Bundan çok değil yaklaşık 10 yıl önce dünyanın pek çok ülkesi birbiri ardına gelen halk isyanlarıyla sarsılırken sol kamuoyundaki teorik-politik tartışmaların odağında çok hızlı bir kayma yaşanmıştı. Yıllardır sermayenin neoliberal saldırısının yarattığı karanlık tabloyu anlamaya, teşhir etmeye odaklı akıl, kısa bir dönemliğine de olsa bir ihtimal olarak ufukta parlamış olan “devrimi” tartışmak üzere seferber ediliyordu. Konu devrimdi; ve elbette yüzler “ne yapmalı” sorusuna yanıt aramak üzere dünya tarihindeki en sarsıcı devrim momentlerine, 1789’a, 1848’e, 1870’e ve 1917’ye çevrilmişti.
Aradan 10 sene geçti; ve tersi bir tabloyla karşı karşıyayız. Konumuz “faşizm” ve üzerinde yeniden düşünmek zorunda kaldığımız şey ise modern tarihin en yıkıcı karşı-devrimci saldırısının gerçekleştiği iki dünya savaşı arası dönemin Avrupası. On sene önce 21. yüzyılın devrimini ve sosyalizmini tartışmaya koyulan sol, bugün 21. yüzyılın “faşizmini” anlamlandırmaya çalışıyor. Bu durum, kuşkusuz, son 10 yıl içinde, başta Avrupa olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde çoğunlukla göçmen düşmanlığı üzerinden palazlanan bir dizi şoven-milliyetçi parti ve hareketin “marjinal” bir akım olmanın ötesine geçerek iktidara yerleşmesi ya da güçlü bir iktidar seçeneği haline gelmesi ile ilgili.
“Aşırı-sağ”, “neo-faşist” gibi sıfatlarla anılan bu hareketler, örneğin Avrupa’nın en büyük üç ülkesinde siyasete damgasını vuracak konuma gelmiş durumda: 2012 yılında kurulduğunda üzerine çok kolaylıkla “faşist” sıfatının yapıştırıldığı İtalya’nın Kardeşleri Partisi bugün iktidarda ve kurucusu ve lideri Giorgia Meloni ise başbakanlık koltuğunda oturuyor. 2013 yılında kurulduğunda neo-nazi bağlantıları açıkça konuşulan Almanya için Alternatif (AfD) Partisi ise oylarını her geçen yıl arttırarak bugün neredeyse Almanya’nın “ana muhalefet partisi” olma yolunda ilerliyor. Fransa’da ise, bilindiği gibi, bu ülkenin köklü neo-faşist hareketi Marine Le Pen liderliğindeki Ulusal Birlik’in parlamentoda çoğunluğu ele geçirmesi anti-faşist bir seçmen bloğunun bir araya gelmesiyle önlenebildi. Sadece Avrupa’nın üç büyük ülkesindeki durum başlı başına bu “faşist” sıfatıyla anılan hareketlerin siyasette güçlü ve kalıcı bir yer edindiğini göstermek için yeterli. Halihazırda iktidarda olan benzerlerinin Macaristan’da olduğu gibi devlete nüfuz edecek konuma gelmiş olmasından ve Donald Trump’ın geri dönüşünden bahsetmiyorum bile…
Bu durumun siyasal haritanın tümünde bir süredir bazı “kaymalar” yarattığını özellikle Avrupa siyasetindeki bazı gelişmelerden anlayabiliyoruz. Bu yükseliş bir yandan merkezdeki siyasal partileri, yerlerini koruyabilme kaygısıyla “aşırı-sağın” çizgisine yaklaştırıyor. Sol/sosyalist siyaset içerisinde de son Avrupa Parlamentosu seçimlerinin akabinde Fransa’da söz konusu olduğu gibi seçimler düzleminde bir cepheleşme arayışını tetikliyor.
