Marx’ın deyişiyle, kapitalizmin nihai sınırı sermayenin kendisiyse, tepede biriktikçe biriken sermayenin sınırı da demokrasinin sınırını gitgide daraltıyor. Bize verilmiş olan, içinde yaşadığımız şu demokrasiden söz ediyoruz. Sosyalistlerin bu ülkede altmış yıldır canhıraş savunageldiği, çok önceden masaya yatırmamız gerekirken ihmal ettiğimiz. Bu yüzden artık kanserli hücrelerini temizlemek neredeyse olanaksız. Bizimki kadar kötü olmasa da bu demokrasinin anayurdunda üç çocuktan biri açlık sınırındaymış, okuduğumda bana bile şaşırtıcı geldi. Biz de bu ülkede istediğimiz gibi bir demokrasiyi bir gün bile yaşamadık. Demokrasinin adını anarken artık onun adına utanıyorum.
Peki sırtımızı duvara dayayıp onun çürüyüşünü izleyecek miyiz?
Marx ve Engels bir dizi yeniliğin burjuva demokratik devrimiyle getirildiğine işaret ediyordu. Başlangıçta bu vardı. Mülkiyeti köhnemiş sınıflardan alıp ileriye bakan sınıfın eline veren, yeni bir toplum biçimi ve düzen kurmayı amaçlayan, eski ayrıcalıkları yıkıp ilerlemeden yana yeni bir ayrıcalıklı sınıf yaratan, akılcılığı aydınlanmanın kapısına getiren, yeni bir medeni hukuk yaratan, sanayinin halinden hoşnut olanların galebesi.
O halini gözlerimizin önüne tam getirebiliyor muyuz… sanmıyorum. O günler çok uzakta kaldı, o burjuvazi öldü, köprünün altından akan demokrasinin suyu çekildi çekilecek. Artık bugün düzenleyici, bütüncül ve –neden olmasın– yüzleri güldüren bir yeni demokrasi düşüncesi ortaya koymamız gerekiyor.
AKP-MHP faşizan iktidarının geriletilmesi, artık yok edilmiş anayasal düzenin, hukukun egemenliğinin ve eşitliğin geri kazanılması, siyasal ve demokratik hak ve özgürlüklere uygulanan şiddetin hayatımızdan çıkarılması, ırkçılığın bu toplumun mayasından kazınması, ekonomik demokrasinin halkın refahı için bütün unsurlarıyla geri alınması, yoksullukla mücadele için adil bölüşüm temellerinin ve hukukunun yeniden yaratılması. Bunların demokrasi içinde kazanılabileceğini, kazanılması gerektiğini anlatmak gibi bir görevimiz var. Ne kadar zor olursa olsun – ve neye karşı? Kapitalist devletin büyük sermayeyi koruyan neoliberal kalkanları kırılmadan kazanılamayacağına göre, elbette demokrasiyi hiçleştiren devletin otoriter, faşizan odaklarına karşı.
Uzak hedefimizi ufukta görüyoruz, yeni demokrasi yakın hedefimiz. Eskimiş olan iyiden iyiye yozlaştığı için faşist darbeler bile o demokrasiyi büsbütün ortadan kaldırmaya gerek görmüyor. Bir grup edepsiz generalin silahlarını kuşanıp yaptığı darbeden sonra demokrasiyi temsil eden parlamentonun korunması, –ve uygun bir arada– seçimlerin yapılması sıradanlaştırılıyor. Biz bu işe yaramaz demokrasiye katlanmak yerine onu değiştirmeyi, onunla işlenen suçları unutmak yerine onları hatırlatmayı, onu bize dayatıldığı gibi kabul etmek yerine yepyeni bir demokrasi hayal etmeyi öneriyoruz.
