Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük adlı eserinin belki de en çok alıntılanan bir bölümünde, Horkheimer’ın “kapitalizmden söz etmek istemeyen birinin, faşizm konusunda da ağzını açmaması gerekir” sözünü anarak bu sava karşı çıktığını yazar ve ekler: “Asıl emperyalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda ağzını açmaması gerekir”.[1] Gerçekten de 20. yüzyılın ilk yarısında faşizmin yükselişi, emperyalist sistemdeki bunalımın, yani emperyalistler arası rekabet ve mücadelenin derinleşerek uluslararası sistemin giderek kırılganlaşıp askerileşmesinin kışkırttığı bir siyasal reaksiyon olarak değerlendirilebilir.
Benzer bir biçimde günümüzde de farklı sıfatlarla da olsa (post, proto, neo, para vs.) faşizmlerin ya da faşizan akımların yükselişiyle şovenizmi, yabancı düşmanlığını ve militarizmi kışkırtan emperyalist sistemdeki hegemonya bunalımı arasındaki rabıtayı görmemek mümkün değil. Günümüzde uluslararası ilişkileri koşullayan temel öğe ABD’nin bir küresel hegemon güç konumundaki “göreli” gerileme ve bu durumun sonucunda uluslararası sistemde beliren hegemonya krizi elbette. Bu kriz, uluslararası sistemi giderek daha çatışmacı hale getirip askerileştiriyor. ABD “yükselen” güçleri hesaba katmaya zorlanıyor, hareket kabiliyeti daralıyor. Özellikle de (Au Loong-yu’nun deyimiyle) “yeni gelişmekte olan emperyalist” bir güç olan Çin Halk Cumhuriyeti’nin ekonomik, finansal, teknolojik, diplomatik ve giderek askeri rekabetiyle karşı karşıya.[2]
Burada kritik bir hususun altını baştan çizmek gerekiyor: Kapitalist uluslararası sistemde jeostratejik bir kaymanın şiddetli sarsıntılar olmaksızın, kendiliğinden (örneğin Çin’in ekonomik gücünün doğrusal artışının devamıyla) gerçekleşeceğini sanmak vahim bir yanlış olacaktır. Böyle bir anlayış, kapitalizmin “güç” olmaksızın geliştiği yanılsamasına dayanır. Böyle keskin bir jeostratejik dönüşümü, yani uluslararası sistem hiyerarşisinde “Batısızlaşmayı” engellemek için ABD’nin bütün gücünü seferber edeceği aşikâr. ABD’nin 1990’ların başındaki kadir-i mutlak güç olmadığı ortada olsa da bu ülkenin dünyadaki askeri harcamaların yarısını gerçekleştirdiğini ve NATO’ya önderlik ettiğini de unutmamak gerek. Amerika’nın potansiyel rakiplerinin önünü kesmek için askeri alandaki bu göreli üstünlüğünü önümüzdeki dönemde daha sık devreye sokması gerekeceğini tahmin etmek güç değil.
Kapitalizmin uzun tarihinde uluslararası sistemde gerçekleşen benzer tipte her jeopolitik güç kayması ancak büyük çatışmalar ve uzun süren şiddetli sarsıntıların sonucunda gerçekleşmiştir. 20. yüzyılın başında Büyük Britanya’nın gerileyişi ve ona rakip güç merkezlerinin ortaya çıkmasının yarattığı jeopolitik sarsıntıların ancak iki dünya savaşı neticesinde yeni bir dengeye evrilebildiğini hatırlatmaya gerek olmamalı. İki savaş arası dönemin “klasik faşizmi” bu sarsıntıların ortasında, tarihçi George Mosse’nin ifadesiyle topyekûn savaş deneyiminin siyasal alanı “gaddarlaştırması” sonucu gelişmişti. Benzer bir potansiyel bugün için de söz konusu. Uluslararası sistemde doğuya doğru cereyan eden tektonik kaymanın müsebbibi olduğu istikrarsızlık, militarizmin yükselişini teşvik ederken sermaye sınıfının belli sektörlerinin de otoriter bir arayışa girmesini kışkırtan bir işlev görüyor.