Fakat bunun da ötesinde faşist yükseliş sosyalist hareketleri yeni stratejik yönelimler geliştirmeye zorluyor; sol siyasal haritada özgün ve tartışmalı konumlanışlara sahip yeni oluşumların ortaya çıkmasına yol açıyor. Bunu en bariz şekilde Die Linke’den koparak kendi partisini kuran ve son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aldığı %6,7 oyla Alman radikal solunu domine edeceği anlaşılan Sahra Wagenknecht’in (SWP) alışılagelmedik, “yerel yurtseverlik” anlayışında görüyoruz.[1] Ayrıca Fransa’nın bugün açık ara en güçlü radikal sol hareketi haline gelmiş olan Jean Luc Melenchon’un liderliğindeki Boyun Eğmeyen Fransa’nın sosyalist cumhuriyetçi-halkçı konumlanışı[2] da sosyalist siyasetin yükselen faşizme karşı geliştirdiği bir başka stratejik reaksiyon olarak öne çıkıyor. Her iki oluşum da 2010’ların başında yükselişe geçen Syriza ve Podemos gibi “sol-popülist” hareketlerle pek çok ortaklık barındırsalar da stratejik yönelimlerini ülkelerindeki faşist hareketlerin yarattığı basıncı göz önüne alarak şekillendirmeleri açısından diğerlerinden ayrılıyor.
Türkiye’deki sosyalist hareket açısından da “faşizm” tartışmalarının uzun bir süredir AKP’nin yönelimleri üzerinden yapıldığını biliyoruz. AKP uzun süredir yeni bir rejim tesisi girişimi içerisinde olduğundan buradaki faşizm ve strateji tartışmaları daha çok devletin bu parti eliyle dönüştürülmesi sürecinin anlamlandırılmasına odaklandı. Bu haliyle, Türkiye’deki faşizm tartışmalarıyla özellikle Avrupa’daki göçmen karşıtı faşist hareketlerin yükselişi üzerine olan tartışmalar arasında büyük bir açı söz konusuydu. Fakat son 10 yıl içerisinde Türkiye’de de göçmen karşıtlığı temelinde yükselen bir şoven-milliyetçi dalganın ortaya çıkması ve bunun siyasal/ideolojik haritada şimdiden somut değişimleri tetiklemesi nedeniyle solun “faşizmi” bir de Avrupa’daki tartışmalara yakınsayan bir eksende değerlendiren ve onun karşısında “ne yapmalı” sorusunun cevabını arayan bir tartışma içerisine girmesi kaçınılmaz gözüküyor. Başka yazılarla devam ettirmeye niyetlendiğim böyle bir tartışmaya girişmeden önce bugün global düzeyde yükselmekte olan göçmen karşıtlığına dayalı “günümüz faşizminin” genel özelliklerine dair bir çerçeve oluşturmak gerekiyor.
“Günümüz Faşizmini” Kavramlaştırmak
“Bugünün faşizmi” üzerine yapılan tartışmalara göz atıldığında neyle karşı karşıya olduğumuz konusunda büyük ihtilafların ve kafa karışıklıklarının var olduğu göze çarpacaktır. İhtilaf daha en başta söz konusu olgunun nasıl isimlendirilmesi gerektiği konusunda başlıyor. Faşizm yanında “post-faşizm”, neo-faşizm, “geç faşizm” “sağ popülizm”, “aşırı-sağ”, “alternatif sağ” gibi terimlerin aynı olguyu nitelemek için kullanılabiliyor oluşu, üzerinde uzlaşılmış bir tipolojiye sığdırılamayacak derecede değişken ve karmaşık bir gericilik dalgasıyla karşı karşıya olduğumuzun bir işareti.
Fakat bu kavramsal karmaşa yalnızca bahsettiğimiz aşırı-sağ dalganın bir ülkeden diğerine farklı özellikler sergilemesinden ve zaman içerisinde yeni farklı özellikler kazanmasından kaynaklanmıyor. Karmaşa aynı zamanda bugünün kapitalizmine özgü bir toplumsal/ideolojik bağlamda ortaya çıkan bu olgunun iki savaş arası dönemdeki klasik faşist hareket ve rejimlerin biçimsel özellikleri ile benzerlikler/farklılıklar ekseninde anlamlandırılmaya çalışılmasıyla da ilgili.[3] Günümüzün şoven-milliyetçi hareketlerindeki otoriter eğilimlere, lider fetişizmine, saflaştırılmış bir ulus arzusuna dikkat çekenler onun klasik faşizmin kılık değiştirmiş bir biçimi olduğunu, yaşadığımız sürecin bir faşistleşmeye tekabül ettiğini rahatlıkla ifade ediyorlar. Fakat, bu hareketlerin faşizmin alamet-i farikası addedilen içeride yıkıcı bir terör, dışarıda militarist yayılmacılık gibi mevcut uluslararası düzene karşı tahripkâr yönelimlere sahip olmaması, paramiliterleştirilmiş bir kitle tabanına yaslanmaması, İtalya ve Fransa’da olduğu gibi anti-semitizmden bilinçli olarak uzak bir görüntü sergilemesi gibi özelliklerini göz önüne alanlar ise “faşizm” nitelemesine şerh koyuyor, özel bir fenomen ile karşı karşıya olduğumuzu dile getiriyorlar. Klasik/orijinal faşizmin asgari düzeyde tanımlayıcı özelliklerinin neler olduğuna dair hiç bitmeyen tartışmaların da olduğu düşünüldüğünde bu kavramsal tartışma içinden çıkılmaz bir bulamaca dönüyor ve böyle bir karmaşa içerisinde bu yükselen şoven-gerici dalgaya karşı ne yapmalı sorusuna dair sarih, bütünlüklü/tutarlı stratejiler türetilemiyor.
