Türkiye son beş yıla yayılan aralıksız bir seçim konjonktürünü geride bıraktı. Aslında siyaset alanının geleneksel biçimlenişine baktığımızda Türkiye’nin her zaman bir seçim ülkesi olduğunu söylemek mümkün. Ancak 2023 ve 2024 seçimleri, özellikle de 2019’da İstanbul ve Ankara’nın muhalefet tarafından kazanılmasından sonra ve Cumhuriyet’in yüzüncü yılına denk gelişinin de esiniyle belirgin bir önem kazandı. Bu beş yılın birbirine böyle bitişmesi, aynı zamanda umut ve umutsuzluğun, yenilgi ve galibiyetin, inat ve teslimiyetin de dip dibe, iç içe, hatta dengesiz bir biçimde yaşanmasını getirdi haliyle.
Türkiye’nin siyasal ve toplumsal niteliklerinin seçimlerin önemsizleşeceği bir dönüşüm süreci yaşayacağını beklemek için geçerli bir neden görünmüyor. Bu anlamda, en geç 2028’de tekrarlanacak seçimin yeniden siyaset alanının en önemli başlıklarından olacağını söylemek ve bunu bir kere söylediğimizde de o günlere dair hazırlıkları tasarlamak gerekiyor. Öte yandan, bir süreliğine de olsa seçimlerden uzak kalacağımız, siyaseti ve toplumu seçim telaşının gölgesi altında ele almayacağımız ve bu sandıksız süreci siyasal ve toplumsal mevziler elde etmek için kullanmayı deneyeceğimiz bir döneme girdiğimiz belli.
Tabi ki, işe başlayacağımız yer son seçim ve onun ertesindeki tabloyu çözümlemek olmalı. Ayrım’ın bu ayki dosyasında yer alan çok değerli diğer yazılarda manzarayı etraflıca inceleme şansımız olacağı için de bu yazıda kısa vurgularla yetinerek…
***
Neresinden bakılırsa bakılsın, 31 Mart seçim sonuçlarının AKP-MHP ittifakında somutlanan devlet açısından ağır bir yenilgi, oylarını CHP’de birleştirmeyi seçen halk açısından ise beklenmedik bir zafer olduğu söylenmeli. Daha kısa ve ajitatif biçimde ifade etsek, “halk, devlete karşı zafer kazandı” diyebilirdik de. Nasıl adlandırılacağı başka bir tartışma konusu olsun, ama seçim sonuçlarının Saray iktidarı açısından önemsizleştirilemeyecek bir mağlubiyet yarattığı kesin.
Kesin olan bir diğer şey ise, bu mağlubiyetin, kısa yoldan ve aceleci yorumlardaki gibi AKP’nin çöküşüne işaret ettiğini düşünmenin hata olacağı. Evet, bu zafer iktidara güç kaybettirmiş, onun hegemonyasında telafi edilmesi güç çatlaklar yaratmış, aynı zamanda muhalefete özgüven ve muhalif seçmene umut vermiştir ve bunlar bile oldukça önemlidir. Öte yandan, 31 Mart’ın gösterdikleri arasında esas önemli olan AKP’nin çöküşünün işareti olması değil, ama böylesi bir çöküşü tetikleyecek çatlakların hangi hatlar üzerinden derinleşebileceğini işaret etmiş olmasıdır. Türkiye’de dengeler kalıcı olarak bozulmamış, konumlar radikal biçimde değişmemiş, özneler ve süreçler kökten dönüşmemiş olabilir; ama seçim sonuçlarının açığa vurduğu yapısal (ekonomik, siyasal ve ideolojik) kriz ya da Alfredo Saad-Filho’nun deyişiyle “çoklu kriz”[1] dinamikleri, Saray iktidarının olası çöküşünü tetikleyebilecek başlıkları çıplak biçimde görünür kılmıştır.