Demokrasi bilinen sistemlerin en az kötüsü denmiş. Bildik bir söz ama bu ülkede bu söz bile neredeyse anlamını yitirdi. Onun özellikle 1990’lardan sonra daha hızlı bir yozlaşma sürecine girdiği, 11 Eylül’le birlikte Batı’nın kapitalist devletlerinin fırsat bu fırsat özgürlükleri kısıtladığı demokrasilerinde günlük hayatın da giderek zorlaştığı görülüyor. Batı’nın anlı şanlı demokrasisinin hali de yerlerde sürünüyor. ABD’de hapishane nüfusu 1970 başlarında savaş sonrasının en düşük rakamlarına ulaştıktan sonra, yüzde 500 artmış. Acaba niçin? İsrail de bir demokrasi ve Filistinlilere uyguladığı taammüden soykırım demek onun demokrasisine zarar vermiyor. Vaktiyle Vietnam savaşında milyonların katledilmesi ABD’nin, Cezayir’de işlediği yüz karası suçlar Fransa’nın demokrasisine de zarar vermemişti. Türkiye’nin benzer demokrasisinde de bugün hapishanelerde yaklaşık 300 bin tutuklu var…
Biz bilinen sistemlerin en az kötüsüne razı olmayı düşünmüyoruz. Stratejik hedefimiz açıklıkla gördüğümüz yeni demokrasiyi kazanmaktır. Sosyalist hareket için demokrasinin amaç mı araç mı olduğu gibi, çok yaptığımız bir tartışma vardı eskiden. Bugün bu tartışmanın üstü örtülü ama zihinlerde hâlâ durduğunu söyleyebiliriz. Sonunda her fırsatta silahları insanlara doğrultmanın temiz aracı değil mi demokrasi? Önce onu değiştirmemiz gerekiyor.
II
Temsili demokrasinin olmazsa olmazı seçimlerde yaşanan sahtelikler bizi bıktırmış olsa da seçimler var işte. Sosyalistlerin de uzun mücadele yolunda önlerine çıkan seçimlere adeta istemeden katılıyormuş gibi yapmasına gerek yok. Kendimizi küçük görmeyelim. Seçim döneminde tırmanan çalışmalar sosyalist bir partinin bütün örgütünü harekete geçirdiği, o güne dek bir örgüt deneyimi olmayan partililerin sokağa çıktıkça yeni bir deneyim alanıyla karşılaştıkları için önemli, hatta çok önemli. Seçim günü oy veriyoruz ve partimizin alacağı oyları kim merak etmez. Seçim sonuçlarının açıklandığı saatleri iple çekiyor, heyecanla bekliyoruz. Olur da partimizin aldığı oy beklenenin üstündeyse, bunun, parti örgütü üstündeki moral etkisi yanında, sahip olduğumuz toplumsal karşılığın somut ölçütü olduğunu da yadsıyabilir miyiz?
Türkiye İşçi Partisi’nin 14 Mayıs seçimlerinde, üstelik 87 seçim bölgesinin 54’ünde aldığı bir milyon oyun etkisinin böyle bir sonucu oldu. Ondan sonra bütün sosyalist partiler 31 Mart seçimlerine daha farklı bir istekle hazırlandı; düzen partileri –başta CHP– bir de Türkiye İşçi Partisi gibi bir sosyalist partinin varlığını göz önünde tutmak zorunda kaldı; kamuoyu araştırma şirketlerinin açıkladıkları sonuçlar arasında TİP’in sıralamalarda hep bir yerlerde görünmesi, kabul edelim ki bizim için de çekici oluyordur… Kısacası: Seçimler önemlidir.
Öte yandan bir toplumu oluşturan insanların birbirlerinden bağımsız davranırken eşit olduklarını düşünmelerini sağlayan demokrasinin –demek futboldan daha etkili bir afyon bu–, bunu en çok genel oy hakkıyla sağladığını da biliyoruz. Yönetenle yönetilenin sandık başındaki fotoğrafları eşitlik sanılıyor. İşimiz bu algıyı tersine çevirmek. Evet, güçlü bir demokrasi geleneği bulunmayan bizim toplumumuzun çoğunluğunda seçimler söz söylemenin en güçlü alanı olarak görülüyor. Biz böyle görmesek de toplumun ezici çoğunluğu böyle düşünüyor. Demek ki mücadelenin asıl alanı olan işyerlerinde, sokaklarda, alanlarda, fabrikalarda, grev ve direnişlerde söyleyeceğimiz sözlerin önümüzdeki yıllarda daha güçlü dile getirilmesi gerekiyor.
