2025 yılı kamu bütçesi Meclis’e sunuldu. Bütçe tartışmalarının en yoğun geçtiği Ekonomi Bakanı Şimşek’in bulunduğu komisyon toplantısı her nedense asgari ücrete yapılacak zammın ne olacağı/ne olması gerektiği konusunda şekillendi. İktidar, alım gücünün ileride artması için şimdi fedakârlık zamanı dedi, muhalefet partileri abaküslerle muhalefetini yaptı.
Elbette bu tartışma önemli ve önümüzdeki dönemde işçi sınıfından yana bir mücadele rüzgarının da tetikleyicisi olabilir.
Ancak ilginç yanı asgari ücretin beklenenden fazla artmasının bütçeye bir yükü olmaması. Kamu kurumlarında asgari ücret ile çalışan yok çünkü. Hatta asgari ücretin artışı tetikleyeceği özel sektör ücretleri ile başta ücret üzerinden alınan vergiler olmak üzere, harcamaların artması ile artacak KDV ve ÖTV gibi gelirleri de artıracak.
Bütçe tartışmalarının ana ekseninin asgari ücrete sıkışması aslında asgari ücretliler için de bir handikap. Çünkü bütçe, kamunun halka eşit bir şekilde sunacağı hizmetlerin de bir göstergesi. Örneğin bu bütçede sağlık, eğitim, barınma, toplu ulaşım, su, elektrik, ısınma vb. konularında herhangi bir iyileştirme göstergesi yok. Neredeyse son yılların yatırım ve hizmet anlamında “en fakir” bütçesi.
Yani bir asgari ücretlinin yaşam standardını sadece ücret belirlemiyor, genel olarak geniş halk kesimlerinin ücret kadar bu tip kamusal hizmetler konusunda da talepkar olması önemli ve gerekli.
Bu kayıtsızlık aslında 80’lerden itibaren gelişen “özelleştirme” uygulamalarının yarattığı işçi sınıfı için kayıp, sermaye için bir kazanım. Hakkı olan kamusal hizmetleri, ücretiyle satın almak zorunda kalmak, işçileri var olan sömürü ilişkilerine daha fazla mahkum ediyor.
Asgari ücrete rağmen toplumun diğer kesimleriyle birlikte eşit paylaşacağı kamusal hizmetlerin varlığı en çok da emekçi sınıfların üzerinde durması gereken bir mücadele alanı. Gerçi okuyucular zaten bu kamusal hizmetler yerine “sosyal yardımlar” ile idare ediyorlar diyebilir.
Ancak sosyal yardımlar, asgari ücret bile altında gelir elde edenlerin alabildiği/faydalanabildiği bir mekanizma. İlginçtir ki 2025 yılında o kesimlere de bir şey yok. Genel tüm bütçe kalemleri %35-40 oranında artarken, sosyal yardımlar %6 ile en az artan bütçe kalemlerden birisi.
Bunu bu kadar belirtik yazmanın, altını çizmenin bir anlamı var. AKP önce bütçeyi küçülttü, bunun içinde de kaynakların kullanmasındaki tercih ile sermayeden yana, ona ucuz işgücü sağlayan kalkınma modelinde ısrar edeceğini gösteriyor.
Örneğin muhalefet aslında bütçe ile ilgisi olmayan “asgari ücret” tartışmasına yığınak yapacağına, sermayeye yapılan, var olan bütçenin %25’ine ulaşan vergi istisnaları ve teşvikleri tartışabilirdi. Bu yazıyı sabırla okuyan iktisatçılar dahil böyle bir oranı nereden buldun deme ihtimali yüksek.
Aşağıdaki tablo, alınmaktan vazgeçilen vergileri, yani vergi zararlarını göstermektedir. Yani AKP diyor ki bu vergiler yasal olarak var olmasına rağmen almayacağım. Yani hiç bütçeye girmiyor. Bunun sermayeden alınmadığının tespiti nasıl yapılıyor derseniz aslında ben de tam bir oran veremem ancak 1315 vergi istisnası ve teşviğinin ezici bir çoğunluğu sermayeye tanınan istisnalar ve teşvikler.
