İnsanlık gelişimi boyunca yeni şeyler icat etti çünkü ihtiyaçları hiç bitmedi. Doğaya uyum sağlamaya çalışma sürecinin bir sonucu icatlar oldu. İcatlar yapış ve belli bir aşamada düşünme biçimlerimizi değiştirdi. Bize yeni ufuklar açtı. Tekerleği icat etmeden önceki düşünme biçimimizle sonraki farklı oldu örneğin. Aynı şekilde motoru icat ettikten sonra ufkumuz daha da genişledi. Öte yandan, doğayla baş başa kaldığımızda ihtiyaç duyduğumuz ilkel aletlerimiz, yapımı veya kullanımı için ekstra malzemelere, girdilere gerek olmayan basit araçlarımızı da kullanmaya devam ettik. Muhtemelen insanın gelişimi boyunca bu eski ilkel ve basit olanla, yeni ve maliyetli olanın eş zamanlı kullanımı devam edecek. Yeme içme kültürümüz ne kadar değişse de kaşık, çatal ve bıçağa ihtiyacımız devam edecek. Ulaşım araçları ve onları harekete geçiren mekanizmalar ne kadar gelişse de tekerleğe olan ihtiyacımız devam edecek.
İhtiyaçtan icada
Toplumsal gelişimin bu kompleks, iç içe geçmiş doğasını denizcilik özelinde ele alalım. Evet, insanlık basit sallardan, sandallardan ya da teknelerden, deniz yüzeyiyle teması neredeyse sıfıra inmiş taşıtlara, devasa kruvaziyerlere, savunma sanayii uçak gemilerine doğru atılım yaptı. Ancak yine de basit ihtiyaçlarını karşılamak için, gelişmiş teknolojik malzeme veya yakıt bulamayacağı yerlerde ve zamanlarda o ilkel araçlarını kullanmaya devam ediyor. İlkel araçlar, örneğin yapımı görece basit tekneler, yelkenliler hem gündelik yaşamda kullanılıyor hem de onların hareket prensipleri yeni icatlar için yol gösterici olmayı sürdürüyor.
Sol, sosyalist siyasetin güncel ihtiyaçlarına dair yazmak aklıma ilk düştüğünden bu yana, insanlığın ihtiyaçları, yaptığı icatlar, ilkel ve basit icatların çalışma prensipleri ve onların yol göstericiliği üzerine düşünüyorum. Sonuçta siyasi mücadele ve onun araçları da insanların ihtiyaçları üzerine şekillendi. İnsan, eşitliği ve özgürlüğü için, ilkel veya modern kölelikten kurtulmak ve bu anlamıyla yaşama tutunmak için mücadele etmek zorundaydı. Bunun için yan yana geldi, fikirler ve araçlar üretti. Koşullar ve buna bağlı olarak ihtiyaçlar sürekli değişti. Tarihin akışı, değişimle birlikte, fikirleri ve araçları bazen ileri bazen geri ama hep yeni bir aşamaya taşıdı. Ama kimi temel prensipler aynı kaldı.
Durmanın değil ilerlemenin aracı
Denizcilik örneğimizden devam edelim. Zannediyorum, taşıtlar veya ulaşım araçları, sosyalist mücadele için uygun bir örnek teşkil ediyor. Çünkü statik bir durumdan, bir yere çakılı kalmaktan bahsetmiyoruz. Bir yolculuktayız; henüz varamadığımız bir devrimin, emekçi sınıfların iktidarının, sosyalizmin yolculuğundayız. Belki tarihin ileriki aşamalarında (belki bir dünya devriminden sonra) orada nasıl kalacağımızı daha çok düşünmeye fırsatımız olur. Ama şimdi ulaşılması gereken yere nasıl gideceğimizi konuşmak daha doğru olur.
İlkel olana döndüğümüzde, hedefe ulaşmak için denizin üzerinde batmadan durabilecek bir gövdeye ve bu gövde (diyelim ki tekne) üzerinde ilerlememizi sağlayacak kısımlara ihtiyacımız olduğunu söyleyebiliriz. Deniz söz konusu olduğunda insanlar sorunlarını muhtemelen en başta küreklerle çözmeye çalıştılar. Ama insan zihni her zaman fiziksel enerjisinden tasarruf edebileceği yolları bulmaya çalışıyor. Bu nedenle, büyük bir teknolojik ilerleme ya da maliyet gerektirmeyen ve denizde neredeyse sürekli var olan bir doğa olayını kendileri için avantaja çevirmeyi düşündüler. Böylece yelkenler icat edilip kullanılmaya başlandı.
Toplumsal devinim: Rüzgar
Rüzgarı değerlendirme fikri… Sosyalizm mücadelesiyle bir benzerlik daha.