Bir yıl içinde iki seçim dönemini canla başla çalışarak, sorunlarını, yanlışlarını, coşkusunu ve elbette kırılganlığını yaşayarak geçirdik. Sonuçları değerlendirme biçimlerinin sosyalist bir partinin üyeleri arasında da farklı olabildiğini görüyoruz. Eski kuşaklardan partililer ile gençler ve örgüt deneyimi geçmişe dayananlar ile yeni parti üyeleri arasında bakış açısı, değerlendirme biçimi, eleştiri dili ve kullanılan ölçütler bakımından önemli farklar oluyor. Eskiler sorunu yalnızca partinin aldığı sonuçlara bakarak değil, bütün bir ülke siyasetine bakarak değerlendirmeye çalışırken genç ve parti yaşı genç üyeler daha çok partinin aldığı sonuca –oylara– ve yapılan yanlışlara bakarak değerlendirmeye yatkın. Kimileri için o değerlendirme dönemi –eksiğiyle fazlasıyla– bitti, şimdi önümüzdeki stratejik hedeflerin yeni taktik çalışmaları, politikaları var; kimileri de seçim dönemindeki yanlışlardan ve yaşadığımız gerilemeden henüz çıkamamış durumda.
İki seçim döneminin yaşandığı bir yıl içinde, bu acayip ülkenin siyasal koşullarına karşı Türkiye İşçi Partisi de önemli bir gelgit yaşadı. Önce kıyıya sanırım tam da umduğumuz güçte vuran dalga, sonra beklediğimizden daha güçlü çekilirken bize ait olanları da başka yere süpürdü. Bu arada seçim sonuçlarını kimimiz TİP açısından “başarısızlık” olarak niteledi, başarılı olunduğunu söyleyene de rastlamadım değil. Belki kendimize dönük eleştirilerimizi beklendiği düzeyde yapamadık. Bunların tümü olmuştur ama artık 31 Mart ertesinde kalamayız.
Bana kalırsa da 31 Mart seçimlerinin sonuçları Türkiye İşçi Partisi için başarısızlık değildi ama iyi değerlendirmemiz gereken bir gerileme yaşadık. Başarısızlık, aynı yanlışları, onlardan ders almadan yeniden yapmaktır. Kendimizi o zaman gerçekten başarısız sayabiliriz. Henüz aynı yanlışları yeniden yapacak kadar eskimedik de. Kaldı ki sosyalist hareketin bütünü için olduğu gibi, Türkiye İşçi Partisi’nin de çevresini, etki alanını genişletme ve büyüme potansiyelinin hâlâ güçlü biçimde var olduğunu düşünüyorum. Seçici bir gözle toparlayacağımız bütün verilerin algoritması sosyalist hareketin, –özel olarak söylersek– Türkiye İşçi Partisi’nin bu arada kaybettiklerini çok geçmeden yeniden kazanabileceğini, yeni bir büyüme sürecine girebileceğini gösteriyor. Bu potansiyeli değerlendirememek de yok mu, var, işte o zaman özellikle şu son iki yılda doğru mu doğru politikalar ve çalışmalarla çıktığımız yerden Sisyphos gibi geldiğimiz yere dönme tehlikesi de var ve bu tehlike yok sayılmamalı.
Önümüzde hem 2024 yılı için kısa dönemli iki önemli hedefimiz hem de 2028’e ve ondan sonrasına dönük uzun dönemli hedeflerimiz var.
2024’ün iki çok önemli sorunu hayatın büyük bir bölümünü kaplayacak kadar yaşamsal, dolayısıyla mücadele biçimlerimiz için pek çok olanak ve fırsat getiriyor. İlki önce Temmuz’daki, onunla da bitmeyecek, hemen altı ay sonra, Ocak 2025’teki ara zamlarla ilgili Haziran ve Aralık aylarında yoğunlaşacak mücadele. İkincisi de 20 milyon çocuğu, dolayısıyla yaklaşık 60 milyon yurttaşımızı ilgilendiren gerici müfredata karşı vermemiz gereken mücadele. Bu ikisine odaklanmak, bütün sosyalist hareketin işyerlerinde, fabrikalarda, okullarda, sokaklarda, alanlarda aktif, gerektiğinde sert mücadelesini gerektirebilir ve yıl sonuna kadarki bütün hedeflerimizi bu iki hedefe odaklayabiliriz.
III
Sonra önümüzde verili demokrasinin yerini alacak yeni demokrasi tasarımı için iki düzeyde –hem programatik hem eylem alanlarında– yapılacaklar var.
