldığı ve hammaddesini de bu koşulların yarattığı nesnellik içerisinden çıkardığı söyleniyorsa, bunun ilk sonucu siyasetin etkin bir burjuva hegemonyası altında yapılıyor olduğudur. Yani siyasetin alanı, halihazırda özel bir hegemonyanın koşulladığı alandır. O halde, burjuva hegemonyasının zayıflatılması ve yığınların ona olan tabiyetinin kırılması siyasetin öncelikli hedeflerinden olmak zorundadır.
İdeolojilere ve ideolojik mücadeleye verilen aşırı önem, burjuva hegemonyasına karşı mücadelede pedagojik yollara başvurmayı getirmiş olsa da konunun esası yığınları mevcut hegemonyanın sınırları içinde tutan siyasal bağlanımı ortadan kaldırmak olarak görülmelidir. Burjuva hegemonyası, ideolojik anlamda, tahmin edilenden daha geniş ve esnek olabilir. Ancak, burjuvazinin siyasal egemenliği, özellikle de kriz dönemlerinde, oldukça katı ve dışlayıcı olmak durumundadır. Hegemonyayı zayıflatacak ve kitleleri onun dışına çıkaracak yollar, burjuvazinin siyasal egemenliğinin dışlamak zorunda kaldığı taleplerin radikalleştirilmesiyle açılır. İşte tam bu nokta, siyasetin asli rolünü oynadığı yerdir. Demek ki, siyasetin başlıca rolü, mevcut koşullar altında kapitalist siyasal egemenliğin karşılayamayacağı taleplerin radikalleştirilmesi ve bu yolla hegemonik bütünlüğün çatlatılmasıdır. Lenin’in üç balinası bu yaklaşımın bir örneği; ancak tek örneği değil: Ekim Devrimi’ne giden muazzam günlerde yığınları saran “ekmek, toprak, barış” talepleri de aynı türdendir.
Dikkat edilirse, bu taleplerin hiçbiri, özel olarak sosyalist talepler değildir; hatta toprak reformu toprakta küçük mülk sahipliğini anlattığı için basbayağı burjuva nitelikte bir taleptir. Dolayısıyla, salt genel ve burjuva açıdan bakıldığında bir kapitalist hegemonyanın ideolojik olarak dışlamak zorunda olduğu talepler olduğu da söylenemez. Oysa, ideolojiler alanı bakımından böyleyse de siyaset söz konusu olduğunda tablo tam tersine döner. Dönemin Rus kapitalizmi, içinde bulunduğu koşullar çerçevesinde ve kendi siyasal egemenliğini sürdürmek zorunluluğu altında halka ne ekmek ne toprak ne de barış sunabilecek durumdadır. Ekmek, toprak ve barış, kapitalizmle tanımı gereği uyumsuz talepler oldukları için değil, somut durumda kapitalist egemenlik tarafından karşılanması imkansız olduğu ve bu nedenle de dışlanması gerektiği için radikalleşmiş ve nihayetinde kapitalist egemenliğin yıkılmasına giden devrimci yükselişi beslemiştir. Bu talepler, sosyalizmin insanlığa vaatlerini en iyi biçimde temsil ettikleri için değil, en temel insanca yaşam koşulları için bile toplumsal yapının baştan sona değişmesi gerektiğinin mecazı haline geldikleri için yıkıcı bir güç kazanmıştır.
Bu yanıyla siyaset, sınırlı ya da tikel de olsa bir talebi, eğer burjuvalar kendi çıkarlarına aykırı görmeseydi mevcut koşullar içinde bile kolaylıkla uygulanabilir olan bir talebi, tüm toplumun yararına olacağı genel kanı tarafından kabul edildiği için meşru görülen ama sermaye egemenliğinin mevcut yönelimi tarafından imkansız hale getirilen bir talebi örgütlemek, onu harekete geçirmek ve kapitalizmin siyasal egemenliğini işlemez hale getirmektir diyebiliriz. Bu tür bir çatışmada açığa çıkan tikelin şiddeti, esasında, burjuva hegemonyasının doğallık iddiasını damgalayan lekedir; onun kendi kendisiyle özdeş olmasının ve kendi üzerine kapanarak tamamlanmasının imkansızlığını işaret eden semptomdur. Haliyle, kapitalist egemenliğe karşı mücadelede siyasetin rolü, bu türden semptomlarla özdeşleşmeyi[7] ve onları birer silaha dönüştürmeyi içerir.
***
Bütün bunları Türkiye ve günümüz açısından, yani özgül bir bağlam içerisinde düşünerek bazı tahminlere, kestirimlere, hipotezlere ulaşmamız mümkün.