Toplumsal hayat da atmosfer gibi durağan olmayan bir yapıya sahip. Atmosferde nasıl hava olayları meydana gelmek zorundaysa, nasıl basınç farklarından rüzgarlar oluşmak zorundaysa toplumsal yaşamda da pek çok nedenden ötürü sürekli bir devinim mevcuttur. Siyasi mücadelenin doğasında da hedefe ulaşmak için işte bu devinimi değerlendirmek, istenilen yönde kanalize etmek var. İhtiyaçlar çok, kaynaklar kısıtlı, çıkarlar ve beklentiler farklı, bu yüzden sürekli bir çatışma mevcut…
Hele Türkiye gibi bir ülkenin, siyasi ve toplumsal olarak rüzgarlar bakımından hayli bereketli olduğunu söylemek mümkün. Ama rüzgar bu, her zaman istediğiniz yönden gelmeyecek. O zaman soru şu: Hangi yönden gelirse gelsin, istediğimiz tarafa doğru ilerleyebilmek için rüzgarı değerlendirebilir miyiz? Diğer bir deyişle, kaderimizi basınç farklılıklarına, atmosferik olaylara mı terk edeceğiz yoksa onu kendi elimize alıp rüzgardan faydalanacak araçlar üretebilecek miyiz? İşte yelken bu işe yarıyor.
Teknenin kısımlarından partinin uzuvlarına
Gelin, yelkenli tekneyi sosyalizm mücadelesinin geliştirdiği bir araç olarak partiye benzetelim. Bize temel olarak i) bir gövde; ii) rüzgardan istifade etmemizi sağlayacak yelken veya yelkenler; bu yelkenleri taşıyacak, onları istediğimiz şekilde hareket ettirmemizi sağlayacak direk, halat ve teller; iii) akış yönünü değiştirecek, teknenin istenilen tarafa gitmesini sağlayacak bir dümen ve dümen palası; ve iv) sert rüzgarlarda devrilmemizi önleyecek şekilde teknenin altına koyduğumuz bir ağırlık elemanı yani salma yeter.
Siyasi mücadelede işe hep önce gövdeyi yaparak başlıyoruz. Gövde yapmakta çok mahiriz. Başını, kıçını, nasıl denizin üstünde durabileceğini biliyoruz. Ama iş orada bitmiyor.
Sonra temkinli olanlar, hemen bir salma yapıyor. Bazıları yapmıyor, nasıl yapılacağını bilmiyor veya kendisine gerekmediğini düşünüyor. Onlar zaten ilk rüzgarda devriliyor. Bazısı da var ki, ya fazla temkinli olduğunda ya da zaten ilerlemek gibi bir derdi olmadığından tekneyi neredeyse demirlemiş hale getirecek bir salma yapıveriyor.
Sağlıklı bir sosyalist partide, salmayı ideolojik-teorik üretkenlik, gelişkinlik olarak görüyorum. Onun sayesinde rüzgarlarda devrilmeyeceğiz ama teknemiz için saplanıp kalmayacağımız bir dengede olacak.
Dümen ve palasını, siyasetin öncülüğü yerine koyabiliriz. Bir sosyalist partinin güncel durumdaki yönünü tayin edecek bir mekanizma olarak siyaset ve siyasi üretim her zaman çok asli bir işleve sahip.
Kadroları; yelkenleri taşıyan, onları gerektiğinde indirip kaldıran, onlara rüzgarların hangi açıyla geleceğini ayarlayan direk, tel ve halatlar olarak değerlendirmek mümkün. Kadrolar rüzgar ve yelkenlerle birlikte var oluyor, anlam kazanıyor, onların hareketiyle yetkinleşiyor…
Bir adım daha atalım ve rüzgarı toplumsal devinim, hareketlilik; yelkenleri ise parti örgütü olarak düşünelim. Sosyalist bir partinin, toplumdan, onun içindeki devinimden, o devinimin etkilerinden azade olmasını beklemek mümkün değil. Zaten partiler, toplumların dönemsel ihtiyaçları, yaşadıkları sıkışmalar ve böylece oluşan krizlere tepki ve yanıtlar verdikleri, oluşan toplumsal hareketlenmeyi doğru yönetebildikleri ve kendileri için bir itki olarak kullanabildikleri ölçüde ilerler ve varlıklarını sürdürebilirler.
Böyle bir yapıda, örgüt, toplumsal alandaki bu canlılıktan beslendiği, onunla ilişki içine girebildiği, oraya doğru yerleşebildiği, hareketin (bu örnekte rüzgarın) niteliğine göre büzüşmeyi, genişlemeyi, esnemeyi veya daralmayı başardığı oranda işlev ve değer kazanabilir.