Türkiye’de seçimler var, çok partili bir rejim de var ama biz buna demokrasi diyemeyiz. Burada demokrasinin harcı bozulmuş. Kaldı ki kim bilir kaç seçimde ne hileler yapıldı, bugüne dek düzen partileri dışında kaç sosyalist ve devrimci parti kapatıldı. O bilinen, Batı’nın kalbinin atmasını sağlayan, geleneksel, temsili olduğu öne sürüldükçe sahteliği iyice açığa çıkmış, azıcık iyi yanı doygunluğa ulaşmış, yani artık yığınlara hiçbir şey veremeyecek duruma gelmiş, yıpranmış, zarar vermeye başlamış, kötücül demokrasi yerine biz yeni bir demokrasi tasarımı oluşturmalıyız.
Demokrasi denen şeyi doğru dürüst hiç yaşamadığımız için, yeni demokrasi dediğimiz şey de bir ütopya gibi görünebilir. Sokakta konuşunca görüyoruz: Bu ülkenin yurttaşlarının gelecekten beklediği neredeyse hiçbir şey kalmamış, tarifsiz bir kırık döküklük, ümitsizlik serpilmiş üstlerine, egemenlerin bilinen bütün ahlaki ölçütlerinin yok olduğunu görmek de gelecekle bugün arasındaki yarılmayı büyütüyor. Düpedüz ezilen insanlar ezici çoğunluk olduklarının bilincinde değil, yönetenler karşısında zayıf, çöküntü içinde duruyorlar. Ümidini tamamıyla kaybetmiş insanlar düzenin kölesi olduklarının bilincinde de olmaz. Demek ki kolay değil, elbette zor ve kısa sürede değil, uzun zamanda, bu durumu tersine çevirecek bir sabır –sabırsızca sabrederek– ve kararlılıkla uğraşmak gerekiyor.
Demokrasinin o eskimiş halinden çıkarılıp tamamıyla yenilenmesi, devletin demokratikleştirilmesi yolunda büyük adımlar atılmasını sağlayacağı gibi, sermayenin siyasal tekelinin kırılmasını da amaçlar. İstediğimiz demokrasi için büyük bir iddia gibi mi geliyor bu, yukarıda dediğim gibi, adeta bir ütopya mı? Sosyalizmi bir ütopya olarak görmeyi anlayabiliriz ama doğru dürüst bir demokrasiyi de öyle görmek, ancak umutsuzların psikolojisini gösterir, böyle bir yılgınlık içinde olamayız. Biz demokrasi için –son kırk yılda çok daha fazla– despot devlet anlayışına karşı olduğu kadar, doğrudan sermayeye karşı da mücadele etmemiz gerektiğini görüyoruz. İşçi sınıfı da ekonomik hakları için verdiği mücadelenin siyasal mücadeleyle çok yakın bir ilişkisi olduğunu devletin suratına bakınca her geçen gün daha iyi görüyor.
Ekonomik demokrasinin yeni demokrasinin ayrılmaz bir parçası oluşuysa bildiğimiz ama yeterince öne çıkarmadığımız bir sorun olageldi, artık böyle düşünmeliyiz. Bu konuda yapılmış tartışmaları atlamadan belirtelim bunu. Çünkü siyasal demokrasiden ekonomik demokrasiye geçişin –ikisini birlikte düşünmek anlamında– yanıltıcı olabileceği de öne sürülür. Kapitalizmin bazı siyasal reformlara kapıları açması, onun ekonomik reformları da pekâlâ kabul edebileceği algısını yaratmıştır. Gelgelelim bunun ileri kapitalist ülkelerde bir zamanlar –şimdi değil– mümkün olduğu görülmekle birlikte, bizimki gibi yeni vahşi dönemini yaşayan kapitalizm içinde söz konusu olmadığı kuşkusuz.