“Günümüz Faşizminin” Üç Parametresi
Eğer, nihai derdimiz bugünün “aşırı-sağı” üzerine bir kavramsal netliğe ulaşmak üzere bir fikri egzersiz yapmak değil, onu doğru teşhis ederek, karşısında etkili bir siyasal tutum geliştirmek ise tartışmayı orijinal/klasik faşizm ile bugün “aşırı-sağ” olarak anılan hareketlerin “biçimsel” özelliklerinin karşılaştırılmasına dayalı bir hattan çıkarmak gerekiyor. Burada daha doğru bir yöntem bugünün “aşırı-sağ” hareketleriyle klasik faşizm arasındaki bağı a) her ikisini de besleyen siyasal/ideolojik zeminin ne olduğu, b) siyasal mücadelelerin seyrinde nasıl bir etki bıraktıkları ve c) kitlelerle hangi temelde bağ kurdukları üzerinden kurmak olabilir.
Yani her ikisinin de “nereden türeyip; nasıl bir etki bıraktıkları” düzlemindeki ortaklıklara odaklanmak, klasik faşizm ile bugünkü sağ hareketler arasında kurulan analojiyi bir entelektüel uğraş olmaktan çıkararak, siyasal eylemle bağlantılandırabilir. Klasik faşizmle yapılacak bir karşılaştırma bu sayede bugünkü şoven-milliyetçi dalgayı besleyen ideolojik/siyasal zemini dönüştürmek, sınıf mücadelesine dair yeni stratejiler geliştirmek ve çok geç olmadan şovenizmin tesirindeki kitleleri oradan koparabilmek konusunda “geçmişten bazı dersler” almamızı mümkün kılabilir.
Bu saydığım üç eksendeki kapsamlı değerlendirme tabii ki tek bir yazının sınırlarını aşacaktır. Fakat burada her üçüyle de ilişkili bugün üzerlerinde ağırlıkla uzlaşıldığını düşündüğüm bazı tespitleri ortaya koymaya çalışacağım.
Liberal Demokrasinin Çözülüşü Olarak Günümüz Faşizmi
Pek çok kez değinildiği gibi bugünkü faşizm dalgasının önlenemeyen yükselişi, “yurttaşların” birliğine dayalı ulusal birlik düşüncesinin neoliberalizmin hegemonyası ile birlikte artık sermaye için bir külfet haline gelerek çürümesi ve somut siyasal hayatta karşılığının kalmamasıyla ilgili. “Ortak iyinin” tesisini mümkün kılacak demokratik süreçlerde söz sahibi olması beklenen yurttaşların birliğinden oluşmuş bir ulusal bütünleşme ideolojisinin çözülüşünden bahsediyorum.
Bu çözülüş süreci kalkınmacı ya da refah devleti yapılanmasını çökerten ve yurttaşların birliğine dayalı organik olarak bütünleşmiş toplum ideolojisini boşa düşüren bir dizi emek düşmanı eğilimin ürünüydü. Kapitalist devlet, sermayenin kısa vadeli çıkarlarının güdümüne girerek düzenleyici sosyal fonksiyonlarını kaybetti. Yurttaşlar, piyasanın sarsıcı dalgalanmaları karşısında kendi kaderlerine terk edildi. Toplumu ilgilendiren özellikle iktisadi karar ve düzenlemeler, kamuoyunda tartışılmadan kapalı kapılar ardında şirket sahiplerinin gereksinimlerine göre hazırlanıp dayatıldı. Bu yüzden devlet kurumları, toplumun bütününü bağlayan ortak bir değerler sistemini yeniden üretme işlevini yerine getiremedi. Bu süreçte, hak ve sorumluluk sahibi yurttaşların birliği olarak ulusun egemenliği ideolojisinin yeniden üretimi imkânsız hale geldi.