Görünen o ki, kamuoyunda Şimşek Programı olarak adlandırılan ve esası ülkeyi AKP eliyle sokulduğu yoksulluk krizinden emekçileri daha da yoksullaştırarak çıkarmak olan kemer sıkma politikalarının 31 Mart seçim sonuçları üzerinde belirgin bir etkisi oldu. Eğer bu kadarla kalsaydı Şimşek Programı ve onda somutlanan kimi politikalar gündemimizde bu denli yer etmeyebilirdi. Ancak, AKP açısından önümüzdeki dönemi hem krizlere gebe hem de yeni darbelere açık hala getiren, Şimşek Programını uygulamaya devam etme zorunluluğudur. Yaşanan ağır seçim yenilgisine rağmen Erdoğan’ın da sermayenin de uluslararası çevrelerin de ve elbette düzen muhalefetinin de Şimşek Programı dışında bir seçeneği yoktur. Dahası, AKP’nin hem seçimi hem de birinci parti olma konumunu kaybetmesi, Şimşek Programı karşısında farklı alternatifler denemesini son derece zorlaştıracak biçimde elini zayıflatmıştır. Özgür Orhangazi’nin deyişiyle, Mehmet Şimşek gerçekten de çalışmaya daha yeni başlıyor.[2] Bu durum, önümüzdeki dönemin siyasal ve toplumsal mücadele repertuarı açısından oldukça önemli ipuçları sunuyor.
Bu ipuçlarını takip ettiğimizde ise, karşımıza henüz bir “bölüşüm kavgası”na dönüşmemiş olan ama yarattığı sarsıntıyla tüm toplumsal yapıyı çalkalayan, belki de siyasal alana da yansıyacağı kanalları arayan “bölüşüm şoku”na varıyoruz. Artık bir gerçek ki, Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı bölüşüm şoku geçici ya da kısmi bir olgu olmaktan çıktı; hem kendisini üreten dinamikler hem de toplumda yarattığı yıkım kararlılık kazanarak kalıcılaştı. Ücretlerin asgari ücret ortalamasına çekilmesi, enflasyon sonucunda alım gücünün düşmesi, emeklilerin yaşamını sürdürmekte zorlanacak denli yoksullaşması, gençlerin hem akademik hem ekonomik geleceklerinin tamamen kararması, işgücü dışına düşen ve sosyal yardımlarla yaşayabilen muhtaçların durumunun hiçbir umut barındırmaması ve pek yakında yoksulluğun yanına işsizliğin de eklenmesi ihtimali gibi gerçekler önümüzde bir tür “yapışkan yoksulluk”[3] sorunu olacağını gösteriyor.
Eğer elimizde böyle bir tablo varsa, Erdoğan’dan ve Saray iktidarından bir tür “yumuşama” dönemi açmasını beklemek hayli saflık olur. Bu söylemin, Erdoğan’ın muhalefeti oyalama amaçlı bir oyun kurma niyetinden öteye geçeceğine dair hiçbir emare de bulunmuyor. Zira “yumuşama”, siyasal ve ideolojik tercihlerden çok ekonomik krizin yarattığı zorunluluklar nedeniyle imkansız. Yani Şimşek Programının devamını dayatan koşullar iktidarın toplumsal tepkiyi kontrol edebilmek için daha da otoriterleşmesini gerektirecek ve bu otoriter adımlara CHP dahil düzen muhalefeti de onay vermek zorunda kalacak. Nitekim, şimdilerde Şimşek Programı olarak adlandırılan ekonomi politikalarının, daha bir yıl önce Altılı Masa’nın Türkiye’ye önerdiği modelle neredeyse tıpatıp aynı olduğu hatırlanacaktır. Bu ise, önümüzdeki dönemde arkasına güçlü bir rüzgar alması ve sosyalist hareketin önünü kapaması beklenen CHP’nin zayıf karnını gösteriyor.
