Donald Trump’ın ABD başkanlık seçimlerini kazanmasının hem küresel düzene hem de Türkiye’ye etkileri hakkında şüphesiz ki uzun süre konuşacağız. Özellikle popülist söylemlerin ve liderlerin son dönemdeki yükselişi üzerine birçok şey söylemek mümkün. Ana akım sosyal bilimler literatüründe popülizm nicedir “siyasi çizgisini beğenmediğimiz herhangi bir liderin yaptıkları” anlamında kullanılıyor. Bu kadar geniş ve muğlak bir kavramın herhangi bir analitik faydasının olmayacağı açık. Peki o zaman Amerikan seçimlerinde ve dünyada yükselen popülizmi nasıl anlamalı? Buradan sosyalistler için hangi dersler çıkar?
Popülizmin Yüzleri: Seçkinler ve “Suret-i Halktan” Görünenler
Özellikle son dönem sağ popülizmi seçkinlerin bir kesiminin kendini düzen karşıtı olarak konumlandırması diye tanımlayabiliriz. Bu “suret-i halk”tan görünme hali, gerçek siyasi alternatifleri olmayınca yaygın bir toplumsal karşılık bulabiliyor. Çünkü siyaset gerçekten boşluk sevmiyor. Son on yıldır, örgütlü sınıf hareketinin yokluğunda birçok ülkede aşırı sağın mevzi kazanışını izliyoruz. Hemen hemen her yerde, popülizmin basit fakat etkili bir anlatısı var: Acımasız ve yozlaşmış “seçkinlerin” karşısında, kendinden menkul bir milli değerler bütünüyle sarılı, mutlak ahlaki üstünlüğü adeta varoluşunda taşıyan kutsal bir “millet” ve onların adına yel değirmenlerine karşı savaşan bir lider.
Biz bu söylemi Türkiye’den de gayet iyi tanıyoruz. “Kurumsal vesayet”in karşısında konumlanan, her daim haklı ve muzaffer bir “milli irade”, bir türlü gücü tükenmeyen “monşer”ler ordusuna karşı savaşları tek tek kazanmaya devam ediyor. Bu sonucun geniş halk kesimleri için daha da yoksullaşma ve güvencesizleşme anlamına geldiği ise, zafer sarhoşluğuyla bir süre görmezden gelinebiliyor. Kazananlar “gerçek millet” olurken, kaybedenler kendilerinden azade ve yabancı bir “halk”a küsüp bir sonraki seçime kadar kabuklarına çekiliyorlar. Galipler ve mağluplar nicedir su almakta olan bir geminin makine dairesinde birlikte olduklarını, kaptanınsa en ufak sarsıntıda gemiyi farelerden bile önce terk edeceğini unutabiliyorlar. Böylece toplumsal kutuplaşma ekonomik değil kültürel hatlar üzerinden şekilleniyor. Kutuplaşma bir yandan çok keskin grup aidiyetleri yaratırken, diğer yandan da karşıt grupları birbirine düşman ederek aralarındaki geçişkenliği azaltıyor.
Tek Millet, Tek Lider, Tek Düşman
Donald Trump’ın üç dönemdir yürüttüğü seçim kampanyalarında da aynı ayrıştırıcı dili ve sahte düzen karşıtlığını gördük. Emlak spekülasyoncusu bir ailenin üçüncü kuşak mirasçısı, multimilyoner iş adamı, sabık başkan Trump’ın kendini müesses nizamın karşısında ve Amerikan halkının yanında konumlandırabilmesi ve buna ikna olan seçmenlerin çokluğu, şüphesiz ki sadece adayın “karizmatik” olmasıyla yahut arkasındaki medya desteğiyle açıklanamaz. Daha temelde, kitlelere artık uğruna mücadele edilecek bir hedef yahut ideal sunamayan sistemin meşruiyetini başka bir söylemle yeniden üretme çabası yatıyor.
Hem Donald Trump’ın hem Kamala Harris’in seçim kampanyaları, sistemin iki partisinin pek çok konuda düşman ikizler olduğunu gösterdi. Dış politikada iki aday da İsrail’in Filistin’de yürüttüğü soykırıma tam destek vereceklerini açıkladılar. İçerideyse daha korumacı bir ekonomik model, daha yüksek gümrük vergileri ve yasadışı göç konusunda kapsamlı tedbirler alma sözlerini verdiler. Bütün bu politikalar, dünyada neoliberalizmin yarattığı küresel yangını körüklemenin yanı sıra, Amerikan işçi sınıfının güncel dertlerine de kalıcı bir çare sunamıyor. Hakim sınıfların rızası hilafına adil bir vergilendirme, sağlık ve eğitim sistemindeki kangrenleşmiş sorunların çözümü, yükselen ırkçılığa ve kadın düşmanlığına karşı kapsayıcı mücadele gibi konularda sistem partilerinin söyleyecek yeni bir sözü yok. Ortak çıkarların yokluğunda, rejimin meşruiyeti de ortak nefretler üzerinden kuruluyor.