Örneğin, Trump fenomeni ABD’nin göreli gerileyişinin ve Çin’in alternatif bir küresel hegemon adayı olarak temayüz etmesinin neden olduğu küresel güç kaymasına bir tepki olarak ele alınabilir pekâlâ. Toplumsal meşruiyet krizini bir türlü aşamayan, Ukrayna savaşı bağlamında bir “savaş ekonomisi” yaratma hedefiyle militarist bir yönelime giren ve sonbaharda olası bir Trump zaferi karşısında dehşete düşen AB müesses nizamının çareyi aşırı sağın “ehlileşmiş” kimi unsurlarını bünyesine katmakta bulması bu durumun bir başka örneği. Meloni’nin muteber siyasetçi haline gelmesiyle başlayan bu süreçte sırada muhtemelen, Rusya ve AB kurumları konusunda biraz “terbiye edilmesi” gereken Le Pen var.[3]
Dolayısıyla Amerikan göreli gerileyişi ve “çok kutuplu” bir uluslararası sistemin hâkim hale gelişi, daha “barışçıl” ya da daha demokratik ve adil bir uluslararası düzen ihtimali anlamına zinhar gelmiyor. Çok kutuplu bir dünya düzeninin toplumsal mücadelelere daha fazla alan açacağına dair beklentiler de yanıltıcı bir iyimserlikle malul. Tersine, uluslararası sistemin daha çatışmacı hale gelmesi, büyük toplumsal muhalefet hareketlerinin şu ya da bu büyük veya bölgesel güç tarafından içerilme ve araçsallaştırılma riskiyle daha sık yüz yüze kalmasını gündeme getiriyor. Dahası emperyalist sistemdeki bunalım, militarizm ve milliyetçiliği kışkırtarak siyasal merkezin daha da sağa çekilmesi gibi bir sonuca yol açıyor. Yani emperyalist sistemdeki hegemonya krizi daha kırılgan, rekabetçi ve dolayısıyla da çatışmaya açık bir uluslararası bağlam demek oluyor. John Smith’in vurguladığı gibi, “çok kutuplu bir kapitalist dünya, yani rakip hegemonlar ve hegemon adaylarının güç için mücadele ettiği bir dünya, savaş halinde olan bir dünya demek.”[4]
İsrail’in Gazze’ye dönük soykırımcı saldırganlığını krizin bir nevi norm haline geldiği, askeri çatışmaların normalleştiği bu uluslararası bağlam içerisinde düşünmek gerekiyor. Gazze’deki soykırım, İsrail’in yerleşimci sömürgecilik projesinin bir devamı elbette. Ancak bu girişimin sonuçlarının “orada”, uzakta, sömürgede kalacağını sanmak en hafif tabirle gaflet olacaktır. Filistin bugün emperyalist sistemdeki bunalımın kritik düğüm noktalarından biri ve düğümün nasıl çözüleceği, uluslararası sistemin uzun erimli kaderini belirleyecek bir mesele.
Gazze’deki soykırım zaten başından itibaren Batılı gelişmiş kapitalist devletlerle İsrail tarafından birlikte koordine ve organize edilen “uluslararası bir girişim” olarak gelişti.[5] Soykırımcı şiddet uluslararası planda bir meşruiyet halesiyle kuşatılmaya çalışıldı. Soykırımın bu şekilde normalleştirilmesi, kabul edilip desteklenmesi, üstelik ona dönük tepkilerin kriminalize edilip şiddetle karşılanması, antisemitizmle yaftalanması, özellikle küresel kuzeyde göçmen karşıtlığını, polis şiddetini, ırkçı sınır rejimlerini pekiştirerek otoriter yuvarlanışı derinleştiriyor. Soykırımcı savaşın dünyadaki neredeyse tüm aşırı sağ/faşizan hareketlerin yelkenini şişiren bir etkide bulunması tam da bundan.