Ancak, seçim sonuçlarının Erdoğan açısından en dikkat çekici tarafı, şimdiye kadar sürdürebildiği “tek adam” konumunun da yıpranmaya açık hale gelmesi. Erdoğan’ın hem Saray Rejimi’nin başı olarak hem de ülke çapında 20 yıldır aralıksız iktidarda kalabilmiş bir lider olarak en önemli özelliklerinden birisi farklı sınıf ve fraksiyonların çıkarlarını devlet katında temsil ve regüle edebilme gücünü elinde toplamasıdır. Sık sık sarf edilen “tek adam”lık, siyasi ve hukuki konularda başına buyruk ve keyfi kararlar almanın yanı sıra, sınıfların devletle ilişkisinin kendi aracılığından geçmesini zorunlu kıldığı için de tek adamlıktır esasında. İşte 31 Mart, Erdoğan’ın bu tek adamlık rolünün yeterince etkili işletilemediğini ve eğer hızla telafi edilmezse seçim sonrasında daha ciddi ölçüde yıpranabileceğini işaret etti.
Dahası, Yeniden Refah Partisi’nin yükselişinde de dinci/gerici ajandaya sadakatten çok Erdoğan’ın bazı sınıf ve fraksiyonlar için devlete ulaşma kanalı olma rolünü (başta Şimşek Programı nedeniyle) yerine getirmemesinin payını görmek gerekir. Bu açıdan, YRP’nin seçim sonuçlarına yansıyan başarısını salt dinci/gerici ideoloji/kimlik ekseninde okumak tam olarak doğru bir sonuç vermez. Elbette, Filistin konusunda AKP’nin gösterdiği tutukluk gibi konjonktürel fırsatlar da YRP tarafından çok iyi kullanılmıştır. Fakat YRP’ye akan oyların arkasında derinleşen ve kalıcılaşmaya başlayan bölüşüm şokunun en çok emekçiye, esnaf ve küçük işletmeciye vurması, Şimşek Programıyla büyük sermayenin alenen kollanması, rantiyenin büyümesi ve gösterişçi tüketim, yolsuzluk ve rüşvetin sıradanlaşması gibi etkenlerin payı da hiç yabana atılacak gibi değildir.
Şimdiye kadar özetlenen tabloya baktığımızda, öncelikli sonuçlardan birinin şu olduğunu söylemek mümkün olur: Türkiye, adına Şimşek Programı denilen ve esasında emekçilerin daha da yoksullaşmasından başka hiçbir anlamı olmayan kemer sıkma politikalarının koyu gölgesi altında geçireceği zor bir döneme girmektedir. Asgari ücret, geçim sıkıntısı, yoksulluk ve işsizlik, adaletsiz vergi düzeni, kamusal/sosyal hizmetler gibi konular gerilimin yükseleceği ve belki de toplumsal hayatın baskın gündemi haline gelecek başlıklar olacaktır. Böylesi bir dönemde hem devlet idaresinin hem düzen siyasetinin hem de sermaye çevrelerinin halkta oluşabilecek tepki ve itirazlara karşı otoriter bir yönelimi en baştan sağlama almak dışında bir seçeneği de yoktur.
Öte yandan, tansiyonun yükseleceği başlıklar, aynı zamanda sosyalistlerin de rahatlıkla ve agresif biçimde söz ve eylem üretebileceği başlıklardır. Böyleyse, Saray Rejimi’nin otoriterliğinin artacağı ve sermayenin sınıf savaşının keskinleşeceği bir döneme giriyor oluşumuz kadar, sosyalistlerin etkili ve sonuç alıcı mücadele örnekleri sergileyebileceği, böylece toplumsallaşma yolunda önemli mevziler kazabileceği, kısacası sosyalistler ve emekçiler açısından imkanlarla dolu bir döneme girdiğimiz de söylenebilir.
