Bu bir “acıları yüceltme” yazısı değildir. Çünkü “her gözyaşı şerden akmaz”. Avrupa solu geçtiğimiz 20 yılda şerden akmayan gözyaşlarıyla Türkiye solcusuna çeşitli heyecanlar ve tartışma başlıkları vermiştir. Syriza ve Podemos’un “sol popülist” liderleri, İspanya’daki yatay örgütlenme ve dijital demokrasi deneyimleri, Almanya’da iktidara geçen Sosyal Demokratlar’la Yeşiller’in koalisyonu, İngiliz İşçi Partisi’nin zaferi ya da Fransa’da Halk Cephesi… Bir yanda yükselen “Yeni Sağ” diğer yanda farklı dönemeçlerde yeni yüzlerle heyecan uyandıran, seçim başarıları veya demokratik atılımlarla mutluluk gözyaşları akıtan “Avrupa Solu”.
Avrupa’daki solun yükseliş hareketleri, siyasal alanda ürettiği sonuçlarla solun hanesine yalnızca olumlu izler bırakamadı toplumsal hafızada. Syriza’nın neoliberal düzene teslim oluşu, Podemos’un iflas eden dijital demokrasisi, sürdürülemeyen yatay örgütlenmeler ve hepsinin ötesinde tarihin akışına yön verme yetersizlikleri ile biriken hayal kırıklıkları kaldı bu deneyimlerin ardından (Özalp, 2023).
Ancak bu hayal kırıklıkları tesadüf değil. Neoliberal piyasanın dünya üzerinde kurmaya çalıştığı hakimiyet bütün siyasal hareketleri bir yörüngede toplayan ve kendi sınırları dışında hareket alanını daraltan bir kayış özelliğine sahip. Ayrıca bu kayış, çok pratik siyasal ve toplumsal yansımalarla oldukça da somut. Çünkü neoliberal düzenin hedeflediği yüksek sermaye transferi ve vahşi sömürü düzeni ülkelerin iç işleyişlerinde ciddi krizlere ve çeşitli toplumsal hareketlere sürekli yol açıyor. Dolayısıyla sistemin yönetilmesini zorlaştıran her süreç kayışın çeşitli başlıklarda sıkılmasını gerektiriyor. Ahmet Bekmen neoliberalizmin otoriter dönüşümünü şöyle özetliyor:
Öte yandan bu, faşizmin, askeri diktatörlüğün ve bürokratik otoriterliğin iyi bilinen uygulamalarından tamamen farklı bir şekilde işleyen özgün bir otoriterizm türüdür. Türkiye örneğinde olduğu gibi zaman zaman devreye sokulsa da, doğrudan baskı yerine, otoriter devletçiliğin eğilimi siyasi partileri, yargıyı ve bürokrasinin bazı kesimlerini aciz bırakmak ve yürütme erkindeki teknokrat kafalı seçkinleri güçlendirmek suretiyle liberal demokrasinin işleyişini aşamalı olarak dönüştürmek yönündedir… Neoliberal dönüşün devletin geriye çekilmesi anlamına geldiğini öne süren liberal argümanların aksine, Poulantzas’ın kavramsallaştırdığı şekliyle değerlendirildiğinde neoliberal dönüşüm, devletin çeşitli aygıtları tarafından kullanılan iktidarların yeniden karılması olarak görülmektedir. (Bekmen, 2018)
Otoriterleşmenin siyasi ve hukuki alanındaki kayışı sıkmasının bir de uluslararası alandaki tezahürleri var. En başta, NATO’nun dünyanın dört bir yanında hakimiyetini korumak adına kışkırttığı iç savaşlar, darbeler ve radikal dini ya da milliyetçi örgütlenmeler dünyanın selameti açısından oldukça hayati sorunlara gebe. Örneğin, bugün İran’ın baskıcı ve otoriter siyasal atmosferinin NATO yayılmacılığına ve IŞİD örgütlenmelerine karşı Ortadoğu’da aldığı kritik rolle çakışıyor. Ortadoğu’da barış tarafı olan İran, ülke içinde halkın yoksullukla mücadele ettiği, sansür ve siyasi baskının hat safhada olduğu bir devlet ve dış politikadaki tutumuyla içerideki muhalefeti bastırma maharetine de sahip.
