Bugün Türkiye garip bir tablo ile karşı karşıya: Bir yanda kararnamelerle Meclis’i işlevsiz hale getiren, Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamayan, yargıyı istediği gibi yönlendirebilen ve zor aygıtlarını kendi iktidarını korumak için istediği gibi seferber edebilen Saray’da yoğunlaşmış bir siyasal otorite bulunmaktadır. Buradan bakıldığında her şey “anormal” gözükmekte ve Türkiye’de “olağanüstü” bir devlet biçiminin hakim olduğu düşüncesi uyanmaktadır.
Fakat bir yandan da siyasal iktidarın yönelimlerini kıyasıya eleştiren, gerektiğinde sert muhalif söylemler kullanabilen, seçimlere girip çıkan ve hatta memleket nüfusunun belirgin çoğunluğunu belediyeler aracılığıyla yönetecek kadar güçlenebilen düzen içi bir siyasal muhalefet bulunmaktadır. AKP’ye muhalif sendikalar, sivil toplum örgütleri ve muhalif medya da faaliyet göstermektedir. Buradan bakıldığında ise her şey “normal” gözükmekte ve “olağan” bir liberal demokratik devlet yapısının varlığını sürdürdüğü izlenimi doğmaktadır.
Olağanüstü İçindeki Normali Anlamak: Rekabetçi Otoriterlik mi?
Bu garip tablo meseleye yalnızca yasal siyasal kurumların ve parti siyasetinin işleyişi açısından bakanlar tarafından akademik dünyada “rekabetçi otoriterlik” kavramı ile anlamlandırılmaya çalışıldı.[1] Bu kavram; seçimle kazandığı iktidarını süreklileştirmek için toplumsal ve siyasal alanı keyfi bir şekilde baskı altına alan, fakat bir yandan da meşruiyetini sürdürebilmek için karşısındaki siyasal partilerin faaliyetlerine kendi belirlediği sınırlar içerisinde izin veren otoriter siyasal parti ve liderlerin belirlenimindeki “rejimleri” ifade ediyor. Rekabetçi otoriterlikte, muhalif siyasal partiler seçimlere girerek otoriter yönetimle “rekabet” ediyorlar ve fakat iktidardaki parti devlet kaynaklarını, medyayı ve destekçisi sermaye gruplarını kendi lehine tepe tepe kullandığından ve seçim sistemini kendi çıkarına uyumlu hale getirdiğinden muhalefetteki partiler çoğunlukla bu seçimleri kaybediyorlar. Otoriter iktidar partisi ise, bu sayede seçimler üzerinden meşruiyetini devam ettiriyor. Rekabetçi otoriterlik Türkiye’deki toplumsal düzenin yalnızca prosedürel siyasetle ilgili kısmını betimlemek için kullanılmıyor. Bugünkü devlet yapısı, siyaset-toplum ilişkisi, AKP’nin karakteri ve siyasal partilerin durumu bu kavram üzerinden açıklanmaya çalışıldığından bu kavram etrafında esasında bir perspektif geliştiriliyor.
Bu perspektif, başlangıç noktası olarak toplumun bütünündeki sınıfsal ilişkilere analitik öncelik vermediği oranda yürürlükteki otoriterliğin resmi siyaset alanındaki “görünümüyle” sınırlı kalır ve onun sınıf tahakkümü ile ilişkisini ortaya koyamaz; toplumsal/sınıfsal mücadelelerin seyri içerisinde böyle bir görünümün nasıl ortaya çıktığını derinlemesine analiz edemez. “Görünümü” temeldeki sınıfsal/toplumsal ilişkiler üzerinden değil, toplumsal/sınıfsal ilişkileri bu “görünüm” üzerinden okumaya başlar. Ve en sonunda konjonktüre yönelik tarifi de gerçeklikle tam olarak örtüşmez.