Bugün özellikle Batılı kapitalist ülkelerde, kendilerine artık organik olarak bütünleşmiş bir toplumun bir yurttaşı olarak değil piyasanın dalgalanmaları karşısında başlarının çaresine bakmaları beklenen bireyler olarak muamele edilen geniş halk kesimleri “liberal-demokrasinin” kurumlarının ve elitlerinin hiçbir karşılığı olmayan güya birleştirici telkinlerine değil faşist sağın kendilerini yeniden değerli, güvende ve güçlü hissettiren yabancı düşmanlığına dayalı “ulusal birlik” çağrılarına kulak verdiler.
Sahte Düzen Karşıtlığı Olarak Günümüz Faşizmi
İkinci olarak, günümüzün faşist hareketleri solun/sosyalist siyasetin kimi çekirdek ideolojik temalarını kendisine eklemleyerek, bunları karşı-devrimci bir siyasal hat içerisinde çarpıtarak ve bu yüzden de sol siyasetten alan ve kitle çalarak büyüyor: Milliyetçi böbürlenmeden ve hamasetten ibaret sahte bir “anti-emperyalizm”, sermaye sınıfını değil geleneksel siyasi elitleri ve kurumları karşısına alarak hedef şaşırtan bir sahte “düzen karşıtlığı”, yoksullaşmanın ve güvencesizliğin kıskacı altındaki emekçilere seslenen ama onları göçmenlerle/mültecilerle ya da içeride “globalizm” zehrine bulaşmış bilumum “iç düşmanla” karşı karşıya getirmeye çalışan sahte bir sınıf vurgusu.
İki savaş dönemindeki faşizmin yükselişi için söz konusu olduğu gibi sol siyasetin ideolojik çekirdeğindeki en temel vurguların gerici siyasal akım ve figürlerin elinde “oyuncak” olabilmesi karşısında sosyalistler haklı olarak meydanın nasıl bu kadar boş bırakıldığını sorgulamaya başladılar. Acaba, madun kimliklerin tanınması ve özgürleşmesi gündemine odaklı bir solcu aktivizmin hegemonyası nedeniyle, sol siyaset emek gündemini ve düzen karşıtlığını “sağın” insafına terk edecek derecede boşlamış olabilir miydi? Eğer böyleyse, yapılması gereken şey belliydi: Solun bir zamanlar söz sahibi olduğu ama bugün “kimlik siyasetinin” başatlığıyla geri planda kalmış sınıfsal gündemleri yeniden öne çıkarmak ve bugünkü değişen yapısı içinde bütün katmanlarıyla sınıfa gitmenin, onunla yeniden bağ kurmanın yollarını keşfetmek. Kapitalizmin egemenliğini sürdürdüğü her koşulda bir sol hareketin benimsemesi zaten zorunlu olan bu çabanın faşizmin sosyalist siyaset ile işçi sınıfı arasında bir set oluşturduğu ve özel bir ideolojik mücadele gerektiren koşullarda tek başına ne kadar yeterli olabilir? Bunun yanıtını, bugünün faşizminin üçüncü parametresi olan “ulusal bütünleşme vaadinin” kitleler üzerindeki etkisi bağlamında tartışmamız gerekiyor.