Türkiye’de köklü bir siyasal ve toplumsal dönüşümün sorumlusu sayılması gereken AKP iktidarının, yaşadığı ve yaşattığı tüm sorunlara rağmen iktidarda kalabiliyor olması salt seçim sonuçlarıyla, gündem belirleme kapasitesiyle veya muhalefeti manipüle edebilme becerisiyle açıklanabilir değil. Aksine, bunlar neden olmaktan ziyade birer sonuç olarak görülmeli. Bu tablonun açıklamasını bulacağımız düzlem Türkiye kapitalizminin yönelimleri, dünya emperyalizminin beklentileri ve AKP iktidarının gündemlerinin bir sinerji yaratacak biçimde örtüşebilmesi ve her kriz uğrağında bu örtüşmenin yeniden üretilebilmesidir. Haliyle, Türkiye’nin AKP iktidarı boyunca geçirdiği ve geçirmekte olduğu dönüşüm, dinci-faşist özlemlerin rengini taşımakla birlikte buna indirgenebilir olmaktan uzaktır. Bu dönüşüm, aynı zamanda ve esas olarak Türkiye kapitalizminin tüm fraksiyonları için aşırı karlılık, vahşi sermaye birikim koşulları, yeni pazarlara yayılma imkanları sunulması ve bütün bu imkanları kullanırken de olası her toplumsal tepkinin ve itirazın simgesel ve fiziksel şiddet ile baskı altına alınmış olması anlamına geliyor.
Böylesi bir tablodan güçlü bir iktidar çıkması mümkündür elbette, ancak düzenin çatlaklarının giderilmesi, yeni çatlakların belirmemesi mümkün değildir. Sosyalist hareket gibi düzen karşıtı güçlerin de gözünü öncelikle buralara, düzenin çatlaklarının bir kriz niteliğine bürünebileceği alanlara dikmesi gerekir. Türkiye gibi bir ülkede siyaset alanını ve eylemini sadeleştirmek imkansız denecek ölçüde güç. Dahası, kimsenin kendisini bir deri bir kemik kalana kadar kurutmasına, ülkenin geniş ve çoklu gündemi karşısında ketumlaşmasına gerek de yok. Gerek yok, ama sosyalist hareketin siyaset alanını ve eylemini, buradaki gündemleri ve talepleri kendi öncelikleri açısından tasnif etmesinin önünde bir engel de yok. Belki daha açıklayıcı tanımlar da önerilebilir, ama bu yazı çerçevesinde “programatik talepler” ile “stratejik talepler” biçiminde bir tasnifi kullanabiliriz.
Sosyalist hareket hem kuramsal birikimi hem de tarihsel deneyimi ile oldukça güçlü ve bütünlüklü bir siyasal-ideolojik yaklaşıma sahip. Bu yaklaşımın içinde toplumun gündemine giren hemen her konuda ne söylediği, neye karşı çıktığı, ne önerdiği az çok belli ve öngörülebilir. Yepyeni sorunlarla karşılaşıldığında ise yine kuramsal ve tarihsel birikimine dayanarak, programından hareket ederek ortaya bir talep ya da çözüm atması zor değil. Zaten sosyalist hareketin gündelik pratiğinde olan da bu. Zaman zaman “gündem yoğunluğu” gibi şikayetlere konu olsa da Türkiye’de mücadele etmek bu koşuşturmayı kabul etmek anlamına geliyor. Toplumun karşısına çıkan her gündemde, her sorunda, her çatışmada sosyalistlerin kendi taleplerini, kendi çözümlerini ve kendi itirazlarını dile getirmesi kaçınılmaz. Özetle, Türkiye’de sosyalist hareketin masasında “programatik talepler” başlığı altında kalın bir dosya hep var olacak.
Öte yandan, siyaset alanını bu biçimde, yani düz ve perspektifsiz bir bakışla gördüğümüzde herhangi bir öncelik, tasnif, hazırlık kurgulanması da imkansız hale gelir. Ne stratejiden ne de “stratejik talepler”den söz etmek mümkün olur. Oysa sosyalist hareketin kendisine ait bir stratejiyi takip etmesi, taktiklerini bu strateji temelinde geliştirmesi, siyasal söylemini bu yaklaşıma uyumlu bir biçimde ağırlıklandırması ve kolektif emeğini planlı bir hazırlığa dönüştürmesi her açıdan önem taşıyor. Sosyalist hareketin lunaparklarda farklı deliklerden çıkan kurbağalara yetişmeye çalışan bir çocuk gibi telaşlı değil de içinde bulunduğu fırtınanın gözünün nerde olduğunu bilen bir öznenin kararlılığına sahip görünmesi; sosyalist kadroların da angarya işçisi gibi yorgun değil de tarihin çarkını kıracak devrimci misyonun taşıyıcısı olan militanlar olarak hissetmesinin yolu böyle bir stratejik yaklaşıma sahip olunmasından, onun ısrarla takip edilmesinden geçer. Bu, inanıştaki gibi dünyayı değil, ama sosyalizm mücadelesini sırtında taşıyan balinalara ihtiyacımız olduğu anlamına gelir.