Örtüşmez, çünkü söz konusu otoriter ortamda düzen içindeki muhalefet partilerinin hareket alanının sınırlarını yalnızca iktidarı elinde tutan partinin otoritesi ya da bu muhalif partilerin ikbal peşindeki liderleri, elitleri değil bu partilerin yeri geldiğinde elini kolunu bağlayabilen devletle ve sınıflarla olan ilişkileri belirlemektedir. Sistem içi muhalefet partileri her ne kadar temsilini üstlenmek zorunda oldukları toplumsal tepkileri siyaset alanına taşıyarak otoriter rejimin bütünü üzerinde bir basınç yaratabiliyor olsalar da aynı zamanda bu tepkileri sermaye düzeninin sınırları içerisinde soğurarak bir bütün olarak egemen toplumsal düzeninin yeniden üretimine katkıda bulunurlar; yani otoriterliği üreten düzenin yalnızca mağduru değil aynı zamanda “faili” de haline gelirler. “Rekabetçi otoriterlik” perspektifi düzen içi muhalif siyasal partilerin otoriter iktidar partisi karşısındaki sınırlanmış hallerine ve onunla mücadelesine odaklanarak düzenin yeniden üretiminin aktif birer parçası olabildikleri gerçeğini anlamak için yetersiz kalır. Öyleyse sistem içi muhalefetin sermaye düzeninin bütününün yeniden üretimindeki rolünü ve “yönetim” faaliyetine katılımını ortaya çıkaran başka bir çerçeveye yaslanmak gerekir.
Olağanüstüyü Anlamak: Otoriterleşmenin Karakteri
Bugün Türkiye’de otoriterleşme eğilimi bana kalırsa baskın olarak totaliter bir yön de taşımamaktadır. Türkiye’de AKP iktidarı; toplumsal hayatın her alanına aparatları vasıtasıyla nüfuz edecek ve özel ile kamusal alanda kendisinden özerk siyasal/toplumsal öznelerin varlığını ortadan kaldırabilecek bir güce sahip değildir; esasında buna ihtiyacı olduğu da tartışmalıdır. Türkiye’de otoriterleşme daha çok, Saray’da toplanmış yürütme gücünün yasama ve yargının denetiminden çıkması, iktidar partisinin ve onunla ittifak halindeki siyasi kliklerin devlet aygıtlarını hiçbir hukuki sınırlamayı tanımadan kendi dar çıkarları için seferber etmesi şeklinde göstermektedir.
Türkiye bu noktaya bir anda değil, devletin sermayenin kısa vadeli çıkarlarına tabi haline getirilmesine, sermayenin emek üzerindeki tahakkümünün önündeki sınırların kaldırılmasına dayanan neoliberal birikim rejiminin inşası süreci içerisinde gelmiştir. Bu açıdan AKP dönemindeki rejim inşası sürecinin mahiyetini anlamaya çalışan pek çok Marksist araştırmacının dile getirdiği gibi[2] Türkiye; “yürütme aygıtının”, yasama ve yargı karşısında güçlenerek özerkleşmesi ve teknokratlaşması ile karakterize olan “neoliberal otoriter devletin” inşa sürecinin sonuçlarını yaşamaktadır. Neoliberal otoriterleşme kendisini tek bir siyasal sistem altında göstermez. Neticede her ülkenin dünya kapitalist sistemi ile ilişkisi, sermaye fraksiyonları arasındaki güç dağılımı, ideolojiler alanının yapısı, sınıf örgütlenmelerinin gücü birbirinden farklıdır. Bu yüzden de sermaye yanlısı politikaların yarattığı toplumsal yıkım sonucu oluşan tepkilerin nasıl bastırılacağı ya da soğurulacağına, yürütmenin özerkleşerek gücü elinde toplamasının beraberinde getirdiği devlet içi çekişmelerin nasıl yönetileceğine ve tüm bu süreçte ortaya çıkan çelişkilerin nasıl aşılacağına göre neoliberal otoriter devletin inşası süreci kendisini farklı siyasal sistemler, ideolojik çerçeveler içerisinde somutlar. Türkiye’deki bahsettiğimiz “gariplik” bu açıdan neoliberal otoriter devletin Türkiye’ye özgü toplumsal ve siyasal mücadeleler ile dolayımlanmış özel bir görünümünü ifade etmektedir. Siyasal iktidarı paylaşan yapılar, düzen muhalefeti sahasındaki aktörler ile bunların konumlanmaları, birbirleriyle ilişkileri ve düzenin yeniden üretiminde oynadıkları roller Türkiye’ye özgü bazı özellikler sergilemektedir.
