Almanya’da Düzen Siyaseti ve AfD’nin Sınırlanmış Çıkışı

Ali Ekber Doğan7 Ağustos 2024

Önceki ay yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri üzerine çokça yazıldı. Öte yandan, üzerinden iki ay geçmiş de olsa konuyu Almanya siyaseti düzleminde ele alan değerlendirmelerin bugüne kadar doyurucu bir şekilde yapıldığını söyleyemeyiz. Seçimlerde büyük bir çıkış yapan ve şimdilerde anketlerde oylarının yüzde 10’ları zorladığı görülen Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW)’yla ilgili ise neredeyse hiç yazı kaleme alınmadı. 7 yıllık Almanya tecrübem süresince yapılan iki seçimi (2017 ve 2021 Bundestag Seçimleri) takip etmiş ve bu konuda değerlendirmelerde bulunmuş biri olarak AP seçimlerinin Almanya ve Alman solu için ne anlama geldiğine dair fikirlerimi birbirini takip eden iki yazı şeklinde Türkiyeli okurlarla paylaşmak istiyorum. Bu ilk yazıda özellikle AfD’nin yükselişini merkeze yerleştireceğim.

AP ve Seçimleri

Her ne kadar Avrupa Konseyi ve Avrupa Komisyonu’na göre zayıf bir organ olsa da Avrupa AP seçimleri pek çok ülkede halkın düzen siyasetinden hoşnutsuzluğunun ortaya konulduğu bir tür referandum havasında geçti. Ortaya çıkan sonuç neofaşistlerin veyahut radikal-otoriter milliyetçi sağın gücüne güç katması oldu. Liberal medya alarm zilleri çalarken, bir ay sonra gelinen noktada, AB’yi ABD-İngiltere’nin kapısına bağlayan Ursula von der Leyen, seçimlerle yenilenen AP’deki radikal sağ bloklardan bir itiraz gelmeden, Avrupa Komisyonu başkanlığına yeniden seçildi. Yakın zamanlara kadar Brüksel’deki AB kurumlarını halkların sırtındaki kenelere benzetip milli iradeyi güçlendireceklerini söyleyerek oy alan neofaşistlerin ABD karşısında merkez düzen partileri gibi secdeye durması faşistlerin 1950’lerden beri NATO tarafından devlet aygıtlarına monte edilen kontrgerilla unsurlarla derin ilişkileriyle ilintili olsa gerektir. Von der Leyen’in yanına fiilen yardımcısı konumundaki AB Dış Politika Yüksek Temsilciliğine, azılı Rusya düşmanı, ABD-NATO-İsrail dostu eski Estonya Başbakanı Kaja Kallas’ın seçilmesiyle, AB yönetiminin beş-on yıl öncesinin bağımsız bir siyasi ve ekonomik blok olma iddialarını büsbütün terk edip ABD-NATO yörüngesine oturma süreci ileri bir noktaya taşındı. Daha sağcı ve ABD güdümüne girmiş AB’nin refah ve özgürlüklerle mukim liberal demokrat Avrupa hikayesinin de sonuna işaret ettiğini Marx‘ın şu veciz sözüyle özetleyebiliriz: “Die ganze alte Scheiße ist im Arsch!” (Eskiye ait bütün çerçöp bombok hale geldi!)

Göçmen düşmanı ve ırkçı milliyetçi AfD (Almanya için Alternatif) ve Fransız RN (Rassemblement National-Milli Birlik)’nin, AP’ye en çok temsilci gönderen Almanya ve Fransa’da iktidara bir adım daha yaklaştığı 9 Haziran Seçimleri sonrasında medyanın manşetlerini bu iki sağcı hareket kaplıyordu. Seçim sonuçlarının belirginleşmesi ve son haftalarda yaşanan bazı gelişmelerin de etkisiyle, buralarda siyasetin havası farklı esmeye başladı. Şimdi iki ülke siyasetinde yükselen yeni sol politik öznelerin (Yeni Halk Cephesi, Asi Fransa-LFI ve BSW) de kendilerinden çokça söz ettirmeye başladığı görülüyor.