Örgüte yaklaşımda riskler
Örgüt olgusuna bu şekilde yaklaşmak elbette kimi riskler barındırıyor. Her teşbih bir hata barındırır. Bu vakada, siyasi partilerin canlı birer organizma, teknenin ise cansız olduğunu akılda tutmak gerekir. Örgüt, siyaset, teori-ideoloji gibi olguların birbirlerinden tamamen ayrı kompartmanlar olmadığını, olamayacağını; örneğin siyasete ve siyasi üretime verilen önderlik görevindeki kişilerle örgütteki kişilerin apayrı malzeme ve türden insanlar olmadığını, bir sirkülasyonun sağlanması gerektiğini belirtmeliyiz. Aynı etkileşimin örgütle kadrolaşma arasındaki ilişki için de geçerli olduğuna değinip geçelim. Yine de, bu tür handikapların, her kavramlaştırma veya soyutlama denemesinde karşımıza çıkabileceğini de söyleyebiliriz.
Bu handikabın farkında olduğumu not düşerek, yaklaşımın sağladığı avantajlara geçmek istiyorum.
Sosyalizm mücadelesinde örgüte bakışta iki uç bulunuyor. Birincisi, bu örnekle de benzeşecek şekilde, örgütün bir tür dolgu malzemesine indirgenmesi. Dolgu malzemesi elbette önemlidir ve belki de örneğimizde gövdenin önemli bir kısmının da yine örgüt tarafından oluşturulduğunun belirtilmesi yerinde olur. Öte yandan, örgütün daha durağan, etkileşimden ve canlılıktan uzak bir alanla özdeşleştirilmesi, gelişime ve ilerlemeye ket vurur. Daha da ötesi, söyleneni yapması gereken bir insan topluluğu derekesine indirmek olacaktır.
Diğer uçta ise örgüt olgusunu kutsayan bir bakış duruyor. Siyasetin önderliğini, teori ve ideolojinin kıymetini bir tarafa bırakan bu bakış, odak noktasını örgüte, örgütsel ilişkilere, hiyerarşiye, sorunlara kaydırıyor. Burada uçlara gidildiğinde, amaç/yol ile araç arasında kurulması gereken ilişki sağlıksız hale geliyor.
Yeni bir yaklaşım mümkün mü?
Bu yazıda ifade edilmeye çalışılan yaklaşım ise örgüte, sosyalizm mücadelesinin ihtiyaçlarına denk düşen bir işlev yükleme iddiasını taşıyor. Partinin örgüt ile hareketin toplamından ibaret olduğunu öğütleyen geleneksel anlatıyı irdeleyerek, örgütün toplumdaki devinimle, toplumsal canlılıkla, başta sınıf hareketi olmak üzere toplumsal hareketlerle etkileşimine mercek tutuyor. O etkileşimde, bir toplama işleminden ziyade bir bileşke oluşturma çabası göze çarpıyor. Bu sayede örgüt, onun oluşumu, konumu ve faaliyetleri, rutinlere daralmıyor, içeri doğru büzüşmüyor. Toplumsallık içinde, hareketlilikle etkileşim halinde, yüzünü dışarıya dönmüş bir konumda, siyasetin yön göstericiliğinden beslenen ama onu da besleyen bir işleve ulaşmış oluyor.
Eşitsiz gelişim nerede?
Türkiye sosyalist hareketi neredeyse son 40 yılında bütün enerjisini küçük de olsa gövdeye, dümene (belki daha çok dümenciliğe), bir kısmı da salmaya ayırdı. Toplumsal devinimden beslenemedi ya da beslendiği dönemleri hep savrulma hatıralarıyla andı.
Burada önemli bir kırılmanın, Haziran Direnişi’yle yaşandığını söyleyebiliriz. Kırık dökük ve yelkensiz teknelerin yetmediği görülmüş oldu, kimileri dersler çıkardı, kimilerinin rüzgar korkusu depreşti.
Son beş yılı düşünürsek, iradi zorlamalar, dümene verilen ağırlıklar ve tabiri caizse kendi rüzgarını kendi yaratma çabalarıyla “denize açılabiliriz” fikri en azından yeniden yeşerdi.
Artık, eksik olanı tamamlama, ihtiyaçtan yenilik çıkarma ve geriden ileri doğru sıçrama için koşullar düne göre daha uygun.
Sosyalizmin besleneceği rüzgarlar
Nihayet güncel durum ve ihtiyaçlara geçebiliriz.
Akıştan da anlaşılabileceği gibi bu yazının odak noktasını yelkenler oluşturuyor. Sosyalist hareket teknenin gövdesini üretmekte mahir. Dümen yapıp ya da yaptığını sanıp başına geçenler de bir hayli fazla.