Toplumun “Çok Partili” Yönetimi
Bugün Türkiye, birbirinden kısa vadede farklı hedef ve çıkarlara sahip siyasal ve toplumsal aktörlerin ve en başta da muhalefetteki düzen içi siyasal partilerin katılımıyla bir “çoğulluk içinde” yönetilmektedir. AKP’nin son 20 yıllık iktidarının gittikçe yoğunlaşan bir tek adam rejiminin tesisi sürecini içerdiği düşünüldüğünde bu iddia şaşırtıcı ve gerçeklikten uzak görülebilir. Fakat burada “yönetim” ile yalnızca devletin organlarının sevk ve idaresi değil çelişkili bir bütün olarak toplumun yönetimini kastediyorum. Toplumun yönetimi, sermaye egemenliğinin kaçınılmaz olarak yol açtığı itirazların, rahatsızlıkların, hak arayışlarının ya bastırılması ya da sermaye sınıfının egemenliğinin devamı için makbul sınırlar içerisinde tutulması anlamına gelmektedir. Yönetim, bu anlamıyla, toplumdaki tutum ve eğilimlerin bilgisini edinme, bunları öngörülebilir kılma, ezilenlerin eylem alanının sınırlarını tayin etme, bir nevi onları disipline etme işini içerir.
Türkiye’de bu işi tek başına AKP ve onun siyasal müttefiklerinin üstlenmesi mümkün gözükmemektedir. AKP; Türkiye’de devletle bütünleşerek onun bütün organlarını sermaye sınıfının kısa vadeli çıkarları için seferber etmiş, resmi ideolojiyi kendi dar ideolojik kodları üzerinden şekillendirmiş ve devletin kaynaklarını kendi çeperindekilerle paylaşma işini herkesin gözü önünde, aleni bir şekilde yapmıştır. Böyle bir sürecin sonucunda siyasal iktidarın topluma hükmetme gücü olağanüstü derecede artarken, toplumun genelindeki düzene rıza üretmeye dönük hegemonik kapasitesi gittikçe aşınmıştır. Bu yüzden de iktidardaki blokun “toplumun yönetimini”, yani onun tepkilerini öngörülebilir sınırlar içerisinde tutma, disipline etme işini tek başına organize etmesi mümkün olmamaktadır. Bu işin fiilen de olsa siyasal partilerden demokratik kitle örgütlerine, belediyelerden cemaatlere farklı yaşam sahalarında aktif, siyasal iktidarla mesafeli, birbirlerinden özerk ve hatta rekabet halindeki aktörler arasında paylaşılması siyasal iktidarın keyfileşmesinin daha da yakıcı hale getirdiği bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır. Bu çoğulluk, belirli sınırlar içerisinde kaldığı müddetçe toplumun yönetimini kesintiye uğratan bir şey değil, esasında Türkiye gibi çelişkiler yumağı olan bir ülkede “yönetimi” mümkün kılan bir şeydir. Bu açıdan yönetme işinin farklı ve hatta birbirleriyle çatışabilen siyasal aktörler arasında fiilen paylaşılması ile devlet idaresinde yürütmenin gücünün artması, yani otoriterleşme birbirleriyle çelişmek zorunda değildir.
Toplumla açılan mesafenin beraberinde getirdiği hegemonya açığı, zorun dozunun arttırılması ile telafi edilmeye çalışılsa da boşluğu asıl dolduran AKP’ye muhalif ama sermaye düzeninin sınırları içerisinde hareket eden siyasal parti ve oluşumlardır. Yani bir bütün olarak sermaye düzeninin yeniden üretimini mümkün kılan rızanın inşası sürecine, yani “toplumun yönetimine” düzen içi siyasal oluşumlar da iştirak etmekte ve “Saray-devlet-sermaye” ve halk arasındaki mesafe açıldıkça bunların toplumun yönetimindeki rolleri giderek hayati hale gelmektedir. Hatta denilebilir ki bugün Türkiye’de sermaye düzeninin yeniden üretimi; devlet yönetiminin şahsileşmesine toplumun yönetiminin çoğullaşmasının eşlik etmesi halinde mümkün olabilmektedir.