Arjantin’de Milei’nin seçim toplantılarında veya İspanya’da Vox’un gösterilerinde ya da Fransa’da Le Pencilerin etkinliklerinde İsrail bayraklarının dalgalanması, tüm bu güçlerin Filistin’le dayanışma eylemlerine karşı saldırganca bir tutum benimsemesi bir tesadüf değil. İsrail’in Avrupa parlamentosu seçimlerinden aşırı sağ oluşumların ciddi kazanımlarla çıkmasından memnuniyet duyması da bu alakanın karşılıklı olduğunun en aşikâr işareti. Bu durum sömürgecilikle faşist şiddet arasındaki içsel bağlantının güncel bir teyidinden ibaret. Afrika’da sömürge karşıtı mücadelenin öncü isimlerinden George Padmore, 1936 yılında yerleşimci sömürgeciliği, “bugün Avrupa’da serbest bırakılan faşist zihniyet tipinin üreme alanı” diye tarif ediyordu. Tıpkı İsrail gibi bir yerleşimci sömürgecilik tipi olan Güney Afrika, ona göre, “sınıfa karşı ırk birliği” temelinde kurulmuş “dünyanın klasik faşist devleti”ydi. Martinikli devrimci ve şair Aimé Césaire ise faşizmi, Padmore’un “kolonyal faşizm” diye adlandırdığı emperyalist ve sömürgeci şiddetin bir “bumerang etkisiyle” metropole dönüşü olarak tarif ediyordu: “Ve sonra bir güzel gün burjuvazi korkunç bir bumerang etkisiyle uyanır: gestapolar meşgul, hapishaneler doludur, işkenceciler işkence tezgahının etrafında oturmuş yeni icatları ve işlerini nasıl geliştireceklerini tartışmaktadır”.[6]
“Bumerang etkisi”, sömürgede uygulanan baskı ve tedhiş politikalarının ister istemez sömürgeleştireni de etkileyeceği, aynı baskı ve disiplin tekniklerinin dönüp dolaşıp “metropolde” de bir biçimde uygulamaya geçirileceği anlamına geliyor. Yani, sömürgeciliğin gündeme getirdiği yönetme-tahakküm-disiplin teknik ve kurumları bir müddet sonra sömürgeleştirene de dönerek onun için de geçerli olmaya başlıyor. Bu yaklaşıma göre 20. yüzyıl ortasında Nazizmin yaptığı, Batı dışında uygulanan ırksal hiyerarşi, kolektif cezalandırma, kırım ve tedhiş politikalarının Avrupa kıtasının içine taşınmasından ibaretti. Aynı bumerang etkisinin Gazze’deki soykırımcı savaş dolayısıyla gündeme gelmesi kaçınılmaz.
Aslında İsrail zaten bumerang etkisinin kıdemli bir mahfilidir. İsrail uzun yıllardır dünyaya bir halkı topyekûn terörist olarak damgalayıp sindirmenin yol ve yordamlarını ihraç ediyor. Antony Lowenstein’in “Filistin laboratuvarı” diye tanımladığı işgal altındaki topraklarda silah sistemleri, asimetrik savaş ve kontrgerilla taktikleri, direnenleri gözetleme ve “elimine etme” teknikleri, denetim teknolojileri ve sınır duvarları, gezegendeki en insanlık dışılaştırılmış nüfus üzerinde test ediliyor. Bunlar daha sonra da dünyanın dört yanındaki sınır sistemlerinde, aktivist ve muhaliflerin gözetlenmesinde ve militarize edilmiş polis taktiklerinde uygulamaya sokuluyor.