Daha mahir olanlar teknelerine güzel salmalar yapıyor; daha mahirleri o salmaları sürekli güncelliyor, hayatın canlılığı ile test ediyor, geliştiriyor.
Bunlar başka yazıların konusu olsun. Biz yelkenlerimize geri dönelim.
Türkiye’nin politik geleceğinde, Erdoğan sonrası döneme geçişin sancılarının yaşanacağını öngörmek mümkün. Tayyip Erdoğan’ın başında olduğu faşizan Saray Rejimi’nin yıkılıp yıkılmayacağı, başarılabilirse veya meydana gelebilirse o yıkımın dinamiklerinin neler olabileceği, yıkım sonrasında yerine neyin konacağı, bu süreçlere kimlerin ve hangi kriz başlıklarının öncülük edeceği sorularıyla geçecek sancılı bir süreç bizi bekliyor. Dahası, CHP’nin iktidar hevesiyle yanıp tutuştuğu, sermaye sınıfının da bu yeni iktidar alternatifini kendisiyle en uyumlu hale getirmek için çırpındığı/çırpınacağı da bir gerçek. Ve nihayet, Erdoğan sonrası dönemde nasıl mevzilenebileceğinin derdinde olan MHP gibi bir aktörün varlığı da siyasette yeni dalgalanmaların habercisi niteliğinde.
Böyle bir ortam sosyalist siyasete alan açar. Ekonomik yıkımın emekçiler açısından artık katlanılamaz hale gelmesi, özellikle eğitim alanında laikliğe saldırı niteliğindeki düzenlemeler, devamı gelmesi muhtemel kayyum benzeri uygulamalar ve demokratik alanda artan tahribat gibi yakıcı gündemlerde sosyalistler etkili çıkışlar yapabilir.
İşte, yelkenlere tam burada iş düşüyor.
Tüm bu gündemlerin etkileyebileceği toplumsal kesimlerle birlikte oluşabilecek esintileri, belki şiddetli rüzgarları değerlendirebilmek için yelkenleri hazır, doğru konumlanmış hale getirmek gerek. Rüzgarını tanıyan, rüzgarının da aşina olduğu yelkenlere ihtiyaç var.
Burada örneğin mahallesindeki veya sektöründeki emekçinin sorunlarının farkında olan, rahatsızlıklarına duyarlı, kıpırdanışını enerjiye çevirecek örgütlerden söz ediyorum.
Ya da, milyonlarca yurttaşı ilgilendiren milli eğitim meselesi dendiğinde, bölgesindeki okulların velileriyle, öğretmenleriyle çoktan bağını kurmuş, öfkeyi mücadeleye çevirmeye hazır örgütlerden bahsediyorum.
Ya da örneğin, belediye başkanını, muhtarını, kaymakamını, valisini adım adım takip eden, suçlarını ifşa eden, halkın sorunları karşısında talepler üretmeyi dert edinen bir çalışma biçimini kastediyorum.
Toplumsal hareketlenmenin, canlılığın illa sokak eylemliliği olarak anlaşılmaması gerektiğini belirtelim. Hatta, Türkiye’nin içinden geçtiği dönem, Saray Rejimi’nin karakteri ve bir dizi başka etmen düşünüldüğünde, kitlesel sokak hareketliliği beklentisinden uzak durulması daha mantıklı olacaktır. Bu yüzden dönemin meselesi, büyüyen rahatsızlıkların politik temsilciliğini üstlenmek, tepkilerden üretilecek taleplere önderlik etmek şeklinde özetlenebilir. Yeter ki, tepkilerle bağ kurabilen bir örgüt konumlanışı ve odaklanması yaratılabilsin…
Ya tersi olursa…
Yelkenleri şişirecek gündemlerden söz ettik, ya tersi olursa? Ya aksi istikametten gelecek şiddetli rüzgarlara maruz kalırsak? Kürt meselesi gibi, göçmen sorunu gibi faşizan iklimi besleyen canlanmalara tanık olursak?
İş zorlaşır ama çaresiz kalmayız. Yapılacak çok şey vardır, bulunur…
Emekçilerin gerici eğilimlerle temasını azaltmak için, yelkenimizin o taraftaki yüzeyini biraz küçültür, rüzgarın etkisini kırarız. Bizim taraftaki rüzgarın etkisini artıracak bir karşı ağırlık yaratmak için çabalarız.
Çare bulunur…
İstikamet belliyse, dümendeysek, bizi devrilmekten koruyacak bir salmamız, siyasetin talimatıyla yelkenlerimiz arasında bağlantıyı kuracak direklerimiz, tellerimiz, halatlarımız varsa ve bir de rüzgarını tanıyan yelkenlere sahipsek korkmaya gerek yok.
Ne diyor denizciler: Pruvamız neta, dümenimiz viya, rüzgarımız kolayına olsun…