Bu açıdan da otoriterlik kendisini, tüm bir muhalefet alanının ve buradaki aktörlerin tasfiyesi ya da hepsinin Saray’a bağlanması şeklinde göstermemektedir. Otoriterlik, Saray’da toplanmış iktidarın varlığını tehdit etmeyecek sınırlar içerisinde tutulmasına yönelik olarak işlemektedir. Bu sınırların dışında konumlanan siyasal partilere ve örgütlenmelere zaten göz açtırılmamakta, sosyalistler ve özellikle de Kürt hareketi üzerinde kurulan baskı üzerinden düzen siyasetinin makbul sınırları yeniden ve yeniden hatırlatılmaktadır. Düzen muhalefeti içerisinde bu sınırlar aşıldığında ya da aşılma ihtimali ortaya çıktığında ise devreye ona çekidüzen vermeye yönelik çeşitli hamleler girmektedir: Bu hamleler savaş ve güvenlik politikaları üzerinden muhalefeti terörle ilişkilendirerek kriminalize etmekten başlayıp, bugün olduğu gibi “yumuşama” masalarına davet etmeye kadar uzanan geniş bir aralıkta, siyasi güç dengelerindeki değişime bağlı olarak farklı biçimler almaktadır.
Düzen Partisini Nasıl Ayırt Etmeli?
Bu çerçeve “düzen partisi” kategorisinin sınır çizgilerini netleştirmemiz açısından önem arz ediyor: Bir siyasal parti; ideolojisi, hedefleri ne olursa olsun bahsettiğimiz şekliyle toplumu yönetme, yani toplumsal tepki ve çelişkilerin bilgisini sunabilme, bunları öngörülebilir kılma, düzen içinde soğurma işine dahil olduğu müddetçe bir düzen partisidir. Bunu siyasal iktidarla rekabet veya karşıtlık konumundan yapan siyasal oluşumların bütünü de “düzen muhalefeti” dediğimiz sahayı oluşturur.
Bu çerçeve, aynı zamanda “düzen partisi” kategorisinin yol açabileceği aşırı indirgemecilikten sakınmamız açısından da anlamlıdır. Evet, düzen partileri kapitalizmin ve sermaye düzeninin sınırlarına tabi olmaları açısından üst bir soyutlama düzeyinde “özdeştirler”. Fakat belirli bir ülkedeki “toplum yönetimine” dahil olma biçimleri açısından, yani reel politika düzeyinden bakıldığında aralarında göz önüne alınması anlamlı farklılıklar ortaya çıkar. Sermaye düzeninin yarattığı sorunlar ve sermaye sınıfının içerisindeki fraksiyon çekişmeleri karşısında hangi kesimlerin rahatsızlıklarını temsil etmeye çalıştıkları, hangi talepleri örgütlemeye yöneldikleri ve bunları yaparken bir bütün olarak kurulu düzenin işleyişindeki hangi çatlakları “sıvadıkları” ya da tersine hangi çatlakları açtıkları, iktidar partisiyle ve devletle hangi mesafede oldukları vs. gibi başlıklarda düzen muhalefetini oluşturan siyasal oluşumlar arasında ciddi farklılıklar ortaya çıkar. Bu farklar, sınıf mücadelesinin ve sosyalist siyasetin politik ve ideolojik ortamını etkileme gücüne sahiptir.
Düzen muhalefeti içerisindeki siyasal aktörlerin iktidarla ve birbirleriyle olan güç mücadeleleri, toplumsal muhalefetle kurdukları ilişkiler işçi sınıfı mücadelesi için sınırlılıklar yaratabileceği gibi yeni olanaklar da ortaya çıkarabilir. “En nihayetinde hepsi de sermaye partisi, yenisi de eskisi de birbirinin aynısı” şeklindeki bir bakış açısı oldukça radikal ve “doğrucu” gözükebilir; ama bu reel siyasetin değişen dinamikleri karşısında stratejik ya da taktiksel bir girdi sunamaz.
Örneğin, Yeniden Refah Partisi, bugüne kadar AKP’nin ideolojik yörüngesinde olan ama onun kayırmacı, sermaye yanlısı ve yoksullaştırıcı politikalarından rahatsız “dindar-muhafazakar” emekçi kesimler üzerinde bir yönetim kapasitesine sahip olmasıyla ayırt edilebilir. Zafer Partisi ise neoliberal otoriterleşmeden, devletin ve toplumsal alanın dinselleştirilmesinden rahatsız, özellikle genç kesimlerin tepkilerini “seküler milliyetçilik” diye adlandırılan göçmen karşıtı bir Türkçülük kulvarına aktarır; ve böylelikle de AKP’ye yönelen muhalefeti kimlikler sahasında “depolitize” ederek toplumun yönetimine eşlik eder.