Gazze’de dünya alemin gözü önünde cereyan eden soykırım, İsrail’in bu “ihracatçı” kapasitesi düşünüldüğünde gelecek için son derece tehlikeli bir alamet. Kolombiya Devlet Başkanı Gustavo Petro geçen Aralık ayında COP 28 iklim zirvesinde tam da bu tehlikeye işaret eden bir konuşma yaptı. Petro’ya göre Filistin halkının karşı karşıya kaldığı dehşet, “geleceğin kostümlü bir provası” sayılmalıydı. Küresel güneyde iklim krizinin kurbanı olup göç etmek durumunda kalacak milyonlar, karşılarında zengin ülkelerin şiddet ve barbarlığını bulacak, Gazze’deki dehşet yaygınlaşarak bu kez iklim krizinin kurbanlarına yöneltilecekti.[7] Ekolojik kriz derinleştikçe bir iklim apartheid’ının oluşması ihtimalinin tartışıldığı günümüzde İsrail’in apartheid’ının bir model teşkil etmesi hiç de şaşırtıcı olmayacak. Zira “Filistin laboratuvarında” uygulanan soykırımcı şiddet, günümüzün oluşum ya da teşekkül halindeki faşizmleri için adeta bir sıçrama tahtası işlevi görüyor.
Dolayısıyla bugün Filistin’de yaşananlar bir istisna, geçmiş siyasi ve kültürel çatışmaların fosilleşmiş bir kalıntısı değil. “Eksik” ya da “geç” modernleşmenin, geri kalmışlığın, gelenekselliğin ürünü olan bir bölgesel çatışmanın, modası geçmiş bir emperyalizmin ürünlerinden bahsetmiyoruz. Filistin, eğer müdahale etmezsek, karşı koymazsak gelecekte bizi bekleyen karanlığın bir “müjdecisi”; imdat frenini çekmediğimiz takdirde düşeceğimiz, kıyısında bulunduğumuz uçurum. Filistin her yönüyle sömürgeleştirilmiş, kolonize edilmiş bir geleceğin arketipi.
Filistin halkıyla dayanışmak, sömürgeciliğe karşı Filistin direnişinin yanında durmak bu nedenle önemli. Kriminalize edilmeye, bastırılmaya, antisemitizmle damgalanmaya çalışılan bu dayanışma hareketinin giderek büyümesi, radikalleşmesi de bu yüzden bir umut vesilesi. Bu küresel hareket daha şimdiden İsrail ve ABD’yi bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya bıraktı. 7 Ekim sonrasında Batı’da oluşan İsrail yanlısı havada ciddi çatlaklar oluşmuş durumda. Gerek Biden’ın gerekse Macron gibi Avrupa liderlerinin kendilerini giderek daha fazla Netanyahu’dan ayırmaya çalışması bu durumun bir sonucu.
Filistin halkıyla dayanışma hareketi Ortadoğu’dan Avrupa ve Amerika’ya mevcut iktidarları tedirgin eden bir radikalizasyon etkisi yaratıyor. Soykırım, uluslararası sistemin eşitsiz ve asimetrik karakterinin sorgulanmasına, onun ırkçılık ve sömürgecilikle damgalanmış doğasının eleştirilmesine, sermaye düzeninin soykırımla olan suç ortaklığının teşhir edilmesine kapı aralayan bir mesele halini alıyor. Filistin’le dayanışma sadece İsrail yanlısı hükümetleri zor duruma sokmakla kalmıyor, üniversitelerden kültür sanat kurumlarına, sinema festivallerinden futbol müsabakaları ve Eurovision’a kadar hemen her alanı siyasallaştıran bir etkide bulunuyor. David McNally bu durumu aktarırken mevcut konjonktürde “bir Vietnam momenti” potansiyeli bulunduğunu söylüyor.[8]
Türkiye’de Filistin meselesini kendi toplumsal tabanı için bir seferberlik alanı olarak kullanmaya alışkın iktidar da bu radikalleşme dinamiğinin kurbanlarından. Başlangıçta İsrail’e dönük öfkeyi kendi lehine kullanabileceğini, onu kontrolü altında tutabileceğini varsayan rejim, Filistin meselesinin kendi aleyhine dönmesini büyük bir şaşkınlık ve öfkeyle izlemek durumunda kaldı. Filistin halkıyla dayanışma hareketinin iktidarın Filistin konusundaki riyakârlığını teşhir etmesi, İsrail savaş aygıtını ayakta tutan iktisadi ilişkileri ortaya koyması rejimin bu alandaki hâkimiyetinde onulmaz yaralar açtı, son seçim sonuçlarına dahi etkide bulundu. Filistin, Saray Rejimi’nin yumuşak karnı haline geldi. Bu dinamiğin derinleşip yaygınlaşması, sosyalist hareketin Filistin dava ve direnişinin sözcüsü olarak öne çıkarak iktidarın bu alandaki riyakârlığına, sermayenin soykırım mekanizmasıyla bağlarına ısrarlı saldırılar gerçekleştirmesi gerekiyor.