Bu arada CHP’nin neoliberal düzeni adım adım iyileştirme, yani neoliberalizmin içinde kalmayı seçen anlayışı, yeni demokrasi mücadelesinde onunla birlikte alacağımız yolun uzun olmayacağını, en azından sorunlu olacağını gösteriyor, bu da AKP-MHP iktidarına –ya da faşizan başka bir iktidara– karşı muhalefetin topyekûn davranma yeteneğini zayıflatıyor. Bu önemli bir sorun. CHP belki Erdoğan rejimiyle ortaklık yapmayacak ama her fırsatta yapabileceği uzlaşmalarla kendisini etkisizleştirebilir, bu da gene muhalefete yapacağı katkının frekansını ve katsayısını düşürebilir. Altmış yıldır değişmeyen CHP’nin bundan sonra da hakkını verdiği bir merkez partisi (sosyal demokrat bir parti) olmayacağını biliyoruz.
Biz kapitalizmi ve onun siyasal sistemini sınırlayan, ters yüz eden bir yeni demokrasi tasarımı öneriyoruz. Bu tasarı yalnızca verili demokrasinin alternatifi, yani daha iyisi değil, aynı zamanda ve daha önemlisi, yeni bir siyasal sistem önerisi. Öncelikle devleti, sonra onun bütün hegemonya alanlarını yenilemeyi amaçlıyor.
Biz nasıl bir yürütme istiyoruz, sorusuyla başlayalım. Başkanlık sistemi yerine parlamenter sistemin yeniden oluşturulmasını istiyoruz – tamam ama bu genel bir ilke, altını nasıl dolduracağız? Sonra devleti oluşturan öteki organlar: Yasama – örnekse seçim sistemi nasıl olacak da parlamento o seçimin sonuçlarına göre oluşacak? Güvenlik örgütü nasıl yeniden düzenlenecek: Ordusu – örnekse personel sayısı mı düşürülecek; polisi – örnekse ağır silahlardan arındırılıp görevi yeniden nasıl tanımlanacak; bekçi örgütü – dağıtılacak mı (kahverengi üniformalılar tam bir örgüt gibi düşünülmüş). Yargı – suç işlemiş yargıçlardan nasıl arındırılacak? Bürokrasi – halkı ezen işleyişi nasıl kolaylaştırılacak…
Bunları nasıl bir anlayışla yeniden düzenlemek istiyoruz ve devleti yukarıdan aşağıya yenilerken onun hegemonya alanlarını da yanı sıra düşünmek gerekir. Başta üç önemli alan: Eğitim, sağlık, barınma – üçü de çok kapsamlı ve ayrıntılı, en zor üç alan. Sonra sanayi, ticaret, tarım; sonra bütün sivil toplum alanları…
Bunların herhangi birinin yeniden nasıl düzenlenmesini istediğimiz sokakta bir parti üyesine sorulsa nasıl yanıt verebilir? Dilimizin ucundaki demokratik sözcüğünden ötesini söylemek kolay olmuyor. Aynı soru bana sorulsa, benim de anlamlı yanıtlarım yok. Bu alanların uzmanı değilim. Dolayısıyla yeni bir siyasal sistem yaratmak için önce her alanın uzmanlarının çalışacağı kurullar oluşturulmalı. Sonra da yeni demokrasi tasarımı, hiçbir alanını eksik bırakmadan, programatik düzeyde ayrıntılı biçimde ortaya konmalı. Sonra da adım adım, tek tek kazanılması için çok çeşitli mücadele yollarını kullanmak.
Öte yandan alınan kararlara halkın katılımının sağlanması – bildiğimiz demokraside hemen hiç yaşanmamış, bu ülkenin kör topal demokrasisindeyse gitgide yükselen katlarda hep yukarıdan aşağıya bakıldığı için düşünülmemiş bir ilke. Demek ki halkla doğrudan ilişki yolları nerelerden geçiyorsa oralarda kurumsal ve yasal düzenlemeler yapılmalı. Halkla doğrudan ilişki kurma olanaklarına çok daha fazla sahip olan belediyelerden başlayarak, büyükşehir, il, ilçe, belde belediyelerinin yasası halkın katılımını çoğaltacak biçimde yeniden düzenlenmeli. Valilerin ve kaymakamların halka baskı yapma aracı olmaktan çıkarılıp hizmet odaklı bir yönetim anlayışının hukukunu oluşturmak da ikinci adım.