***
Nasıl? Öncelikle Türkiye’de sosyalist hareketin mevcut gelişme derecesi ve imkanları açısından bakıldığında, bir stratejik yönelimin ilk hedefinin sosyalizm düşüncesini ve mücadelesini kitleselleştirmek, sosyalizmi toplumsal bir güç haline getirmek olduğunu söyleyebiliriz. Bu hedef için, çeyrek asra uzanan mevcut iktidarın ve giderek kökleşen Saray Rejimi’nin sona erdirilmesi, bu sırada sosyalist hareketin kendi kitleselliğini yaratabilecek kararlılıkta ve yaratıcılıkta mücadele yürütmesi vazgeçilemez, küçümsenemez, ertelenemez bir gereklilik olmayı sürdürüyor. Diğer bir deyişle, Saray iktidarı ile mücadeleyi salt “programatik talepler” eksenine ve mantığına daraltmamak, bu mücadeleye net bir “stratejik talepler” perspektifiyle yaklaşmak gerekiyor. Bir başka açıdan bakarsak bu, yani “büyüyen rahatsızlıkların politik temsilciliğini üstlenmek, tepkilerden üretilecek taleplere önderlik etmek”[8], sosyalist hareketin savunmacı bir siyasal özne olmaktan çıkmasının, kazanımlar biriktirmesinin de biricik yoludur.
Kendi misyonunu ve imkanlarını bu perspektif içinden değerlendiren bir sosyalist hareketin, yapılanması ve yönelimi gereği mevcut düzenin karşılayamayacağı, karşılamak şöyle dursun kendisini bizzat bu alanlardaki saldırganlığı ile var ettiği için yığınlar ile sürekli bir çatışma içinde olacağı başlıkları araması eşyanın doğası gereği. Buradaki yaklaşım ise, bu çatışma başlıklarının en genel düzeyde emek, sosyal adalet ve rejim konularında bulunabileceğidir. Emek, sosyal adalet ve rejim sorunları çerçevesinde inşa edilmiş bir strateji, bu stratejiden hareketle üretilmiş talepler (yani, balinalar) sosyalist hareketin toplum içinde bir taraflaşma yaratabileceği, bu taraflaşmadan devşirdiği güçle iktidarın kriz üreten çatlaklarını derinleştirebileceği başlıklardır.
Bu başlıkların içeriğinin neleri kapsadığını uzun uzun örneklemeye gerek yok; bu başlıklardan üretilecek başat taleplerin neler olacağı ise ancak kolektif bir tartışma sürecinin sonunda belirlenebilir. Bu yazının niyeti ihtiyaç duyulan yaklaşımın tarif edilmesiyle sınırlı. Bir de daraltıcı yaklaşımlardan, olgusal ve dinamik olan yerine kitabi ve şematik şablonlardan uzak durmak gerektiğini hatırlatmakla. Aksi takdirde, emek dendiğinde yüz yıl önce rafa kaldırılmış ekonomizmin canına rahmet okutan; sosyal adalet dendiğinde mahkeme kararlarının tefsiri içinde yolunu unutan; rejim dendiğinde bir “deus ex machina” gibi sahneye ineceği düşünülen devlet aklından medet uman tahlillerin görüş alanımızı iyice karartması kaçınılmaz olur.
Oysa somut durumun getirip önümüze bıraktığı görevler de hayli somuttur: Radikal bir etik-politik strateji ile bu stratejinin yığınları sarmasını sağlayacak temel taleplerin inşası. Sayısının üç mü beş mi olacağı önemsiz, ancak Bolşevikleri sırtlanan balinalara bizim de ihtiyaç duyduğumuz şüphesiz.
[1] A. Y. Badayev: Çarlık Dumasında Bolşevikler, Çeviren: Bülent Daş, Kor Yayınları, 2024. [2] Paul Le Blanc: Lenin: Responding to Catastrophe, Forging Revolution, Pluto Press, 2023. [3] Karl Marx: Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yayınları, 2009, s. 201. [4] Lars T. Lih: Lenin’i Yeniden Keşfetmek, Çeviren: Melih Pekdemir, Ayrıntı Yayınları, 2018, s. 197, 575. [5] V. İ. Lenin: “Rus Sosyal-Demokrat Hareketi İçindeki Reformculuk”, içinde Marx, Engels, Marksizm, Çeviren: Vahap Erdoğdu, Sol Yayınları, 2019, s. 293-294. [6] Terry Eagleton: Why Marx Was Right?, Yale University Press, 2018, s. 71. [7] Slavoj Zizek: Kırılgan Temas, Çeviren: Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2006, s. 291. [8] Doğan Ergün: “Bir Yelken Problemi: Örgütün Rüzgarı, Rüzgarın Örgütü”, Ayrım, 25.06.2024 (https://www.ayrim.org/guncel/2024-bir-yelken-problemi-orgutun-ruzgari-ruzgarin-orgutu/)