Üçüncü Dünya Savaşı’nın tartışılabildiği günümüzde, oluşmakta olan çift kutuplu dünya taraflara rekabeti sürdürebilmek adına otoriterleşmeyi dayatıyor. Savaş tehlikesinin olduğu koşullarda devletler sosyal haklar, demokrasi, sürdürülebilirlik, çevreci enerji kaynakları, toplumsal cinsiyet eşitliği ya da gelir adaletinden önce güvenliği, kontrol altına alınmış bir muhalefeti ve içerideki müttefiklerin (sermaye gruplarının) ekonomik olarak da güçlenmesini tercih ediyor. Ve bu tercih yalnızca “emperyalist Amerika’yı” değil Avrupa Birliği’nden Birleşmiş Milletler’e kadar bütün işbirlikçilerini de kapsıyor. Bir diğer deyişle, siyaset alanında üzerimizi saran kayış yalnızca gördüğümüz, dokunduğumuz kadar kısa ve ince değil. Bol katmanlı ve ucundan tutan çok fazla unsura sahip.
Ayrıca NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip Türkiye için bu tercihlerin, iktidarın NATO’nun tarafında olup olmayacağının tartışma konusu olduğu dönemlerde “yönetilebilir” milliyetçi veya siyasal islamcı örgütlerin desteklenmesi yoluyla sağlandığını tecrübe ettiğimiz uzun bir tarihe sahibiz.
Bu uzun, geniş ve katmanlı kayışı delmek için adeta bir üçgen biçiminde ancak sivri uçlu bir mızrak gerekiyor. Sivri noktası, birliği sağlayacak tek bir hedef. Tabanı ise halkın harekete geçirilmesi, sınıfın örgütlenmesi, kitle desteği ve yaygın bir örgütlenme.
Ancak sivri uç, bazı eşitsizlikleri de doğasında barındırır. Bazı sorunlara öncelik verilirken bazılarının geri plana atılması ve hatta daha geniş bir topluluğa seslenmek adına önemsiz görülmesini gerektirir. Metin Çulhaoğlu Marksistlerin siyaset yapma biçimleri hakkında tartışırken bu konuyu şöyle ifade ediyor: “Eğer devrim istiyorsak, eğer devrim siyasal mücadele ile gelirse ve eğer bu devrim boşlukta değil de Türkiye’de olacaksa, Marksistler hem genel sosyalizm alanına hem de içinde bulundukları yerelliğe tümel değil tikel yaklaşmak, Marksizme ilişkin “en kapsamlı” gerçeği değil, anlamlı bir eylem çizgisine olanak tanıyacak ‘doğru’yu (ki bu da ancak kısmi olabilecektir) yakalamak zorundadırlar” (Çulhaoğlu, 2002).
“Anlamlı bir eylem çizgisine olanak tanıyacak doğruyu” yakalamak ya da yazıda tanımlamaya çalıştığımız biçimiyle sivri bir mızrak ucu yaratmak bugün çeşitli körleştiricilerin etkisi altında. Körleştirici etkilerin ideolojik biçiminden kurtulma arayışı ise Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından yükselen ve solu ideolojik olarak besleyen iki kavramın sorgulanmasını dayatıyor: Demokrasi ve Sosyal Adalet (duyarlılık/wokeism)
Oysa ekolojik sorunlar, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, herhangi bir gündemdeki veya tarihteki ezilenlerin kaygıları, sosyalist siyasal ilkeleri dört başı mamur şekilde kapsayamayan tutumlar gibi onlarca başlıkta tutarlı, gözetici, kapsayıcı ve katılımcı olma kaygısı bugün “Demokrasi” ve “Sosyal Adalet” tartışmaları arasında sivri bir uç yaratmayı engelliyor.