***
Kimsenin, muhtemelen yönetici ve üyelerinin bile tahmin etmediği ölçüde bir başarı kazanan CHP’nin, 31 Mart seçimleri konusunda birçok tartışmaya konu olması doğal karşılanmalı. Üstelik, şimdiye kadar seçimlere sadece kaybetmek için giriyormuş gibi algılanan bir partinin elindekileri korumanın ötesinde, birinci parti konumuna gelecek bir sıçrama yapması kayıtsız kalınabilecek bir durum değil elbette. Açık ki, CHP’nin başarısının bir boyutu, AKP’nin başarısızlığıdır; yani yukarıda kabaca özetlenen sorunların AKP’ye kaybettirdikleridir. Ancak elbette, CHP’nin seçim başarısı salt bununla açıklanamaz, bir tür “pasif zafer” olarak değerlendirilemez.
Bu açından, CHP’nin, bir tür “kendiliğinden popülizm”[4] diyebileceğimiz eklektik, bir makro ekonomik programa dayanmayan, daha ziyade sosyal hizmet sunumunu ve alımını sorunsallaştıran pragmatik söyleminin söz konusu başarıda belirli bir paya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ek olarak, İmamoğlu ve Yavaş’ın ulusal çapta siyasal figürlere dönüşmesi ve bu iki siyasetçinin sağ görüşlü seçmene hitap etmede klasik CHP’li tipolojisinden çok daha avantajlı olması da CHP’nin geniş yığınlara seslenme kanallarını olabildiğince açmıştır. Ayrıca, bilhassa İyi Parti’nin tehdit/şantaj vesayetinden kurtulma imkanı da sağladığı için, bu seçimde ittifak modelinin kullanılmamış olması AKP’den kaçan oyların mutlaka Altılı Masa’ya, yani fiilen CHP’ye akması zorunluluğunu ortadan kaldırarak seçmen davranışında bir ferahlamaya yol açmıştır. Son olarak ise, özellikle metropollerde, Kürt seçmen ile kurulan optimum ilişkinin içeriden ve dışarıdan gelen tüm tahrik girişimlerine rağmen korunabilmiş olması CHP’nin başarısında pay sahibi olmuştur.
Bu tablo içinde, CHP’nin başarısında bir payı olduğu söylenemeyecek yegane şey ise tutarlı bir ideolojik çerçevedir. Diğer bir deyişle, CHP’nin başarısının arkasında yatan birçok neden sayılabilir; ancak örneğin cumhuriyetçi bir konsolidasyonun ya da laikliğe yönelik bir kararlılığın bu başarıda izi bile bulunmamaktadır. Dahası, seçmenin CHP’ye yönelmesinde de böylesi bir ideolojik çekimin etkisi yerine AKP’den kurtulma isteğinin ivediliği söz konudur. CHP, elde ettiği başarının etkisiyle, solundaki siyasal güçlerin önünü kapatmak, en azından kendi solu üzerinde kapsamlı bir hegemonya kurmak isteyecektir tabi ki. Ancak, hem emekçileri ağır bir yoksulluk girdabının diplerine itecek olan kemer sıkma politikalarına göbekten bağlılığı nedeniyle hem de laiklik, cumhuriyetçilik, kamuculuk ve aydınlanmacılık gibi ilerici değerlerin savunuculuğunu yapmaktan alıkoyan ajandası nedeniyle böylesi bir baskın rolü üstlenmekte zorlanacaktır. Bu zorluk, bir kez daha, sosyalistler açısından önemli bir fırsatın açığa çıkacağı alanı tarif etmektedir.