Bir Bütünleşme Vaadi Olarak Günümüz Faşizmi
“Günümüz faşizmi” toplumdaki umutsuzluk, belirsizlik, öngörülemezlik ve geleceğe dair güvensizlik havasının varlığında tüm bunların sorumlusu addedilen düşmanlara karşı bütünleşmiş bir “milli/ulusal/dinsel birlik-bütünlük” vaadinin cazibesi sayesinde kitleleri “tavlayabiliyor”. Farklı coğrafyalarda bambaşka görünümlere sahip olsalar da bugünün şoven-milliyetçi hareketlerini yatay kesen ve bunları aynı düzlemde değerlendirmemizi mümkün kılan esas şey hepsinin de neoliberal dönemde parçalı/kozmopolit görünümü normal ve hatta “norm” haline gelmiş topluma[4] şu ya da bu temelde yeniden “organik bütünlüğe” kavuşma vaadini sunmasıdır. Sarsılmaz bir bütünlük vaadi klasik faşizm için de geçerlidir; fakat faşizmin bir yanda Bolşevizmin diğer yanda liberal cumhuriyetçiliğin “bütünleşmiş toplum” vizyonlarına meydan okumak zorunda kaldığı dönemdekinden farklı olarak bugünün aşırı-sağ hareketleri parçalarına ayrılmış toplumu bir araya getirecek bir “birlik” iddiasının temsiliyeti konusunda neredeyse rakipsizdir.
Bugün, karşımızda yalnızca öfkeyi başta göçmenler olmak üzere “yabancı” addedilen tüm gruplara yönlendirerek depolitize etmekle kalmayan, aynı zamanda kitleleri yeni bir aidiyet hissinde, kimlikte sabitleyen, Slovaj Zizek’in tabiriyle “halkı halkla afyonlayan” bir eğilim bulunuyor. Kitlesel göçler, ekolojik yıkım, emek piyasasını altüst edebilen teknolojik yenilenmeler ve en sonunda buna eklenen salgın hastalıklar gibi ulusal hükümetlerin tek başına yönetmekte zorlandığı meseleler karşısında “günümüz faşizminin” formülü oldukça basittir: “Halkın” devleti şu yoz elitlerin elinden kurtarması, kozmopolit parçalılığa karşı “ulusun/milletin” öz değerlerinin etrafında bütünleşilmesi ve devletin egemenliğini yeniden tesis ederek her türlü musibetin sorumlusu olarak görülen göçmenlere sınırları kapatması.
O halde solun, eleştirildiği gibi “kimlikler” siyasetine angaje olmasıyla siyaset alanında bıraktığı boşluk yalnızca sınıfın gündemlerinin yeterince temsil edilememesinden ibaret değil. Aynı zamanda, kapitalizmin bugünkü neoliberal aşamasının yarattığı parçalanmışlık ve belirsizlik karşısında “bütünlük” ve güvenlik arayışının sahipsiz bırakılmasıyla da ilgili.
“Günümüz faşizminin” cazibesi de tehlikesi de tam da burada beliriyor. Bu cazibeli bir çıkış, çünkü dünyanın bu karmaşık ve belirsiz hali karşısında “biz”in kimlerden oluştuğuna, düşmanın kim olduğuna ve ne yapılması gerektiğine dair “ilkel” olduğu oranda sade yanıtlar veriyor; onlara dünyanın tekinsizliği karşısında kolaylıkla benimsenebilir, rahatlatıcı yeni bir bilişsel şema sunuyor. Bu aynı zamanda tehlikeli, çünkü merkez burjuva siyasetinin bir “bütünlük” projesi öneremeyecek derecede neoliberalizme teslim olup itibarsızlaştığı ve farklılıkların tanınmasına odaklı sol/sosyalist hareketlerin de toplumun etrafında bütünleşeceği ortak bir “etik-politik” çerçeve, bütünleyici bir kurtuluş projesi ortaya koyamadığı bir durumda faşizm yalnızca küçük burjuvaziye değil, klasik faşizm döneminde olduğundan çok daha güçlü bir şekilde işçi sınıfına da nüfuz edebiliyor.
Faşizmin bütünlük vaadine seküler siyaset alanından güçlü bir yanıt verilmediği, tek güçlü alternatifinin dinsel fanatizm olduğu bir dünyada, sınıf mücadelesi ve sosyalizm fikrinin temelindeki “insanlığın ortak kurtuluşu” düşüncesinin toplumsal zemini tahrip oluyor. Günümüz faşizmi bu açıdan, insanlığın tümünü bağlayan özlemler ve değerler temelinde kurulabilecek alternatif evrenselci bir birlik-bütünlük tahayyülünün önüne son derece sert, zihinsel bir set çekiyor. Bu cazibesi ve tehlikesiyle, günümüz faşizmi solun gündeminin en başlarında yer almayı kesinlikle “hak ediyor”.
Karşıt Bir “Bütünleşme” Mümkün mü?