Bu durum, esas konumuza göbekten bağlı, Avrupa Solu’ndaki tartışmalara ve adımlara dair bu hevesli takipçilik başarısızlıklardan ders çıkartmanın ötesine geçmeyi engelliyor. Halkçı siyaset, etkili örgütlenme, toplumun kültürel bağlarını ilerici bir siyaset lehine kullanabilme gibi çeşitli konularda örnek alınabilecek bazı kaynakları geri plana atarak ahlaki ve duygusal bağlanımlara sahip olunan ancak verimsiz örneklere yöneltebiliyor.
Erkin Özalp’in geçtiğimiz yıl Yordam Kitap tarafından yayınlanan “Devrim nasıl yapılır?” (Özalp, 2023) kitabında tartıştığı Nepal ve Güney Amerika ülkeleri gibi bazı hareketler bu konuda göz önünde bulundurulmayı hak ediyor. Öte yandan ülkemizde pek sık tartışılmayan ancak, Marksistlerin etkili bir rolünün olduğu ama onlar haricinde de halkçı ve bağımsızlıkçı, üstelik bunu Suudiler, ABD ve İsrail’le savaşmayı göze alarak elde eden Yemen’deki Ensarullah hareketi ihmal edilebilecek gibi değil. Ülkemizde sıkça tartışılan ve bugün birleşme sürecinde olan pek çok Filistinli direniş örgütü ve Lübnan Hizbullah’ı da benzer durumda. Ayrıca, Afrika’da Nijer, Burkina Faso gibi varlıkları belki çoğumuzca önemsenmeyen ülkelerde iktidarı ele geçiren bağımsızlıkçı ve halkçı hareketleri küçümsememek gerekiyor.
Bu hareketlerin ortak noktaları; halklarının kültürlerindeki ilerici öğeleri sahiplenebilmek, ortak bir düşman tanımlamak ve onunla farklarını belirginleştirmek, toplumun yoksullarının taleplerinin siyasi temsilcisi olabilmek. Bir başka soyutlama düzleminde bakıldığındaysa bağımsızlıkçılık ve halkçılık.
Bununla beraber, NATO ile çeşitli çıkar çatışmalarından ortaklaşan, bu halkçı ve bağımsızlıkçı hareketlere de destek vermeyi mecbur gören ancak onlardan farklı olan İran, Rusya, Çin gibi güçlerle kurdukları çeşitli dostane ilişkilerin nereye oturduğunu da tespit etmek gerekiyor. Bu hareketlerin toplamına bakıldığında ise, henüz netleşmemiş bir Direniş Ekseni’nden söz etmek mümkün.
Ülkemizde verdikleri mücadeleyi romantize etme problemleri ile bağlantılı olarak, Direniş Ekseni hareketleri, NATO’ya doğrudan karşı durarak Fransız sömürgeciliğiyle, ABD’nin savaş kışkırtmalarıyla, İsrail’in başta Filistin ve Lübnan olmak üzere bölgedeki vahşi yayılmacılığıyla, Suudi Arabistan’ın ikiyüzlü politikalarıyla çatışarak bağımsızlık arayan ve halk nezdinde bir birlik yaratan bu hareketler bugün sosyalist hareket için eşsiz bir inceleme sahası.
Filistin’de denetim altında ve kıt imkanlarla dünyanın en donanımlı ordularından İsrail’e karşı 9 aydır süren açık direniş ya da İsrail’le ticareti baskı altına almak için Kızıldeniz’i denetime alan ve ABD ile İsrail’in saldırgan tutumlarına direnen Yemen başta olmak üzere Direniş Ekseni ülkelerinin Fransa ya da İngiltere seçimleri kadar heyecan uyandıramaması bugün şaşkınlık ve kaygı ile izlenecek bir durum.