Hem kayyum politikalarına karşı (bir kez daha kazandığı) zaferi hem de metropollerdeki seçmenini yönlendirme becerisi açısından bakıldığında 31 Mart seçimlerinin en başarılı aktörlerinden birinin DEM Parti olduğu çok açık. Üstelik, bu başarının Saray iktidarının ağır baskısı, hukuksuz saldırıları ve ülkede estirilen militarist/şoven dalganın boğucu kuşatması altında elde edilmesi, DEM Parti’nin siyasal geleneğini olduğu kadar toplumsal tabanını da güçlü biçimde konsolide edebildiğini, Kürt halkının eşitlik ve barış mücadelesinin hala ülkenin en güçlü siyasal dinamiklerinden biri olduğunu gösteriyor. Seçimlerden hemen sonra Van’da gerçekleştirilmek istenen irade gaspı girişimi, her ne kadar bu girişim Kürt halkının ve ilerici/demokrat kamuoyunun dayanışması ile boşa düşürülmüş olsa da, Saray Rejimi’nin kayyum ve baskı politikalarına devam etme niyetini ayan beyan ortaya sermiş, “yumuşama” dönemi iddialarını da hızla buharlaştırmıştır.
31 Mart seçimi bağlamında sosyalist hareketin bütününe dair bir değerlendirme yapmak ise birçok açıdan zor. Sosyalist hareketin fazla parçalı yapısı ve birbirinden çok farklı seçim taktikleri izlenmesi bu zorluğun başlıca nedeni elbette. Öte yandan, bazı belediyeler kazanılmış olsa da, bir bütün olarak sosyalistlerin ülke siyasetinde etkin bir rol kazanmış olduğunu söylemek de imkansız. Bu açılardan, 31 Mart seçimleri söz konusu olduğunda, sosyalist hareketin kendisine dair değerlendirmelerinde genel ve bütün olandan çok özel ve tekil olan değerlendirmelerin yaygınlığını normal karşılamak gerekiyor.
Yine de bir önceki paragrafta altını çizdiğimiz “ülke ölçeğinde etkin bir rol kazanamama” durumunu açıklayacak bazı ipuçlarına başvurabiliriz en azından. Özellikle 2018 ve 2019’daki seçimlerden sonra toplumsal muhalefetin ortak mücadelesi ve merkezinde CHP ile HDP’nin yer aldığı farklı ittifak modelleri Türkiye siyasetinde özel bir önem kazandı ve sosyalist hareket, 2023 seçimleri de dahil olmak üzere oluşan bu konjonktürde kendisine yer açabilecek mücadele taktikleri izleyebildi. Toplumsal muhalefetin geniş safları içinde olmayı, ama orada radikal ve uzlaşmaz bir kanat halinde kalarak silikleşmemeyi başarmak, yanı sıra getirdiği seçim başarıları haricinde, sosyalist hareket açısından oldukça değerli bir deneyim anlamına geldi.
Bu “birleşik, ama ayrıksı” konumlanışın 31 Mart seçimlerine gidilirken korunamadığını, sosyalist hareketin ülke ölçeğinde etkin bir rol kazanamadığını açıklıkla kabul etmek gerekiyor. Sosyalist hareketin tarihsel olarak belirli bir geleneğe ve güce sahip olduğu yerelliklerin, aynı zamanda CHP’nin de uzun yıllardır hegemonik bir güç olarak elde tuttuğu yerellikler olması ve bu nedenle de buralarda sürdürülen siyasal çalışma esnasında sosyalistlerin AKP ile değil de CHP ile mücadele ediyor gibi görünmesi, sözünü ettiğimiz soruna yol açan bir talihsizlik olabilir.