Düzen Solunun “Ekmeği” Hezimetini Örtmesine Yetmedi

AP seçimlerine katılım Almanya’da halkın iktidara dönük (anketlerde %80’i bulan) öfkesiyle 1979’dan beri ilk kez yüzde 64,8 seviyesine ulaştı. Halk hükümete ve üç yıldır uyguladığı ABD-NATO çıkarlarına endeksli ve yoksullaştırıcı sosyo-ekonomik politikalara tepkisini ortaya koymak için önüne çıkan bu fırsatı kaçırmadı. İktidarın iki büyük ortağı SPD ve Yeşiller sırasıyla yüzde 13,9 ve 11,9 oranında oy alıp, sandıktan üçüncü ve dördüncü parti olarak çıktılar. Ancak küçük ortak FDP’nin yüzde 5,2’sini de eklediğimizde, iktidarın oy toplamının Hristiyan Birlik partilerinin (CDU/CSU) oranına ulaşabildiği görüldü. Bu açıdan AP seçimleri iktidarın meşruiyetinin ciddi anlamda aşındığını ortaya koydu.

Seçim kampanyaları sırasında, SPD ve Yeşiller AP seçimlerinde ücretli halk kesimlerinin Corona pandemisinden bu yana bozulan sosyo-ekonomik koşullarını iyileştirecek herhangi bir vaatte bulunmadı. Önceki seçimlerde en azından asgari ücretin artırılması, yurttaşlık maaşı, yeni yapılacak sosyal konutlarla kiraların düşürülmesi, toplu taşımanın ucuzlatılması gibi vaatlerde bulunmuşlardı. Bu seçimlerdeyse, seçmenlerden kendilerine oy vererek nefret ve düşmanlığa karşı olduklarını gösteren güçlü bir mesaj vermelerini istediler. Örneğin seçim kampanyasını “sağduyu” mottosuyla yürüten SPD’nin pankart ve dövizlerine bakıldığında, bu mesajın AfD şahsında ırkçı-yabancı düşmanı sağ siyasetlerin güçlenmesi tehlikesine karşı kendisine oy verilmesiyle verilmiş olacağını söylüyordu. Yeşiller ise huzur ve refah içindeki demokratik ve özgür Avrupa’yı tehdit eden güncel küresel gerilimlere örnek olarak Rusya’nın Ukrayna saldırısını vererek başladığı seçim programında, Avrupa’yı tehditlere karşı korumayı sağlayacak iki şeye çağrı yapıyordu. Birincisi onun askeri güvenlik açısından “hareket kabiliyetini” geliştirecek politikaları güçlendirmek iken, ikincisi içerideki antidemokratik, milliyetçi ve aşırı sağcı güçlerin açıkça reddedilmesiydi. Öne çıkardıkları afişlerde de sağ karşıtlığı işleniyordu: “Yeşillere Oy Verin, Nazilere Bir Çarpı Atın”; “Sağa Karşı En İyi İlaç Demokratlardır.”

Siyasetle ilişkisi ilerlemeci gündemlere (karbon ayak izini azaltma, Queer hakları, esrar [Cannabis] kullanımının serbest bırakılması gibi) endeksli, metropollerde yaşayan eğitimli solcuların karşı çıkamayacağı bu söylemin, seçim kampanyası öncesinde AfD karşıtlığını tetikleyen olayların sağladığı politik faydayla ilgili olduğu söylenebilir. Seçim kampanyasının başlangıcı sayılabilecek Nisan ayında tüm anketlerde yüzde 18-19 düzeyinde gözüken AfD oylarının yüzde 16’ya gerilemesi bu iki partinin pragmatist antifaşist alarmizminin sonucu olsa gerektir.

Ellerinde kendi dar politik çıkarlarına endeksli bu antifa alarmizminin işe yaradığını gösteren güncel bir somut dayanak da vardı. Bu, Ocak 2024’te basına sızdırılan ve Almanya vatandaşı olmayanların ülkeden topluca sürülmesi planlarının konuşulduğu gizli bir toplantıda AfD’lilerin yer almasının anaakım medyanın köpürtmesiyle halkta yarattığı infial ve bunun AfD oylarında gerilemeye yol açmasıydı. Bu ırkçı planlara karşı sokaklara taşınan öfke elbette ki anlamlıydı. Almanya’nın Nazi geçmişine, hemen her gün yaşanan ırkçı saldırılara ve göç tarihinde yaşanan ırkçı-ayrımcı pratiklere ilişkin haklı duyarlılık ve kaygılara denk düşüyordu.