Gezi ve Düzen Muhalefeti
Peki bu çerçeveye yaslanarak 31 Mart seçimlerinden düzen muhalefeti sahasında ağırlığını AKP döneminde hiç olmadığı kadar artırarak çıkan Cumhuriyet Halk Partisi’nin konumunu nasıl değerlendirmek gerekir?
Buna dair bir yanıt geliştirebilmek için bundan on bir sene önce ortaya çıkan Gezi Direnişi’ne dönmek iyi bir başlangıç noktası olabilir. Gezi, Türkiye’deki neoliberal otoriter yönelime karşı bugüne kadar ortaya çıkmış en kitlesel halk hareketidir. Bu yüzden devlet idaresinde, düzen muhalefeti sahasında ve özel olarak da CHP’de son on yılda ortaya çıkan değişimlerde Gezi direnişinin belirleyici bir etkisi bulunuyor ve bana kalırsa bu etki halen devam ediyor.
Gezi Direnişi, neoliberal otoriter yapılanma altında “toplumun yönetimi” işinin hiçbir zaman mükemmel işlemediğinin, yönetimde kısa devreye yol açan karşıt bir öznelliğin ortaya çıkabileceğinin sarih bir göstergesiydi aslında. Gezi; AKP iktidarının devlet içerisindeki konumu ve hakim kılmaya çalıştığı ideolojisi ile “nüfuz” etmesi mümkün olmayan ve o dönemdeki düzen muhalefetinin de soğuramadığı çok geniş ve büyüyen halk kesimlerinin yönetilebilirlik alanından çıkıp, öngörülemez bir “fazlaya” dönüştüğü momenti ifade ediyordu. Sosyalist siyasetin böyle bir kalkışma karşısındaki hazırlıksızlığı bu “eskisi gibi yönetilemeyenlerin” bir devrimci dinamiğe dönüşmesine imkan vermedi.
Türkiye’de düzen siyasetinin, iktidarıyla ve muhalefetiyle son on yıldaki dönüşümü, pek çok şey yanında bu “fazlanın” yönetilebilir hale getirilmesine yönelik girişimlerin de izlerini taşır. İdeolojik olarak asla tesir edemediği bu geniş kesimler karşısında AKP iktidarının yapabileceği tek şey devletin zor ve ideolojik aygıtları üzerindeki kontrolünü sıkılaştırarak söz konusu dinamiği geçici olarak sindirmeye çalışmak olacaktı. Öte yandan toplumsal mücadeleler tarihinin de gösterdiği gibi çıplak “zor”, toplumsal çelişkilerden doğan tepkileri kalıcı sınırlar içerisine hapsetmek, soğurmak ve en önemlisi öngörülebilir ve müdahale edilebilir hale getirmek, yani “yönetmek” için hiç de uygun bir yöntem değildir. Gezi’de kendisini ortaya çıkaran bu “fazlanın” öngörülebilirliği ve yönetilebilirliği bu yüzden “zor” dışında onların talep ve umutlarının düzen muhalefeti içerisinde temsiliyle mümkün olabilirdi.
Bu yüzden, son on yıldır, Türkiye’de AKP karşıtı düzen muhalefeti dediğimiz sahada bazı aktörlerin öne çıkıp bazı aktörlerin çabucak silinebilmesini bunların Gezi dinamiği ile ilişkisine bakarak anlamlandırabiliriz. Eğer yazı boyunca tanımladığımız biçimiyle düzen muhalefetinin ayırt edici özelliği “toplumun yönetimine” muhalefet konumundan katılmak ise Gezi’den sonra bu alanda düzen içi bir siyasal partinin güçlü bir şekilde tutunabilmesi ve öne çıkabilmesi Gezi’de ortaya çıkan toplumsal taleplerle ve muhalefet üslubuyla temas kurma ve bunları “yönetme” imkan ve becerisine bağlı hale gelmiştir. AKP karşısında iddia sahibi olmaya çalışan neredeyse bütün muhalif siyasal partilerin –buna Saadet Partisi bile dahil- Gezi’yi asla karşılarına almamaları ve bunun da ötesinde onun “havasını” şu ya da bu derecede kendi bünyelerinde ve söylemlerinde yansıtmaya çalışmaları da bunu doğrulayan bir gösterge olarak alınabilir.