Bu tür dışsal etkenleri bir kenara bırakırsak, görünen o ki, sosyalistlerin uzun yıllara yayılan ve hala aşılamamış olan sorunu toplumsal bir varoluş kazanamamaktır. Daha açık bir deyişle, sosyalist hareketin siyasal etkisini, hatta üye ve oy sayılarında ifadesini bulan kitlesel gücünü toplumsal mevzi ve aygıtlarla bütünleştirememesi. Bu başarılamadığı için de sosyalist hareket yakaladığı sıçrama şanslarını yeterince iyi kullanamıyor, çizgisini çok sık değiştiriyor, tutarlılık, kalıcılık ve odaklanma becerisi kazanamıyor diyebiliriz. Neyse ki, son beş yılın seçim taktikleri ve deneyimlerinin toplumsallaşma sorununu daha berrak bir biçimde görmeye imkan verdiğini, bu sayede de sorunun çözümünün nerelerde aranması gerektiğine dair güçlü uyarıcılar sağladığını söyleyebiliriz. İlki ve en önemlisi: Emekçileri mevcut yoksullaşmanın daha da derinine mahkum edeceği şimdiden belli olan ve en başta CHP olmak üzere düzen muhalefetinin de imanla biat etmek zorunda kalacağı kemer sıkma politikalarında somutlanan sermayenin sınıf savaşına karşı kurulacak her barikat, kazanılacak her mevzi sosyalistlerin toplumsallaşma arayışının karşılık bulacağı en bereketli toprak olacak.
***
Sonuca gitmek için başka bir açıdan toparlamaya çalışalım. Erdoğan bu seçimi de bir referanduma dönüştürmüş, devletin tüm imkanlarını partisi yararına kullanmış ama sonuçta kaybeden sadece AKP ya da adayları değil bizzat Erdoğan ile devlet (devletteki hakim fraksiyon) olmuştur. Halkın bu zaferden duyduğu mutluluğu baskıcı ve partizan bir devletin hilesine ve şiddetine karşı bir zafer olarak görmekte ve hikayeleştirmekte bir sakınca olmamalı.
Daha önemlisi, halkın bu seçimdeki davranışlarına yön veren gündemlerin önemli bir kısmı (geçim sıkıntısı, yoksulluk, geleceksizlik, rüşvet, çeteleşme vb.) çok rahatlıkla solla eklemlenebilecek kaygılardan oluşmaktadır. Halk, bir zafer kazanmıştır ve bu zaferde görmeyi umduğu beklentiler düzen muhalefetinin kolayca yüz çevirebileceği şeylerdir. İşte bu zaferin ve zafere yataklık eden beklentilerin sahipsiz bırakılmaması, bu etik/politik çerçevenin sosyalizme açıldığı kanalların kullanılması gerekir. Sosyalist hareketi toplumsallaşma eşiğinden atlatacak olan güç de bu imkanın değerlendirilmesi konusunda gösterilecek yaratıcılıkta yatıyor.
Özetle, sosyalist hareketin önümüzdeki dönemde sırtlanacağı görevlerin hepsini, büyümeyi örgütlenme ile niteliklendirme, toplumsal alana sıkıca kök salma ve sınıf mücadelesinde kalıcı mevziler kazanma/inşa etme anlamındaki bu toplumsallaşma misyonunun kucaklaması gerekiyor. Bu misyon, sadece bir dahaki seçimlerde izlenecek taktiklerin daha etkili olmasını sağlamayacak, aynı zamanda sosyalist hareketin düzen muhalefeti ile arasına çizeceği ayrımları da belirginleştirecek. Bu ayrımlar, sosyalist hareketin ülkenin geleceğinde söz sahibi olma imkanını bağrında taşıyor çünkü.
[1] Alfredo Saad-Filho ile söyleşi, Neoliberalizmin Çoklu Krizi: www.textumdergi.net/neoliberalizmin-coklu-krizleri/ [2] Özgür Orhangazi, Kamuda Tasarrufun Arkasında Yatan Gerçek: www.praksisguncel.org/kamuda-tasarrufun-arkasinda-yatan-gercek/ [3] Bahadır Özgür, Bölüşüm Şokundan Bölüşüm Kavgasına: www.gazeteduvar.com.tr/bolusum-sokundan-bolusum-kavgasina-makale-1684119 [4] Bülent Batuman, Yerel Seçimler: Metropoliten Siyasetin Coğrafyaları ve Popülist Strateji: www.gazeteduvar.com.tr/yerel-secimler-metropoliten-siyasetin-cografyalari-ve-populist-strateji-makale-1681491