Söz konusu gizli toplantı haberinin anaakım medyanın bir numaralı gündemi olmasının bir hafta sonrasında başlayıp bir aya yakın süren AfD karşıtı protesto gösterilerinin ardından, 2023 boyunca yüzde 24-25 dolayında seyreden AfD oylarının yüzde 5-6 oranında gerilediğini gördük.[1] Hükümetin sol ortaklarının bu “antifaşist” görünümlü AfD karşıtı mobilizasyona aktif biçimde katılıp kendi seçmen desteklerini konsolide etmeye çalıştıkları da görüldü. Sonuçta AP seçimleri öncesindeki altı aylık süreçte yaşananlarla AfD oylarının üçte birini (yaklaşık yüzde 8) kaybetti. Buna mukabil SPD ve Yeşiller’in oylarında bir yükseliş olmayışı, karşıtlık üzerine kurulu bu negatif kampanyanın onu yönlendirenlerin halk nezdindeki ağır yıpranmışlığını telafi edecek bir etki yaratamadığını da göstermiş oldu.

Başka türlü olması da mümkün değildi. Zira sağdan korumak için oy istedikleri Avrupa’yı demokrasi, refah ve özgürlükler diyarı olarak allayıp pullasalar da iktidar pratiklerinin vücuda getirdiği Avrupa farklı bir yerdi. I. Dünya Savaşı öncesinin sefahatle müsemma belle Epoque Avrupa’sına benzer bir mekânsallık üretmişlerdi. Kaderini ABD-NATO’nun tek hakim güç (kutup) olmaya devam ettiği emperyalist kapitalist sistemin bekasına endekslemiş bu Avrupa, burjuvazi için çevreci-queer-çokkültürlü/kozmopolit etikle kendini meşrulaştıran bir tür liberal özgürlükler cennetiyken, emekçi ve geniş halk kesimleri için hayatın her geçen gün pahalılaştığı, yoksulluk ve güvencesizliğin arttığı, yerli nüfusla göçmenler arasında gerilimlerin yükseldiği bir yer haline geldi. Bu bütün içinde Federal Almanya ise toplumdaki muhalif potansiyel taşıyan sosyal ve siyasi güçlerin, özellikle 2017-2021 arasında yüzde 8,9’dan 14,7’a yükselen Yeşiller üzerinden düzen siyasetine entegre edildiği, AfD’nin Corona günlerinden beri zorlaşan yaşam koşullarına karşı sosyal öfkenin aktığı en önemli siyasi alternatif haline geldiği mevcut durumu, ön cephesinde özgürleşme tablolarının çizilip, arka sokaklarında faşist canavarın semirdiği Weimar Cumhuriyeti’ne benzetebiliriz.

Neticede, sandıklar açıldığında SPD ve Yeşiller’in 2019 AP Seçimlerine göre yüzde 10,5, 2021 Bundestag Seçimleriyle karşılaştırıldığında yüzde 14,6 oranında oy kaybettiği ortaya çıktı. Hükümetin son üç yılda uyguladığı; AB’yi ve Almanya’yı Ukrayna-Rusya çatışmasında ABD ve NATO’nun çıkarlarına tabi kılan, savaşa Rusya’yla birlikte döşedikleri milyarlarca Euro’ya mal olan Kuzey Akım 2 boru hatlarının bombalı saldırıyla imha edilmesine bile gıkını çıkarmayacak ölçüde angaje olmasının bedelini artan enerji fiyatları ve yüksek enflasyon dolayımından toplumun geniş kesimlerinin sırtına yükleyen politikaların güçlü sosyal tepki doğurmaması şaşırtıcı olurdu. Başka bir deyişle, seçim sonuçları, Yeşil Dışişleri Bakanı Analena Baerbock’un Ağustos 2022’de Prag’da sarf ettiği: “Alman seçmenlerim ne düşünürse düşünsün ve (ambargolar yüzünden) işler ne kadar zorlaşırsa zorlaşsın, Ukrayna’yı ilk sıraya koyacağım”[2] gibi cümlelerle açığa vurulan gözü dönmüş NATO tarafgirliğinin Almanya toplumunun kötüleşen gerçekliğinin duvarına toslamasından başka bir şey değildi. Bahsedilen politikalarda esaslı bir değişiklik yapacağına halkı inandıramazsa, SPD ve Yeşiller’in oylarındaki erime devam edecektir. Nitekim, INSA Bild am Sonntag için yapılmış 27 Temmuz tarihli ankette, iktidar partilerinin oyları 9 Haziran sonrasında erimeye, AfD ve BSW‘nin oylarıysa sırasıyla yüzde 2 ve 4 arasında yükselmeye devam ettiği görülmüştür.