Örneğin KDV’den vazgeçilmesi nasıl mümkün? Hiç “sarı kazaklı” bir vatandaş marketteki hijyen ürününüzde %20 değil %10 KDV ödeyecek diye bir madde yok (tabi abartılı örnek veriyorum ancak benzeri de yok) ancak sermaye için var. Misal Cengiz Holding devletten özelleştirme ile çöktüğü ETİ Maden işletmelerinde KDV ödemiyor. Buna benzer 1252 firma bulunmakta. Yani sermaye için “sarı kazaklılar” tanımlı, vatandaş ise değil.
Haliyle bu bütçe baştan 3 trilyon eksi ile açıyor.
Eksik açılan sadece bu değil. Okuyuculara şöyle bir soralım.
Türkiye’nin en büyük holdingi (ya da sermaye grubu) sizce hangisidir? Birçoğunuz Koç Holding diyecektir. Yanlış, doğru yanıt ise Türkiye Varlık Fonu. Elbette birçok okuyucu devletin kamu işletmelerinin olması normal değil mi diye soracaktır. Elbette normaldir, kişisel fikrim bunun daha da artmasıdır. Ancak sorun şu ki; bunlar bir kamu işletmesi gibi görünmemektedir. Haliyle ne gelirleri ne giderleri bütçe içindedir. Sayıştay denetimi sadece dış denetimle sorumludur. Yani açıklanan verilerin uyumuyla dış denetim yapar, yoksa bu verilerin nasıl oluştuğunu denetleyemez, bununla ilgili kritik yazamaz. Bu fonun aktif büyüklüğü Türkiye bütçesinin 5 katıdır. Daha da garip yanı buradaki kamu bankalarının “görev zararı” bütçeden karşılanırken karı fonda kalmaktadır. Az buz değil 2023 için 900 Milyar TL. 2025 yılında ne olacağını bilmiyoruz, çünkü bütçesi yok.
Yine aynı soruya devam edelim. Peki ikinci büyük sermaye grubu nedir? Elbette önceki şaşırtmalı sorudan dolayı artık Koç Holding demekte tereddüt ediyorsunuz. İyi de yapıyorsunuz. İkinci büyük holdingi Tasarruf Mevduat Fonu (TMSF)’dir. 2001 krizinde batık bankaların sağlam kalan aktiflerini yönetmek için kurulan bu geçici kurum, içindeki yüzlerce şirket ile yine devasa bir sermaye grubudur. Elbette bütçe dışıdır.
Kamu Hizmetlerini Yok Sayan Bütçe
Haliyle sermayeden alınmayan vergilerle, içine katılmayan fonlarla elde büyüklüğü küçültülmüş bir bütçe kalmakta.
Küçültülmüş bütçede, verileri karşılaştırmak da bazen anlamsızlaşır. Örneğin yıllardır “bütçede en çok payı Milli Eğitime ayırdık” denir. Yıllarca “savaşa değil eğitime bütçe” diye slogan atan üniversite gençliğimiz aklımıza gelince bir şaşkınlık yaşıyoruz tabi. Evet doğru söylüyorlar. Bütçedeki en büyük pay eğitime gidiyor.
Halbuki eğitim için nereyse hiç yatırım bütçesi yok. Hatta var olan güdük bütçede en büyük harcama kalemi eğitim olduğu için “Kamuda Tasarruf Paketi” de en sert biçimde eğitimi vurdu. Taşımalı eğitim servisleri iptal edildi, okulların zaten yetersiz olan temizlik bakım malzemeleri kısıtlandı. Hatta paketin ilk gün uygulaması olarak basına yansıyan şey öğretmenler odasındaki çay ısıtıcılarının kaldırılması oldu. Sonuç 2024-2025 eğitim döneminde 600 bin öğrenci eğitim hayatından çekildi.