İsrail’in saldırganlığına karşı durmak sadece ezilen bir halkla dayanışma girişimi değil, olmamalı. Eric Hobsbawm 20. yüzyılın tarihi üzerine klasik çalışması Aşırılıklar Çağı’nda 1914 ile 1945 yılları arasını “felaket çağı” olarak adlandırır: “Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasından ikincisinin ertesine kadar geçen on yıllar, burjuva toplumunun Felâket Çağı oldu. Toplum kırk yıl kadar bir beladan diğerine sendeleyerek ilerledi. Zeki tutucuların bile bu toplumun yaşayıp yaşamayacağı konusunda bahse girdikleri zamanlar oldu.”[9] Gazze’deki soykırım bu yüzyılda (emperyalist saldırganlık ve ekolojik krizin harmanlandığı) yeni bir felaket çağının muhtemel başlangıcına işaret ediyor. Filistinliler ve onların şahsında bütün insanlık nakba, yani yeni bir felaket çağının eşiğinde, olağanüstü hal altında bulunuyor. İçinden geçtiğimiz bu felaketin/olağanüstü halin karşısına ancak mankubin’e, yani felakete uğramışlara ait başka, gerçek bir olağanüstü halle, büyük ve heyecan verici bir ütopyayla durabiliriz.
[1] Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, çev. Ahmet İnsel, Birikim yayınları İstanbul, 1980, s. 13. [2] Au Loon-yu, “China’s rise as a world power – “An emerging imperialist country but one with fundamental weaknesses”, https://www.europe-solidaire.org/spip.php?article47988 [3] David Broder, “Europe’s Center Is Holding — by Integrating the Far Right”, https://jacobin.com/2024/06/eu-parliament-elections-far-right-center [4] “Twenty-first century imperialism, multipolarity and capitalism’s ‘final crisis’: Interview with John Smith”, https://links.org.au/twenty-first-century-imperialism-multipolarity-and-capitalisms-final-crisis-interview-john-smith [5] Andreas Malm, “The Destruction of Palestine Is the Destruction of the Earth”, https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-destruction-of-palestine-is-the-destruction-of-the-earth [6] Klasik faşizmin pratik ve düşünsel temellerini sömürgeci şiddette arayan kuramcılara ilişkin bir tartışma için bkz. Alberto Toscano, Late Fascism Race, Capitalism and the Politics of Crisis, Verso, Londra, 2023. [7] “‘What we see in Gaza is the rehearsal of the future’: Colombian President at UN climate summit”, https://www.aa.com.tr/en/politics/-what-we-see-in-gaza-is-the-rehearsal-of-the-future-colombian-president-at-un-climate-summit/3070873 [8] David McNally, “Perspectives for socialists in 2024 – Part 2”, https://tempestmag.org/2024/03/perspectives-for-socialists-in-2024-2/ [9] E. Hobsbawm, Aşırılıklar Çağı –Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991, çev. Yavuz Alogan, Sarmal Yayınevi, İstanbul,1996, s. 19.