Hükümet politikalarından rahatsız, yoksullaştırılmış, itirazları dikkate alınmayan halk kesimlerine yeni bir şey vaat etmeyen söz konusu partiler, “biz gidersek sağ gelir“ tehdidini AP seçimleri yaklaştıkça CDU/CSU’ya doğru genişleterek kullandı. Zira, seçimler gösterdi ki, her iki partinin seçmen tabanlarından CDU/CSU’ya doğru büyük bir kayma söz konusuydu. Infratest dimap araştırma kuruluşunun yaptığı sandık çıkış anketlerine göre (ki bu yazıda kullandığımız bütün istatistiki göstergeler aynı kaynaktan alınmıştır)[3], anılan partilerden 2019’daki AP seçimlerine göre 2 Milyon seçmenin ana muhalefet partisi CDU/CSU’ya kaydığı görülmüştür. Bu partilere 2019’da oy verenlerin daha fazlasının (3 milyon civarı) bu seçimlerde sandığa gitmeyişi de önemli bir bilgidir. Bunu ise sandığa gitmeyenlerin yüzer gezer seçmenler olmadığına yormak gerekiyor. Yani, SPD ve Yeşillerin iktidar pratiğine ve politikalarına tepkili olsa da onların parti alanından, sosyo-kültürel habitusundan, yatkınlıklarından kopmaları, diğer partilerin alanına adım atmaları zaman alacağı öngörülebilir.

Katılımın 1979’dan beri en yüksek seviyeye ulaşmasından ve seçmenlerin oy kullanma motivasyonlarını AB’ye dair politikalardan ziyade, Almanya gündeminin belirlemesinden[4] hareketle, Haziran 2024 AP seçimlerinin hükümet partileri açısından bir referanduma dönüştüğünü de söyleyebiliriz. Böyle düşünüldüğünde, 2021 Bundestag seçimleriyle karşılaştırma yapmanın bizi gerçek duruma daha yaklaştıracağı söylenebilir. Bu açıdan değerlendirdiğimizde, 2021’de iki partiye oy vermiş daha fazla sayıdaki seçmeninin, bu seçimde CDU/CSU’ya kaydığı da söylenebilir. Bu kayma seçimlerde tescillendikten sonra, SPD ve Yeşillerden Bundestag üyelerinden yerel düzeyde seçilmişlere kadar, Birlik partilerine geçen pek çok kişi oldu. Son olarak, sözü edilen hükümet partilerinin kendi mahallesini konsolide edip sağdaki rakiplerini yalıtmaya dönük bu taktiğinin Berlin, Hamburg, Bremen, Köln, Düsseldorf gibi kültür savaşında ilerlemeci solun hegemonik olduğu metropollerde bile etkili olmadığı görüldü.  Önceki seçimlerde buralarda birinci parti konumunda olan Yeşiller, oylarının üçte birini kaybederek büyük bir bozgun yaşadı.

Sol Parti’nin Hezimeti

Yeşiller ve SPD’nin solundaki daha tutarlı bir özne olarak lanse etmeye çalışan ve son yıllarda ezilen kimliklerin kesişimsel siyasetini yürütmeye aday bir çizgi izleyen Sol Parti’yse yüzde 2,7 oy oranıyla tarihinin en kötü sonucunu aldı.[5] Alman derin devletinin (Anayasayı Koruma Örgütü) partiyi kontrol eden Gregor Gysi ekibinin DAC geçmişi gerekçesiyle tepesinde sallandırdığı kapatma tehdidi gibi yüklerinden kurtulmaya çalıştığı için Trafik Lambası Koalisyonu‘nun “sol” bileşenleriyle cepheden çatışır gözükmeden, onlarla Thüringen’de Berlin’de koalisyonlarda yer almayı, AfD karşıtlığında omuz omuza vermeyi öncelikli gördü. Bu siyaset çizgisi SPD ve Yeşiller’in gerilediği, AfD tehdidinin açığa çıktığı 2017 seçim sürecinden beri adım adım örüldü. 2021 Bundestag seçimleri sonrasında İleri Haber’e yazdığım değerlendirme yazısında, Sol Parti’de sokakta mücadele dolayımından SPD ve Yeşiller’den kesimleri de kazanmayı sağlayacak bir genişlemeyi öneren ekibin nasıl etkisizleştirildiğini, dümenin sol görünen bir düzen içi yöne doğru nasıl kırıldığını şöyle özetlemiştim:

Almanya’da politik düzen sarsılırken, arayış içindeki yoksullaşmış emekçilerle sola açık kesimleri sokak mücadelesiyle birleştirmek için Sol Parti‘den Oscar Lafontaine ve Sahra Wagenktnecht’in ön ayak olduğu “Aufstehen!“ (Ayağa Kalk) hareketi şekilleniyordu. Wagenknecht’in popüler bir hatip olmasının da etkisiyle hareket başlangıçta bir ivme yarattı ve parlamento ve büro merkezli particilik faaliyetinin ötesine bir sıçrayış yapma potansiyelinin olduğunu gösterdi. Fakat partinin sağ kanadı Wagenknecht ve onunla hareket edenleri parti içinde yalıttı ve mülteci karşıtı diye itibarsızlaştırdı. Bu süreçte Sevim Dağdeviren gibi Aufstehen’e destek vermiş milletvekillerinin kendi seçim bölgelerindeki parti toplantılarına dahi gidemediğini biliyoruz. Sonuç olarak, Doğulu Gregor Gysi’nin başını çektiği sağ kanat halihazırdaki salon-büro particiliğini, popüler AfD karşıtlığıyla sınırlı ırkçılık karşıtlığı, radikal feminizm ve diğer sol liberal politik doğruculuklarla güçlendirmeyi ana çizgi haline getirdi.[6]

Bu sırada NATO karşıtlığının dozunu düşürüp, SPD ve Yeşillerin sosyo-kültürel habitusuna dönük bir söylemle; ilerlemeci gündemlerle sosyal hak-adalet taleplerini bir arada yürütmeye çalışan bu parti, 2019’da oy vermiş olan seçmenlerinin 450 binini BSW’ye, 150 binini AfD’ye kaptırmıştır; 390 bin parti seçmeni de sandığa gitmemiştir. Partinin; yeni siyasal çizgisi ve söyleminin semeresini ne ölçüde aldığıysa belirsizdir. Sandık çıkış anketlerine göre, Yeşiller’in 2019’la karşılaştırıldığında kaybettiği yaklaşık 1 milyon 320 bin oydan yalnızca 30 binini kazanan Sol Parti’ye SPD’den o kadar bile oy gelmemiştir. Bu seçimde pan-Avrupacı, sol liberal, ilerlemeci çizgideki Volt Deutschland Partisi’nin oylarını yüzde 0,7’den 2,6’ya çıkarması Sol Parti’nin hitap etmeye çalıştığı habitus dahilindeki kesimlerin büyük ölçüde daha has sistem partilerine yöneldiği anlamında yorumlanabilir. Bu haliyle Sol Parti’nin geleceği çok parlak gözükmemektedir.

Seçimin Beklenen Kazananı: AfD

Son iki yıldır anketlerde belirgin biçimde gözlendiği üzere, merkez sağ kabul edilen CDU-CSU (%30) ve AfD (% 15,9) bu seçimlerden birinci ve ikinci partiler olarak çıktı. Bu anlamda ilk değerlendirilmesi gereken bu iki partinin seçim performansıdır. CDU-CSU seçimlerde lafı dolandırmadan daha az sosyal haklar ve daha çok ABD-NATO muhipliği talep eden bir çizgi izlemesinin de etkisiyle, hükümet partilerinin 2019 AP Seçimlerine göre yüzde 10,7 oy kaybettikleri bir seçimde oylarını yalnızca yüzde 1,1 arttırdı. Bu artışa Bavyera Eyaleti‘nin daha da sağcı-bağnaz partisi CSU’nun hiç bir katkısının olmaması da bu seçimlerde Hristiyan Birlik partileri açısından bir başarıdan söz etmenin mümkün olmadığını göstermektedir. Son AP Seçimlerinden bu yana anketlerde bazı muhalefet partilerinin oyları artarken Birlik Partilerinkinin artmaması da onların mevcut sorunlara temelde aynı şekilde ABD’ci-NATOcu ve neoliberal ekonomi-politik (karları özelleştir, zararları toplumsallaştırır, finans kapitali gözet) mantıkla yaklaşmasının, gözle görülür bir değişim vaat etmemesinin sonucudur.