Peki, eğer “günümüz faşizmi”, kitlelere yalnızca öfke ve umutsuzluğun ajitasyonu sayesinde değil aynı zamanda kendilerini güçlü ve güvende hissedecekleri bir “bütünlük” vurgusu ve buna eşlik eden cazibeli bir “ulusal birlik” iddiası üzerinden nüfuz ediyorsa, sol ne yapmalı? İlk akla gelen şey, haklı olarak, aşırı sağın kitlelere sunduğu şoven ulusal birlik mitosunun faşizme kapıları ardı ardına açacak tehlikeli bir ideolojik manipülasyon olduğunu vurgulamak, toplumun ilerici kesimlerini ve ezilenlerini faşizme karşı mücadelede ortaklaşmaya çağırmak olacaktır. Ya da günümüz faşizminin çekimindeki kitlelere öncelikle sınıf siyaseti ve emek gündemi üzerinden tesir etmeye çalışmak gibi dünyanın her yeri ve bütün zamanları için geçerli olabilecek stratejiler önerilebilir. Fakat bunlardan ibaret bir siyasi pratik, neoliberalizmin derinleştirdiği parçalılık, bireyselleşme, güvencesizlik ve öngörülemezlik karşısında kitlelerdeki güvenlikli bir bütünün parçası olma özlemine yanıt vermekten uzak kalacak, günümüzdeki faşist hareketler bu yakıcı arzu üzerinde tepinmeye devam edecektir.
Yazının başında zikrettiğimiz Almanya’daki Sahra Wageknecht’in ve Fransa’da da Melanchon’un benimsedikleri yeni ve birbirinden farklı siyasal stratejiler esasında günümüz faşizmin bu “ulusal birlik” vaadinin çekiciliği karşısında topluma soldan başka bir birlik projesi önermeye yönelik son derece tartışmalı bir çabanın izlerini taşıyor.
Boyun Eğmeyen Fransa ve SWP birbirinden farklı siyaset tarzlarına, toplum vizyonlarına ve politika önerilerine sahip iki hareket olmakla birlikte bunları ortaklaştıran bir yön bulunuyor. Her iki hareketin de çıkış noktası, bugün sağ faşist siyasetin ancak sol/sosyalist siyasetin damgasını taşıyan yurtseverliğe dayalı bir başka “birlik” projesinin örgütlenmesiyle geriletilebileceği ve sol/sosyalist siyasetin ancak bu şekilde kitleler nezdinde güçlü bir alternatif haline gelebileceği düşüncesidir.
Lakin bu iki hareketin “toplumsal birliğin” ne temelde inşa edileceğine ve savunulacağına dair farklı fikri ve stratejik öncüllere sahip olması onları sınıf mücadelesi içerisinde bir sonraki yazıda tartışacağım iki farklı konuma sürüklemiş gözüküyor. İki hareketin karşılaştırmalı analizinin bugün neoliberalizmin yarattığı yıkım ve yükselen faşizm karşısında halkçı bir birlik projesini savunmanın risklerine ve olanaklarına dair Türkiye için de anlamlı olacak bazı ipuçları sunduğunu düşünüyorum. Bir sonraki yazıda SWP ve Boyun Eğmeyen Fransa hareketlerini yakın plana alarak sağ popülizme ve muhafazakârlığa prim vermeyen, sınıf uzlaşmacılığına savrulmamış ve evrenselcilikle ve enternasyonalizmle bağı kopmamış bir yurtseverliğin ve halkçılığın sol/sosyalist siyaset için hangi koşullarda ve ne derece mümkün olduğunu ve bunun faşizmle mücadelede ne anlam taşıdığını tartışmaya çalışacağım.
[1] Kevin Ochieng Okoth “Aufstehen’s Popular Revolt: Local Patriotism and ‘Left Behind Left’ https://salvage.zone/aufstehens-populist-revolt-local-patriotism-and-the-left-behind-left/ [2] Jean-Luc Melenchon “Cumhuriyetçi Proje Mevcut Liberalizmin Önünde Engeldir”, https://laborans.org/Article/Details/80 [3] Bir örnek için bkz. Enzo Traverso, “Post Fascism: Fascism as a Transhistorical Concept”, Crisis and Critique, 1:1, 2024, 161-173. [4] Nancy Fraser, "The End of Progressive Neoliberalism", Dissent 2.1, 2017.