Solun literatürüne yerleşmiş seçimlere sığmamak, halk örgütlülüğü gibi konularda geniş halk kesimleriyle hareket edebilen ve onları yarattıkları sivri uçlarla, net taleplerle bir araya getirebilen bu hareketler bugün en az Avrupa’daki seçimler kadar hayatımızı etkiliyor aslında. Bu etki, Üçüncü Dünya Savaşı tartışmalarında da kendisini en açık şekilde gösteriyor. Ancak yine de kurulamayan duygusal bağ, incelemeye değer. Bu konuda akla gelenler ise şu şekilde:
1-Avrupa’ya dair başta yaşam tarzı, tarih, imaj gibi başlıklarda ülkemizde bulunan duygusal ve kültürel kesişim,
2-“Doğulu Despot” imajının oryantalist biçimde zihinlere çakılmış, Avrupa demokrasi algısı dışında demokrasi idrak etme zorlukları,
3-Tarihimizde Siyasal İslamcı hareketlerin sermaye lehine halk öznelliğini çok farklı şekillerde baskılamış olması ve ilericilik-gericilik tartışması ile birlikte bağımsızlık ve NATO’culuk ayrışmasında İslami hareketlerin yoğunlukla sosyalist hareketle zıt taraflarda kalmış olması,
4-Avrupa kökenli “demokrat” sermaye gruplarının Türkiye’de medya üzerindeki etkisi.
Bu sebeplerse Edward Said’in şu sözlerini akla getiriyor:
Çünkü Şarkiyatçılık son kertede gerçekliğin siyasal bir tasavvuruydu; bu tasavvurun yapısı, tanıdık (Avrupa, Batı, “biz”) ile yabancı (Şark, Doğu, “onlar”) arasındaki farklılığı keskinleştiriyordu. Bu tasavvur bir bakıma, böyle görülen bu iki dünyayı yarattı, ardından da bunlara hizmet etti. Şarkılar kendi dünyalarında yaşadı, “biz” kendimizinkinde. Tasavvur ile maddi gerçeklik birbirine arka çıktı, birbirini işler kıldı. (Said, 2016)
“Batı Medeniyetinin” krize girdiği bugünlerde, Türkiye solunun kitle siyaseti ve ülkenin geleceğine dair yol çizme konusunda kendi yolunu açması gerektiği aşikar. Sosyalist hareketin de kendi “kader ortaklarını” ve neoliberalizmin gerdiği kayışı yaracak sivri ucunu üretmek için örnekler aramak göreviyle mükellef olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu sırada da Batı’da sadece mutluluk gözyaşları akarken Doğu’da da sadece acıdan, hüzünden, yenilgiden gelen gözyaşlarının akmadığını fark etmek şart. Toplamda ise Lenin’in dediği gibi: “Ödev şudur: Çalışan kitleleri, eriştikleri düzleme bakmadan devrimci faaliyete, bağımsız eyleme, örgütleşmeye itmek; daha ilerlemiş ülkelerin komünistleri için yazılmış gerçek komünist öğretisini her halkın diline çevirmek; hemen yapılması gereken pratik ödevleri yapmak ve başka ülkelerin işçilerini ortak bir mücadelede birleştirmek.” (Lenin, 1992)
[1] Bekmen, A. (2018). Neoliberal Dönemde Türkiye'de Devlet ve Sermaye. İ. Akça, A. Bekmen, & B. Özden içinde, "Yeni Türkiye"ye Varan Yol (s. 70). İstanbul: İletişim Yayıncılık. [2] Çulhaoğlu, M. (2002). Doğruda Durmanın Felsefesi. İstanbul: YGS Yayınları. [3] Lenin, V. (1992). Doğu Halklarının Kurtuluşu. W. J. Pomeroy içinde, Marksizm ve Gerilla Savaşı (s. 134). İstanbul: Belge Yayınları. [4] Özalp, E. (2023). Devrim Nasıl Yapılır? İstanbul: Yordam Kitap. [5] Said, E. (2016). Şarkiyatçılık: Batı'nın Şark Anlayışları. İstanbul: Metis Yayıncılık.