Bu açıdan, Gezi’nin bıraktığı miras son on yılda düzen muhalefeti içerisinde hem bir kaldıraç hem de filtre gibi işleyebilmiştir. Örneğin, Gelecek Partisi kurulduğundan beri geniş muhalefet bloğunun parçası olabilmek için Gezi’nin AKP karşıtı muhalefet için çektiği sınırları gözetiyor ve bu yüzden de İslamcı köklerinden kopmuş görüntüsü sunmaya çalışıyordu. Öte yandan Gezi’deki dinamikler ile bir etkileşim kurması, liderinin profili ve ideolojik “fıtratı” itibarıyla mümkün değildi. Bu yüzden YRP’nin tersine ne AKP’nin tabanındaki İslamcılara hitap edildi; ne de AKP karşıtı geniş toplumsallık tarafından ciddiye alındı. Yüzde 1’lik bir oya bile ulaşamayarak silinmeye yüz tuttu. Keza, Gezi’de ortaya çıkan talep ve özlemlerle ve oradaki muhalefet tarzıyla bağ kurmak için epey çaba sarf etse de yine AKP ile ortak kökleri ve açık neoliberal karakteri nedeniyle Babacan’ın Deva Partisi de bunu başaramamış, o da bir varlık gösterememiştir. Yine en azından geçtiğimiz genel seçimlere kadar Gezi’yi meşru bir hareket olarak tanımak ve ondaki kimi özgürlükçü talepleri temsil etmeye çalışmak zorunda kalan İyi Parti’nin “muhafazakarlaştığı”, devletçileştiği ve kendisini Saray Rejimi’ne karşı değil CHP’ye ve sola karşı konumlandırdığı oranda erimesi de yine Gezi’nin muhalefet sahsındaki tesirinin göstergelerinden biri olarak değerlendirilebilir.
CHP’yi Gezi Üzerinden Anlamak
Bu çerçeve bize CHP’nin düzen muhalefeti sahasındaki “dayanıklılığını” da açıklar. CHP; Gezi’de ortaya çıkan radikalizmle, cüretkarlıkla ve dayanışma ruhuyla hiçbir zaman tam bir uyum yakalayamamış olsa da başta laiklik olmak üzere cumhuriyetçi temaların özgürlükçü bir tonla savunusu ve sosyal adalet vurguları üzerinden Gezi ve onun kitlesi ile rezonans içerisine girebilmiştir. Ve Gezi’de cisimleşen öfkeyi, umudu ve talepleri düzen siyaseti kulvarının dışına taşıma kapasitesine sahip güçlü bir sol/sosyalist öznenin olmadığı durumda CHP toplumdaki bu birikmiş enerjiyi bir seçimden ötekine sürükleyerek öngörülebilir ve böylelikle de yönetilebilir hale getirebilmiştir. Burada “derinlerde” tasarlanan bir siyasal stratejinin CHP’ye toplumdaki muhalif enerjiyi yönetme rolünü biçtiğini, onun da bunu layıkıyla yerine getirmekte olduğunu söylüyor değilim elbette. Olan şey; iktidar partilerinin ve devlet kurumlarının hegemonik kapasitesinin zayıfladığı, karşı-hegemonik arayış ve dinamiklerin buna mukabil yaygınlık kazandığı ve güçlü bir sol/sosyalist hareketin olmadığı bir durumda bir düzen partisinin bu boşluğa seçimler vasıtasıyla yerleşebilmesi ve bu dinamikleri yönetebilmesidir.
Bir yandan da bu durum, CHP’nin düzen muhalefeti içerisinde “dayanıklı” bir aktör haline gelmesinin bir koşulu olduğu oranda onun toplumdaki eşitlikçi, özgürlükçü yani sola açık talep ve temaları biçimsiz ve ikircikli de olsa içermesini zorunlu hale getirmiştir. Bu durumun bir sonucu elbette bu talep ve temaların düzen içerisinde soğurulması ve bulanıklaştırılmasıdır. Fakat aynı durum bir yandan da bu taleplerin AKP tarafından kriminalize edilmesinin önüne geçmekte, bu temaların toplumsal meşruiyetinin devam etmesine katkıda bulunmaktadır.