Dünyanın en aç öğrencilerinin Türkiye’de olduğu geçenlerde bir araştırmada yer aldı. Ne garip çelişki en büyük pay eğitime ama çocukları bırakın beslemeyi tuvalet malzemesi bile koyamayan bir bütçe. Halbuki tüm öğrencilere 1 öğün ücretsiz yemek vermenin bedeli sermayeden vazgeçilen vergilerin sadece 200’de biri. Daha farklı anlatalım. Sadece ama sadece 2025 yılında sermaye vergilerini ödese elde edilecek gelirle 200 yıl boyunca çocuklara ücretsiz öğün verilebilir.
Bu örnekleri yazının ilerisinde çoğaltacağım ancak bu garip durumun yine sermaye taraflı iktisatçılar için bir karşı silaha dönüşmesini de görüyoruz. “Bütçe maaşa gidiyor” diyerek aslında Türkiye’nin memurları beslediği, o yüzden elinde hiçbir kaynak kalmadığı gibi bir karşı argümanla ücretlerin üzerindeki baskının ideolojik zemini oluşturuluyor. Halbuki Türkiye nüfusuna oranla en az kamu personeli olan ülke. Ki bunun için de dünya ortalamasının üstünde olan Polis ve İmamları çıkarttığınızda ortalama bir Afrika ülkesinin “kamusal hizmet” kapasitesi ile karşı karşıya kalıyorsunuz.
Aşağıdaki grafikten de görüleceği üzere, Türkiye’de kamu istihdam oranının OECD ülkeleri ortalamasına gelmesi için bile en az %50 oranında bir istihdam artışı gerekli.
Bütçenin Öznesizleri: Kadınlar, Yaşlılar, Çocuklar.
Kamusal hizmetlerin ve olanakların ücret kadar önemli olduğunu belirtmiştik. Peki 2025 bütçesinde bunların bazı izlerine bakalım. Sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim; Erdoğan’ın 2015 yılındaki ilk Cumhurbaşkanlığından bu yana son 9 yılın bütçesi birbirinin benzeri. O yüzden değişen pek bir şey yok.
Örneğin geçtiğimiz günlerde İzmir’de metruk bir barakada yanarak hayatını kaybeden beş çocuk gündeme gelmişti. Bu çocukların anneleriyle birlikte barınabilecekleri çocuk evlerinin sayısı 1084, gelecek yıllarda da 3 tanesininim kapatılması düşünülüyor. 2016 yılından itibaren de sayısının artması durmuş ve her sene 1-2 tanesi kapatılmaya başlanmış. Yani çocuklara bakım hizmetini anneye yükleyen ve bu konuda sorumluluk almayan/ileri yıllarda da almamayı planlayan bir bütçe var karşımızda.
Yine kadına yönelik şiddetin artık fezaya bir trend yaptığı dönemde kadın sığınma evlerin yıllardır ayını sayıda olduğunu görüyoruz.
Peki işsizler için durum ne? AKP’nin her şeyi bütçe dışına taşıdığı İşsizlik Fonu’ndan sermayenin faydalanma oranları giderek artıyor. İşsize destek yerine, işsiz bırakan sermayeye “belki bundan sonrakileri işsiz bırakmaz” destekleri var bu fonda. İşsizlik fonunun sadece üçte biri işsizler için harcanıyor.
Sosyal yardımları yukarıda belirtmiştik ancak aşağıya tablosunu da ekleyerek sadece %6’lık artışı irdeleyelim. Tablodan da görüldüğü gibi “yoksullar” azalacağı için yardım bütçesi düşmüyor. Yardım tutarları belli ki bu sene değil gerçekleşen hedeflenen enflasyon bile altında güncellenecek.
Yine kaybettiğimiz beş çocuk üzerinden örnek verelim. Özlem Zengin bu anneye destek verildiğini söylemişti.
Doğru söylüyor. ÇEDES ödemeleri 3500 TL, çocuk yardımı ise 5 çocuk varsa 650 TL (Yani çocuk başına 130 TL) toplam 4.150 TL. Özlem Zengin 4.150 TL’nin yeterli olduğunu düşünmüş. Ancak belli ki Mehmet Şimşek bu bile fazla diyerek bu ödemeleri güncellemeyecek. Yoksa sadece %6’lık artış başka türlü açıklanamaz.