AfD’nin SPD ve Yeşilleri sollayıp ikinci parti konumunda yükselmesi başlı başına önemli bir gelişmedir. AfD oyları 2019’a göre yüzde 4,8 oranında artarak 15,9’a yükselmiştir. AfD doğu eyaletlerinin çoğunda yüzde 30’ları zorlar biçimde birinci parti konumuna yükselirken, güney eyaletleri ve batıda da yükseliş göstermiştir. AfD’nin Ukrayna Savaşından beri düzenlenen ABD-NATO karşıtı gösterilerde, bu gösterilere hazırlık süreçlerinde, Ramstein gibi Amerikan üslerinin yakınlarında açtıkları standlarda “Ami go home” sloganını öne çıkararak çalışması dikkat çekicidir. Lakin AfDlilerin de kabul ettikleri gibi bu slogan Doğu Almanya Cumhuriyeti (DAC) zamanında çok popüler olan ABD karşıtı bir antiemperyalist şarkının adıydı. AfD’nin domine ettiği gösterilerde bu şarkıyı ve savaş-ABD karşıtı sembol-görsellerin kullanımını mümkün kılan ve AfD’yi açıkça ABD karşıtı konuma iten önemli bir faktör, parti seçmenleri arasında eski Doğu Almanyalıların yanı sıra ciddi sayıda Rusya’dan soğuk savaş sonrası gelen Alman kökenlilerin varlığıdır.

Rusya’yla Almanya’nın karşı karşıya gelmesini istemeyen bu 2,5-3 milyon kişilik topluluğun, siyasi olarak ağırlıkla Rusya’yı-Putin’i desteklediği, yarısından fazlasının da AfD seçmeni olduğu bilinmektedir. Bu eğitimleriyle Almanya toplumunun çelişkilerle yüklü, ayrıksı sosyal unsurlarından biridir. Tıpkı, Almanyalı Türkler gibi onların da Federal Almanya burjuva kamusuna pek adapte olamadığı görülmektedir. Onlar gibi kurumsal bir ayrımcılığa uğramasalar da Almanyalı Almanlar tarafından dil bilmedikleri ya da az bildikleri, aksanlı konuştukları, Rus kültüründen kopmadıkları, Sovyet geçmişiyle barışık oldukları, daha da önemlisi görece yoksul oldukları için dışlanmaya maruz kalmışlardır. Bu yüzden görece içe kapalı bir topluluk şeklinde yaşayan Rusya-Sovyetler geçmişine sahip Almanlar sosyal, siyasal ve kültürel eğilimleri açılarından doğu Almanyalılar ve Almanyalı Türklere benzer biçimde Almanya’nın egemen burjuva habitusundan farklı yaşamakta ve düşünmektedir. Bu gerçeklik aynı zamanda mülksüz ya da yoksul göçmenlerin etnik-kültürel kimlikler fark etmeksizin, sosyal-sınıfsal konumların neredeyse kemikleştiği toplumlarda bir kaynaşma ve uyumun olanaksız olduğunun göstergesi sayılmalıdır. Ukrayna meselesinde Almanya’nın Rusya’yla karşı cephelerde yer alması en çok onları rahatsız ettiği için de bu kesim hem sağ, hem de solun düzenlediği savaş karşıtı (düzen siyaseti ve medyasına göre “Putin destekçisi“) gösterilere fark edilir bir katılım göstermişlerdir.