Son yirmi yılda devletin giderek daha çok kullandığı dijital izlemeyle bilgi depolama sistemleri içinde yurttaşların oturma odalarına kadar girilmiş durumda. Sokakta yürüyüşümüz bile bir dizi güvenlik kamerası tarafından kaydediliyor, kredi kartı harcamaları izleniyor, cep telefonu aramaları kolaylıkla dinlemeye takılıyor, sosyal medyadaki varlığımız kaydediliyor, aile bütçemizin bulunduğu banka hesaplarımızın tamamına bakılıyor ve devlet istediği zaman paramıza el koyabiliyor. Güvenlik teknolojileri yakın tarihte büyük bir sıçrama yaparak hayatımızın bütün gizli noktalarına nüfuz etti. TC kimlik numaralarımızla bütün kimliğimiz ortalıkta dolaşıyor. Demek ki yeni demokrasi programında devletin demokratikleştirilmesi amacının genel sözlerle dile getirilmesiyle yetinilmemeli, yurttaşların özel hayatlarının gizli kalması gereken alanlarına girilmesini önlemek için yapılması gerekenlerin tek tek yeniden yapılandırılması da yer almalı.
Böyle bir yeni demokrasi tasarımı için yapılmış bütüncül tek bir çalışma hatırlıyorum. İkinci dönem Türkiye İşçi Partisi tarafından hazırlanmış Demokratikleşme İçin Plan–’78-’82, o dönemde devlet tarafından hazırlanan beş yılık planlara sosyalist bir partinin hazırladığı seçenek olarak, benzersiz bir çalışmaydı. Alanlarının uzmanlarının önce ayrı ayrı, sonra ortaklaşa yaptıkları çalışmalar, 765 sayfalık büyük bir kitap olarak yayımlanmış, bir basın toplantısıyla kamuoyuna sunulmuştu. O çalışma Türkiye İşçi Partisi’nin ekonominin bütün alanlarını demokratikleştirmek için önerdiği beş yıllık plandı ve bir demokrasi tasarımı için sağlam bir yol gösterici olarak elimizin altında duruyor.
Demek ki sosyalistlerin önünde, demokrasinin temelini oluşturan kurumları yeniden düzenleyen, yeni bir anayasa tasarısı hazırlama görevi de var.
IV
İstatistiklere göre, Türkiye’de 2023’te kişi başına düşen gelir 13.110 dolarmış. Harika değil ama hiç de fena değil. Devletin ideolojik aygıtları böyle istatistikler üretmeye bayılır. Yoksullar da durdukları yerde buna hayıflanır ya da vay canına, der, gelirimiz bir yılda yüzde 23 artmış. İşte bu yalanları sosyalistlerin sürekli teşhir etmesi gerekir. Hiç değilse şöyle: İki kişiden birinin geliri 26.120 dolarken öbürününki yalnızca 100 dolarsa, istatistikler kişi başına düşen gelir hesabında bu iki kişinin birden 13.110 dolar geliri olduğunu söyler…
Dünyada 1970’lerden sonra kendini göstermeye başlayan neoliberalizm saldırganlığı, bizde asıl olarak 12 Eylül’le birlikte kapitalist dönüşümün yeni bir aşamasına kapıları sonuna kadar açtı. Eduardo Galeano bir yerde, “Dünyada Brezilya kadar eşitliksiz bir başka ülke daha yok” diyordu ve gezegenin Brezilyalılaşması’ndan söz ediyordu. Bir Türkiyelileşme’den ne kadar söz edebiliriz bilmiyorum ama artık Türkiye’nin de dünyanın en eşitliksiz ülkelerinden biri olduğunu kesin bir dille söyleyebiliriz. (Sanırım şu anda dünyanın en pahalı ülkesi de.)
Özellikle 12 Eylül’le birlikte ülkenin büyük sermayesi uluslararası sermayeyle tam bütünleşme adımları attı; faşist generallerin acımasız kıyımıyla birlikte siyasal ve demokratik kazanımlar yok edildi; grev ve toplu sözleşme hakları işçi sınıfının elinden zorla alınmaya başladı; 24 Ocak kararlarıyla birlikte kamu harcamaları sınırlandırıldı, ücretler düşürüldü; ücretlerin düşüşüyle birlikte sermayenin kâr oranları hızla yükseltildi, serbest döviz kuru uygulamasına geçildi, böylece sermaye birikimi tırmandırıldı; özelleştirmeler başladı; bizim kot pantolon giyip önce Winston, daha sonra Marlboro sigara içmeye başladığımız yıllarda ülke böylece piyasa ekonomisiyle gerçek anlamda tanıştı. Sonra… Sonra o yıllarda dilimizde olmayan bir sözcükle karşılaştık ve neoliberalizmin bir karşıdevrim olduğu gerçeğini görmeye başladık. 12 Eylül’den sonraki on-on beş yılı bir geçiş dönemi sayabiliriz. Devlet de ideolojik olarak kendisini neoliberalizmle özdeşleştirdi ve devletin kapitalizmle özdeşliği bu dönemin sonucudur.