Yine yaşlılar için veri ilginç. 2016 yılından bu yana en istikrarlı veri sanırız bu. Son 9 yıldır yaşlı bakım evi kapasitesi 14.500 ile 15 bin arasında. Yani 9 yılda yaşlı nüfus mu artmamış? Sadece bütçenin başka bir yerindeki veri bile aslında devletin yaşlı sayısının artacağını öngördüğünü gösteriyor. Adalet Bakanlığı bütçesinde önümüzdeki bir seçimde 75 yaş üstü seçmenin %32 artacağı öngörülüyor ama Aile ve Sosyal Bakanlığı demek ki aynı kalacağını varsayıyor.
Tabi ki onlarda biliyor yaşlı nüfusun arttığını ama aynı çocuklarda olduğu gibi bakım sorumluluğunun “aile”de olması gerektiği konusunda ısrarcılar. Bu bakışın elbette “muhafazakar sosyal devlet” anlayışından esinlendiğini söyleyebiliriz ancak ne ilginçtir ki, muhafazakarlıkları ile kapitalist bakış açıları arasında bir dengesizlik yok, aksine bir uyum var. Hizmetler “özelleştirilmeli”, piyasada gücü yoksa “kutsal aile” bunu yüklenmeli.
Yaşlılar deyince emeklilere değinmemek olmaz. Ancak bir öncekinin özetini geçersek sermayeye yüzlerce madde ile istisna tanınmış. Bunlardan birisi ise 2008 yılındaki kriz nedeniyle “geçici” olacağı varsayılan %5 SGK prim teşviği. Yani Devlet önce çalışandan %14 İşveren SGK destek primi kesiyor, sonra bunun %5’ini sermayeye geri veriyor. Sadece son 16 yıldır bu kesintileri yapmayıp, işveren kesintilerini tam yapsalardı, bırakın SGK’nın açığını vb. konuşmayı, her tarafından para taşan bir kurum olacaktı.
Yine bir yanlış algı ise var olan sigortalıların yatırdığı primlerle emeklilerin maaşlarının yatırıldığı iddiası. Bir emekli EYT kanununda bile emeklilik hakkını kazanabilmek için asgari 18 yıl prim ödemek zorunda. Ortalamaya baktığınızda ise bu 25 yıl. Yani emekli aslında yıllarca kendisinden kesilen primleri maaş olarak alıyor. Elbette bu yazıyı sayılara boğmak istemem ancak emeklilerin, emekçiyken yatırdığı primler en azından enflasyon kadar getiri sağlayan yatırım araçlarında değerlendirilseydi, emekliler şu anda aldıkları maaşların 2-3 katını alabilirdi.
Ne yazık ki bütçede bu işverene sağlanan vergi teşviği sadece bunlarla da sınırlı değil. Yazının başında belirttiğim süper teşvikler de var. Örneğin Koç Holdingin bir işletmesi süper teşvik almış. Onun işçileri için 10 yıl boyunca SGK primi alınmıyor. Peki Koç Holding %200-300 kar artışı yaşandığında “tamam zamanında sana teşvik verdim, yatırımın güzel kazanıyor, hadi artık şu SGK primlerini öde deniyor mu? Tabi ki hayır.
Haliyle Şimşek ve benzerlerinin sürekli “EYT ödemeleri” yüzünden bu haldeyiz açıklamalarının bir gerekçesi yok. Bu durumun, emekliler yüzünden değil, sermayeye aktarılan servet transferlerinin neden olduğunu, GSMH içindeki ücretlerin paylarının dramatik düşüşünden de görebiliyoruz.
Özetle, eğitimdeki çocuktan eğitim dışında kalan çocuğa kadar, yaşlının bakıma muhtaç olanından şiddete uğrayan kadınların ihtiyaçlarına kadar, kamusal hizmetler alanında bu bütçede geniş halk yığınlarına herhangi bir vaat yok. Sermayeye aktarılan kaynaklar mı? O baki. AKP gibi tüm düzen partilerinin değişmez asli görevi bu bütçede de yaşamaya devam ediyor.