Yani bir yandan CHP toplumdaki ilerici talep ve eğilimleri düzen içi sınırlar içerisinde soğurarak bunları yönetilebilir kılmakta, ama bir yandan da bu taleplere bir meşruiyet kazandırmakta, güncelliğini sürdürmelerini sağlayan bir alan da açmaktadır. Birincisine rağmen ikincisinin önem arz ediyor olması sosyalist solun bu bahsettiğimiz talepleri CHP’nin ideolojik sınırlarının dışarısına taşıyabilecek bir güce kavuşamamış olması ile ilgilidir. Sosyalist solun CHP ile mesafesinin diğer düzen partilerinden farklı olması, bu mesafenin değişkenliği ve bir düzen partisi olmasına rağmen CHP’nin yönelimlerinin Türkiye solunun tamamını etkilemesi Türkiye sosyalistleri bunu tercih ettiği için ortaya çıkmamaktadır. Bu, CHP’nin düzen siyaseti içerisindeki anlattığımız özel konumunun varlığında, bir kitlesellik, kurumsallık ve örgütlülük eşiğine erişememiş Türkiye solunun bu partiyle arasındaki güç asimetrisinin yapısal bir sonucudur. 1 Mayıs 2024’te Taksim’de ortaya çıkan manzara CHP’nin düzen siyaseti içerisindeki bu özel konumunun ve Türkiye solunun onunla girdiği asimetrik ilişkinin sembolik bir ifadesi gibidir.
31 Mart Sonrası: CHP ve Toplumun Yönetimi
Tüm bu çözümleme, 31 Mart sonrasında Türkiye’nin durumuna dair bazı başlangıç önermeleri türetmeye dair bir çerçeve sunabilir. Öncelikle 31 Mart seçimlerinde AKP’nin gerilemesi; Türkiye’de öfke ve taleplerini son olarak Gezi’de açığa vurmuş bir seçimden ötekine sürüklenerek “yönetilen” kesimlerin, baskı politikaları karşısında HDP-DEM Parti’yi güçlendirme ısrarını sürdüren Kürtlerin yanına yeni toplumsal kesimlerin eklendiğinin göstergesidir. Diğer yandan burada her bir bölmeyi ortak kesen rahatsızlık olarak olağanüstü bir hızla derinleşen yoksullaşmanın öne çıktığı görülmektedir. Seçim sonrasında AKP’nin Şimşek planını devam ettirdiği, uzun süredir iktidar sahasında gözle görülür bir dağınıklığa yol açan klikler arası rekabetin yoğunlaşarak sürdüğü bir durumda bahsedilen “fazlanın” gittikçe büyüyeceği ve AKP-MHP’nin elinin bu kesimlere ne ideolojik ne de maddi fayda anlamında uzanacağı öngörülebilir. Bu, düzen muhalefetinin yönetim sahasının yaşanan yoksullaşmanın doğuracağı yeni sonuçlar ve gerilimler itibarıyla daha da genişleyeceği anlamına gelmektedir. Bu duruma; seçim sonrasında CHP’nin düzen muhalefeti sahasında ağırlığının neredeyse tekleşecek şekilde daha da artması, yerel yönetimlerdeki gücünün artması eşlik etmektedir. Sözün kısası, AKP-MHP iktidarının toplumdan yabancılaşması süreci derinleştikçe CHP’nin yönetim sahası alanındaki etkinlik alanı genişlemektedir.
Bu durum hem AKP-MHP iktidarı hem de CHP için çözülmesi zor ikilemler oluşturmaktadır. Şimşek programına bağlılığı sürecek olan iktidar bunun beraberinde getireceği kemer sıkma politikaları ve küçülmenin yarattığı toplumsal hoşnutsuzlukların ve yeni arayışların CHP vasıtasıyla “yönetilerek”, öngörülebilir hale getirilmesinden, yani her zaman olduğu gibi CHP eliyle bir sonraki seçimler için pompalanacak olan umudun içinde erimesinden memnun olacaktır. Öte yandan bu durum; CHP’nin önümüzdeki dört sene boyunca özellikle belediyeler aracılığıyla daha geniş toplumsal kesimlerle bağ kurmasını, yerel yönetim olanaklarının ve kentsel rantların bölüşümü üzerinden kendisine bağlı çıkar ağlarını genişletmesini ve böylelikle de siyasal/ideolojik nüfuzunu derinleştirmesini ve AKP üzerinde daha fazla basınç oluşturmasını sağlayabilir.