AfD’lilerin “Ami Go Home” sloganının yanına, sağ antiABD’ciliğin uzun yıllardır unutulmaya yüz tutmuş “Almanya ABD boyunduruğundan çıkıp, egemen bir devlet olmalıdır“ sözünü vurgulu biçimde eklediklerini de belirtmek gerekir. Dolayısıyla, bu süreçte gerçekleştirilen hükümetin Ukrayna Savaşı politikasını ve ABD’yi protesto eylemlerinde, “Ami Go Home”un yanında çokça “Frieden, Freiheit, Soverenität” (Barış, Özgürlük ve Egemenlik) sloganı da eklenmiştir. Bu söylemsel füzyonun ilginç bir dışa vurumunu Leipzig’de 25 Haziran 2022’de antifaşistlerin yaptıkları yürüyüş sırasında gördük. Antifaşistlerin yürüyüşüne karşı, neoNazilerin yaptıkları karşı gösteri sırasında en çok “Ami go home” sloganı atılmıştır. Bu Almanya’da Ukrayna savaşı sonrası sağ ve solun emperyalizm karşısındaki konumlarının nasıl bulanıklaştığının da göstergesi sayılabilir. Dolayısıyla, AfDnin bu seçimde yaptığı yeni sıçramayı basitçe ona oy verenlerin ırkçılaştığı şeklinde yorumlamak hatalı olacaktır. Olayın Trafik Lambası Koalisyonu kurulduktan sonra Ukrayna kriziyle yükselen hayat pahalılığı, düşen ücretler, kamu yatırımları, sosyal hizmetlerdeki bozulmayla, siyasi egemenliğin yitimi kaygısıyla, Ukrayna görünümlü ABD çıkarlarını kendi halkının çıkarlarından üstün tuttuğunu dile getirmekten çekinmeyen Baerbock gibi siyasetçilere duyulan öfkeyle de yakın bir ilgisi bulunuyor.

AfD neofaşist bir kapitalist sistem partisi olmasının etkisiyle bunları dile getirirken bile demagojik bir söylemsel manevra yaparak sorunların kaynağına göçmen, büyük ölçüde de Suriye ve yakın doğu ülkelerinden göçenleri yerleştirmektedir. Çözümlerin başına da bu göçmenlerden kurtulmayı, sayılarını azaltmayı yerleştiren AfD’nin, Filistin’in Gazze bölgesinde 7 Ekim 2023’ten beri süren soykırımcı İsrail saldırganlığını meşru gören Almanya düzen siyasetinin yanında hizalandığı görüldü. AfD’nin Ukrayna/Rusya ve Filistin/İsrail meselelerindeki bu çelişkili tutumunu Sahra Wagenktnecht Almanya siyasetinde düzen dışı bir güç olarak kendi partisine ne denli ihtiyaç duyulduğunu gösteren yeni bir olay olarak, New Left Review’e AP seçimlerinden önce verdiği mülakatta şöyle ortaya koyuyordu:

BSW’yi kurmamızdan önce AFD, müzakere edilmiş bir çözümü tutarlı bir şekilde savunan ve doğudaki pek çok seçmen için hayati bir konu olan Ukrayna’ya silah sevkiyatına karşı çıkan tek partiydi. CDU-CSU daha fazla silah tedarik etmek istiyordu ve Die Linke bu konuda bölünmüş durumdaydı. Eğer détente politikasına geri dönülmesini ve müzakere yapılmasını istiyorsanız, silah sağlayarak savaşın bir tarafı olmak da istemiyorsanız, AFD dışında başvurabileceğiniz başka kimse yoktu. Elbette mesele İsrail olduğunda AFD daha da fazla silah sağlamaya kararlı, çünkü İslam karşıtı bir parti ve orada yaşanan korkunç şeyleri açıkça onaylıyor. Nihayetinde yeni bir parti kurma adımını atmamızın temel nedenlerinden biri de buydu; böylece anaakım siyasetten gayet makul bir biçimde hoşnutsuz olan ancak aşırı sağcı da olmayan insanlar—ki AFD seçmenlerinin büyük bir kısmı da buna dahildir—yönelebilecekleri ciddi bir partiye sahip olacaklardı.[7]