Hızla baktığımız dönem, demek ki demokrasinin seçimlerle ve çok partili hayatla anlatılan bir siyasal rejim olmadığını göstermeye başladı. Yarım yüzyıl boyunca en çok sosyalistlerin savunduğu demokrasi 1980’lerde bütün bütüne tükenmeye başlamıştı ama o yıllardan sonraki kırk yıl boyunca da o demokrasinin ardından ayrılmadık. Artık zaman değişti, köktenci bir değişimi ortaya koymak gerekiyor, demek ayrılık vakti geldi.
Yeni demokrasi tasarımının güncel çıkış noktalarından biri, bu ülkede kapitalizmin, başta da sanayi ve finans sermayesinin aşırılıklarının sınırlandırılmasını savunmaktır. Yoksa önümüze koyduğumuz demokrasi hedefini kazanamayız.
Siyasal demokrasiyi hem korumak hem ayakta tutmak, ekonomik demokrasi için de adımlar atmak gerektiriyor. Sermayenin paylaşılmasında işçi ve emekçi sınıfların kaybettikleri –ellerinden alınan– pay AKP-MHP iktidarı boyunca giderek azalıp büyük sermayeye aktarılmış, böylece toplumun iki kutbu arasındaki açıklık yirmi iki yıl boyunca en az yüzde 25 oranında artmışsa, yeni bir ekonomik programın hayata geçirilmesi gerekir. Yoksa ne olur? Sermaye artık ülkenin tamamını yutacak kadar açmış ağzını ve onun doymazlığı hayatı yaşanmaz hale getiriyor. Sokakta durum felaket. Kaldı ki bölüşüm sorunu çözülemezse siyasal demokrasinin atması gereken adımlar da güvende olamaz.
Şunu ısrarla belirtmeliyiz: Kemerleri sıkma politikası, doğrudan müstehcendir, siyasal ahlaksızlıktır.
Sermayenin bu gözü dönmüşlüğüne karşı mücadele, onun sınırlarına dayanmayı ve o sınırları daraltmayı gerektirir, kaybettiklerimizi geri almak için verilen mücadeledir bu.
Yeni ekonomik program, bu iktidarın birincil destek halkasını nemalandırmak için ölçüsüzce yaptığı kamu harcamalarını kısıtlayarak başlayabilir. Her şeyden önce, soygun düzeni dağıtılmaya başlayınca kemer sıkma projelerine son verilir, asgari ücretten ve emekli aylıklarından başlayarak çalışanların gelirlerinde iyileştirmeler yapılır.
Demek ki “kemer sıkma” demagojisinin neoliberalizmin tipik soygun araçlarından olduğu bütün topluma iyi anlatılmalı. Yüksek enflasyonla ilgili söylenen her şey neoliberalizmin yalanıdır. Yüksek enflasyon politikası neye yol açıyor: TL’nin değerinin otuz kat düşmesine, çalışanların ve emeklilerin ücretlerinin düşmesine, otuz kat daha pahalı olan dövizle ihracat gelirlerinin yapay artışına. Peki Şimşek programının muazzam bir başarısızlıkla uyguladığı “enflasyonla mücadele” neye yol açıyor: Kamu harcamalarında göstermelik tasarrufa (3 milyar dolar, koca TC devleti için çok gülünç), elde kalan kamu şirketlerinin özelleştirilmesine (öyle ya para gerek), ücretlere ve maaşlara zam yapılmamasına (ilk akla gelen).
Demek ki enflasyon yükselirken de ücretler ve maaşlar geriliyor, düşerken de.
Neoliberalizmin halka düşmanlığı bundan daha somut nasıl anlatılabilir.