Son seçimde ortak nefretin öncelikli hedefi göçmenlerdi. Trump ve Cumhuriyetçiler, bu konudaki bilindik ırkçı söylemlerini sürekli yinelediler: Amerikan rüyasını yeniden diriltmenin önündeki temel engel kontrolsüz göçtü. Çalışmadığı halde vergilerden pay talep eden, ülkenin asıl sahipleri olan “gerçek halk”ı sömüren, yaşadıkları yerin dilini bile öğrenmeye zahmet etmeyen bu tembel ve suça eğilimli kitlelerden kurtulunca, ekonomik sorunlar da çözülmüş olacaktı. Öte yandan, Harris’in kampanyasında göçmen karşıtı tavır “sınır güvenliği” yahut yasadışı göçün kontrol altına alınması gibi vaatlerle daha yumuşak bir şekilde işlenmeye çalışıldı. Fakat eğer düşman bu denli yakında ve tehlikeliyse, o zaman merhamete ve itidale ne lüzum var? Bu durumda seçmen, kendisine sunulan alternatiflerden en mantıklısını tercih etmiş gözüküyor.
Müesses Nizam Sallanırken Sınıfı Yeniden Bulmak
Bu tabloya bakınca, kitlelerin gerçek anlamda “temsil edilme” ihtiyacının ne kadar yakıcı bir hal aldığını da görüyoruz. Temsilden kasıt sadece kurumsal mekanizmaların işlemesi, vekillerin ve senatörlerin seçilmesi yahut herhangi bir grubun çıkarlarının gözetilmesi demek değil elbette. Sesini duyurma ve mevcut durumunu değiştirmek için bir şeyler yapma isteği, varoluşa dair en temel dürtülerimizden biri. “İnsanlık onuru” yahut “haysiyet” arayışı, ekmek kadar evrensel bir politik talep. Sistemin krizi derinleştikçe, merkezin çökmesi ve sistem dışı alternatiflerin daha çekici hale gelmesi beklenir. Peki sağ kanatta bu dalga yükselirken, Amerikan solunda da aynı tepkilerin tersiyle bilenip güçlenmesi gerekmez mi?
Kendini sola yakın hisseden yahut doğal müttefik olarak kabul edilebilecek grupların refleksleri ABD’de nicedir kimlik siyasetiyle yumuşatılıp seyreltiliyor. Kimlikler üzerinden bir araya gelmek basit ve pratik bir çözüm gibi gözükse de (neticede herkes “ne olduğunu” bilir fikriyle), bu “kendini bilme” hali aynı zamanda kimlerin grup dışı olduğuna dair kırmızı çizgileri de en baştan çekiyor. Eğer siyasi örgütün özü ortak bir hedef etrafında birleşmiş kişilerin biraraya gelmesiyse, kimlik temelli örgütlenme ancak “farklı çıkarları olan grupların geçici süre için ortak bir platformu paylaşması” sonucunu doğurmuş görünüyor. Bu da örgütlenme faaliyetini, birbirinden kopuk parçaların sürekli pamuk ipliğiyle birarada tutulduğu bir “kırkyama atölyesi” haline getiriyor. Ayrık talepleri herhangi bir sosyoekonomik bağlama oturtmadan aynı partinin platformunda alt alta yazmak, onların organik bir bütün yahut tutarlı bir söylem oluşturmadığı gerçeğini değiştiremiyor.
Siyasi pratikleri ve bilgisi zayıf olan, belki de hayatında ilk defa politik eylem olarak oy vermeye karar veren bir seçmen için böyle bir platformun anlamı ne olabilir? Özellikle genç seçmenlerdeki muhafazakarlaşmayı bu yönden de değerlendirmek gerekiyor. Geleceğe dair heyecan uyandıran, ilham veren, mücadeleyle doğacak değişimi ve daha iyi bir hayat tahayyülünü mümkün kılan bütünlüklü bir ideolojinin yerini, küçük grupların çoğu zaman geçici kazanımları üzerine oturtulmuş günlük anlatılar belli ki dolduramıyor. Şimdiki halinden memnun olmayan fakat geleceği aydınlatacak meşaleyi de ufukta göremeyenler, çare olarak nostaljinin loş ışığında ihtişamlı bir geçmişi aramaya çıkıyor. “Amerika’yı yeniden büyük yapma” sloganıyla büyülenen MAGA’cılarla, kayıp ve ışıltılı bir imparatorluğun peşindeki “Osmanlı torunları” tam da bu noktada akrabalar.
Sol güçlerin bugünkü sorumluluğu, alternatif arayışındaki kitlelerin enerjisini kanalize edeceği hattı yeniden ve keskin bir şekilde çizebilmek olmalı. Burada kasıt, çeşitli toplumsal kimlikler üzerinden şekillenen özgürlükçü gündemleri görmezden gelmek değil elbette. Fakat, bu haklı talepleri savunurken, aynı zamanda da hepsinin kapitalizmin yarattığı birer sistem sorunu olduğu vurgusunu yapmak zorundayız. Popülizmin yarattığı kutuplaşmayı çözmenin yolu, birleştirici hattı ortak bir gelecek tahayyülü üzerinden ve somut gerçekliğe dayandırarak kurabilmekten geçiyor.