Nitekim BSW Meclis grubu Nisan 2024’te Dışişleri bakanlığının yanıtlaması istemiyle İsrail’e silah yardımı veya satışı yapılıp yapılmadığını soran ve Haziran ve Temmuz aylarında İsrail’e ambargo konulmasını talep eden soru önergeleri vermiştir. Nisan ayında Dişişleri Bakanlığı’ndan yapılan resmi açıklamada bunun 34 milyon Euro olduğu, savaş silahlarınınsa bunlar içinde cüzi bir miktar tuttuğu belirtiliyordu. Ambargo konusundaysa İsrail Başbakanı Netanyahu’nun 24 Temmuz 2024’te ABD Kongresi’nde konuştuğu gün Alman Başbakanı Scholz: “İsrail’in arkasındayız, silah ambargosu uygulamamızı gerektiren bir durum olmadığını düşünüyoruz” şeklinde bir açıklama yapmıştır. Bunun ertesinde, Wagenknecht tekrar basın toplantısı düzenleyip, “BSW grubu olarak İsrail’e silah ambargosu için yeniden önerge verdik ama Almanya‘nın bu savaşın bitmesi için iki tarafı da koruyacak-gözetecek bir çözümü savunması gerekir” açıklaması yapmıştır. Bu yazının devamında sol liberallerin göçmen düşmanı diye yaftaladığı, fakat Filistin meselesinde Bundestag’da bahsettiğimiz kararlı tutumu ortaya koyan tek parti grubu olan BSW’yi ve Almanya siyasetinde soldan yükselen bir alternatif haline gelip, gelmediğini arkasındaki teorik ve politik faktörlerle birlikte ortaya koymaya çalışacağım.

[1] Postdam yakınlarında bir otelde yapılan ve bazı AfDli siyasetçilerin yanı sıra, tanınmış ırkçı isimler ve Almanya jet sosyetesinden simaların katıldığı bu toplantının kamuoyunda kopardığı bunca gürültüye karşın, toplantı katılımcılarına ilişkin herhangi bir cezai kovuşturma açılmadığını da not etmek gerekiyor.
[2] https://www.berliner-zeitung.de/news/egal-was-meine-deutschen-waehler-denken-annalena-baerbocks-aeusserung-sorgt-fuer-wirbel-li.262685, Yayımlanma tarihi, 01.09.2022.
[3] Bu yazıda kullandığım infratest dimap verilerine Almanya devlet televizyonu Erste’nin dijital yayın platformu Tageschau’dan ulaştım. Şu linkte gezinirken kullandığım tüm göstergelere ulaşabilirsiniz: https://www.tagesschau.de/wahl/archiv/2024-06-09-EP-DE/index-content.shtml, Yüklenme tarihi: 09.06.2024.
[4] 9 Haziran AP Seçimlerinde oy kullanma motivasyonunu Avrupa politikasından çok, Almanya’nınkinin belirlediğini söyleyenlerin oranı yüzde 55’tir (infratest dimap, 2024).
[5] Bu sonucun ortaya koyduğu bir asimetrik durumu da kaydetmek gerekiyor. Die Linke 2007’de DAC’nin hakim partisi SED‘in devamı sayılan Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS)‘yle iktidar ortağı SPD’den neoliberal politikaları yüzünden ayrılan Emek ve Sosyal Adalet-Seçmen İnisiyatifi (WASG)‘ın birleşmesi sonucunda kurulmuştu. PDS doğu eyaletlerinde güçlüydü, buralarda CDU’nun ardından ikinci parti çıkıyordu. WASG’sa Almanya’nın batı eyaletlerinde varlık gösteriyordu. Bu yılki AP seçimleri ağırlıkla DAC’da siyaset ve bürokrasi tedrisatından geçmiş Gregor Gysi liderliğindeki ekibin elinde kalan Sol Parti’nin doğudaki oy tabanını büyük ölçüde, partiden geçen yıl ayrılmak durumundan kalanların kurduğu BSW’ye kaptırması ironiktir.
[6] Doğan, A. Ekber (2021) Almanya’nın dalgalı ama heyecansız seçimleri: Anti-liberal bir analiz, https://www.ilerihaber.org/yazar/almanyanin-dalgali-ama-heyecansiz-secimleri-130758.html, yayımlanma tarihi: 29.09.2021.
[7] Almanya’nın Hali-2 (2024) New Left Review dergisinin Sahra Wagenknecht ile yaptığı söyleşi, çev. Yurtseverce, https://yurtseverce.com/2024/07/20/sahra-wagenknecht-almanyanin-hali-2/, 20.07.2024.