Böyle bir senaryoda CHP bir bütün olarak sermaye sınıfı için AKP karşısında yeni bir hegemonik projeye ve siyasal ve idari sistemi yeniden inşa etmeye öncülük edecek bir alternatif olma konumuna erişebilir. Bunu önlemek üzere CHP’yi de kapsayacak şekilde tüm muhalefet üzerindeki baskıyı artırmaya, bu partiyi kriminalize etmeye yönelik çabalar ise AKP-MHP’nin hiçbir şekilde nüfuz edemediği ve gittikçe genişleyen kesimlerin tepkilerini daha öngörülemez ve yönetilemez hale getirme riski taşımaktadır. AKP’nin seçimin hemen ertesinde devreye soktuğu “yumuşama” söylemi bu ikilemin izini taşımakla birlikte çözümüne dair hiçbir şey içermemektedir.
Bu açıdan bakıldığında CHP’nin “iktidara yürümek” için yapacağı şey basit gibi gözükebilir: AKP’nin neoliberal otoriter devlet yapılanmasını karşıya almaya devam etmek, Şimşek programının sonuçlarına itiraz geliştirmek ve gittikçe yoksullaşan halkın taleplerini örgütlemek. Öte yandan Şimşek programı, Mayıs 2023 seçimleri öncesinde gördüğümüz gibi CHP’de hakim olarak savunulan “piyasanın kurallı işleyişine” dayalı bir dönüşüm programının esaslarıyla ve uluslararası sermayenin beklentileriyle uyumludur ve programın sonuçlarına karşı geliştirilecek toplumsal tepkilere öncülük etme arayışı CHP’yi sermaye için bir seçenek olmaktan uzaklaştırılabilir. Ayrıca gittikçe derinleşecek yoksulluk ve işsizlik koşullarında CHP’nin yönetim kapasitesini toplumun yoksul ve emekçi kesimlerine cesaret ve özgüven aşılayacak şekilde harekete geçirmesi, halkın CHP sınırlarında yönetilmesi mümkün olmayacak daha radikal tepkiler, beklentiler ve arayışlar içerisine girmesine yol açabilir. AKP’nin “yumuşama” çağrısına uyup da halkı bekleyen kaçınılmaz sorunlar karşısında “sorumlu muhalefet” pozisyonuna çekilerek Şimşek programına uyum sağladığında ise huzursuzlukları gittikçe artan kesimlerle bağ kurma ve onları “yönetebilme” kapasitesi azalacak, muhalefetteki varlığı anlamsızlaşacak ve “yönetme” boşluğunu dolduracak başka rakip adaylar ortaya çıkacaktır.
Öyle gözüküyor ki Mayıs 2023 seçimlerinden sonra Türkiye sosyalist solunun önümüzdeki dönemde toplumsal muhalefet sahasındaki etki gücü düzen siyasetindeki bu ikilemlerin yaratacağı boşluklar ve çelişkiler karşısında alacağı tavra, geliştireceği stratejiye bağlı olacaktır. Sosyalist solun tüm güçsüzlüğüne rağmen bu konjonktürdeki en büyük avantajı düzen muhalefeti için ikilemler yaratması muhtemel, hiçbir toplumsal meşruiyeti olmayan Şimşek programı karşısında sermaye sınıfına bir güvence verme ihtiyacının, yani elini kolunu bağlayan hiçbir şeyin olmamasıdır. Bu açıdan önümüzdeki dönemde sosyalist siyasetin Şimşek programının sonuçları üzerinden farkını belirginleştirerek, düzen muhalefeti tarafından “yönetilmeye” çalışılacak kitleleri ayrı bir siyasal ve ideolojik kulvara taşıyabilmesi mümkün ve gereklidir.
[1] Rekabetçi otoriterlik kavramı üzerinden yapılan rejim analizleri için Berk Esen, Şebnem Gümüşçü ve Hakan Yavuzyılmaz tarafından derlenen ve 2023 yılında İletişim yayınları tarafından basılan “Türkiye’nin Yeni Rejimi: Rekabetçi Otoriterlik” başlıklı kitaptaki makalelere bakabilirsiniz. [2] Yakın dönem Türkiye’sini bu yaklaşım etrafında analiz eden çalışmalar için İsmet Akça, Ümit Akçay, Pınar Bedirhanoğlu, Yiğit Karahanoğulları, Özlem Kaygusuz, Şebnem Oğuz ve Duygu Türk gibi Marksist akademisyenlerin çalışma ve değerlendirmelerine bakılabilir.