Türkiye’de Sermaye ve Doğanın Talanı

İlke Bereketli1 Eylül 2024

Ayrım’ın Eylül dosyası Türkiye’de kapitalizmin seyrini ve yeni yönelimlerini farklı boyutlarıyla tartışmak üzerine planlandı. Ülkenin özellikle son on beş yılına damga vuran ekolojik yıkım ve bunun ardındaki ekonomik nedenlerin sorgulanması ise bu plan dışında düşünülemezdi. Çünkü biliyoruz ki bugün yalnızca Türkiye’de değil, dünya ölçeğinde de yaşadığımız ekolojik sorunların kaynağı kapitalizme dayanıyor. O halde dosyanın bu yazısında Türkiye kapitalizminin bugünlere gelirken doğayı nasıl kullandığını, onu nasıl tahrip ettiğini anlamaya çalışalım.

Kapitalizm ve Doğa İlişkisi

Kapitalist üretim biçimi muazzam bir meta birikimi üzerinde yükselir. Dolayısıyla kapitalizmin varlık koşulu pazarda değişim değeriyle dolaşan, alınıp satılabilen metalardır. Bu nedenle kapitalizm, nesnelerin yalnızca kullanım değeriyle var olmasıyla yetinmez, onları ticari unsur haline getirerek metalaştırmak ister. Sermayenin çıkış noktası ise metaların dolaşımı ve hareketidir. Kapitalizmin temel amacı kârı sürekli artırıp sermaye birikimini çoğaltmak olduğuna göre kapitalistlerin çevrelerindeki her şeyi sermaye birikimine yarayacak bir meta olarak görmelerinde şaşıracak bir şey yok. Böylece sadece üretim bandından çıkan sayısız ürün değil, bir zamanlar herkese ait olan toprak da kıyı da su da bir ticaret nesnesine dönüşerek metalaşır. Doğa sermaye için bir yatırım alanıdır ve ona verebileceği zarar, kaynakların tükenmesi, canlıların yaşam alanlarının yok olması, vb. umurunda değildir. Marx’ın da dediği gibi ne de olsa ondan sonrası tufandır.[1]

Bu noktada kapitalistler meta üretiminde emeği sömürdüğü gibi doğayı da sömürür ve denetim altına alır. Üretimde gerekli hammadde olarak da enerji için girdi olarak da istihraç sanayinden gelen (ekstraktif sanayi) madenleri, ormanları, toprak mahsullerini vb. yoğun biçimde tüketir. Bu, bitmek bilmez bir döngüdür. Sürekli birikme, büyüme ve genişleme eğilimi nedeniyle sermayenin hep daha fazla hammaddeye, daha fazla enerjiye ve yeni yatırım alanlarına gereksinimi vardır. Bir bölgeyi tükettiğinde ise başka bir bölgeye doğru yol alır. Dolayısıyla sermaye yalnızca nicel olarak değil mekansal olarak da yayılma ve genişleme eğilimindedir.

Sürekli büyüyebilmek için ise metaların hızla dolaşıma girmesi, meta-para-meta zincirinde “ölüm parendesi”ni gerçekleştirmesi, yani sermayenin kendini döndürmesi ve çevrim süresini sürekli kısaltması gerekir. Bunun için de ulaşım ve iletişim olanakları kolaylaştırılmalıdır. Metaların her yere ulaşabilmesi için daha fazla araç, daha fazla yol, daha fazla köprü, daha fazla havalimanı, daha fazla tünel, viyadük, kanal, vb. yapılmalı, hızlı ulaşımı sağlayacak yollar için ormanlar katledilmeli, tarım alanları yok edilmeli, yağmur suyunu emen, verimli, geçirgen topraklar asfaltla döşenmeli; talep bilgisini hızlıca alabilmek, metaları hareket halindeyken anlık takip edebilmek ve her türlü lojistik bilgisini hızlıca aktarabilmek için dağa taşa telekomünikasyon ağları, baz istasyonları kurulmalı, yer altına fiber optik kablolar döşenmelidir. Sermayenin bu ritmine doğal döngüsü içinde yetişemeyecek olan doğa da bir yandan tetiklenmeli, hormonlu ilaçlar, ağır kimyasallar, genetiğiyle oynanmış organizmalar, vb. zor yoluyla hızlandırılmalıdır.

Kısaca özetleyebileceğimiz bu süreçte görüldüğü üzere yalnızca üretim değil aynı zamanda dolaşım sürecinin gereksinimleri için de kapitalizm doğaya müdahale eder ve onu yağmalar.

Türkiye’nin Değişen Birikim Modeli

Doğanın sömürüsü kapitalizme içkindir ve kapitalizmin olduğu her yerde, elbette ülkemizde de, ve her zaman doğaya saldırıları görmek mümkündür. Yazının başında son on beş yıla vurgu yapmamızın nedeni, sermayenin güçlü yeni yönelimi ile doğanın yağmalanmasının AKP döneminin belirleyici özelliklerinden biri olmasıdır. Saray Rejimi büyük ölçüde doğada yarattığı enkazın üzerinde yükseldi desek abartmış olmayız ancak doğanın tahrip edilmesi ne yeni bir süreç ne de AKP ile başladı.

Türkiye geç kapitalistleşmiş bir ülke olarak küresel rekabet yarışında hep bir adım geride kaldı ve mevcut düzen içerisinde ekonomisini güçlendirebilmek için çeşitli yollar denedi. 80li yıllara kadar ithal ikameci, ulusal kalkınmacı ve devlet destekli üretime dayanan sermaye birikim modeli ülkenin egemen modeliydi. Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak fabrikaların açılması, yerli burjuvazinin geliştirilmeye çalışılıp üretimin desteklenmesinin yanında 1960’ların başında, konumuz itibarıyla önemli bir açılım yapıldı. 16 Ekim 1962 tarihli Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, bacasız sanayi turizmi stratejik sektör olarak tanımlandı ve cari açığın kapatılmasında turizme kilit rol biçildi.[2] Bu rol sayesinde, turizmcinin çıkarı memleketin çıkarıymış gibi değerlendirilerek sektöre ayrıcalıklar tanındı. Ancak bu ayrıcalıklar, yapısı gereği doğal güzelliklerin içerisinde konuşlanan turistik tesislerin doğayı tahrip etmesini getirdi, bir zamanların el değmemiş kıyıları ve köyleri bugünün dev tatil kentlerine dönüştü.

60’ların sonu, 70’lerin başına gelindiğinde, özellikle Demirel’li yıllarda, kalkınma ve enerji temelli adımlar atıldı, Keban Barajı kuruldu, Amik Gölü kurutulup Amik Ovası’na dönüştürülerek zirai verimi yüksek tarıma açıldı.[3] Kuşkusuz bu hamleler de bölgesel ekosistemi olumsuz etkileyen ciddi ekolojik müdahalelerdi. Ancak bu müdahaleler Türkiye sermayesini besleyip büyütmeye bir türlü yetmiyordu. Yapısal sorunların dışında, özellikle 70’lerin sonlarına doğru yükselen işçi sınıfı hareketi de sermayenin alabildiğine genişlemesine ket vuruyordu.

80’lerden itibaren dünyada ve Türkiye’de neoliberalizm çağı başladı. Neoliberalizme geçişle  birlikte ülkede devletin piyasaya müdahalesini sınırlandıran, özelleştirmelere izin veren, kamusallığı tasfiye eden, ihracata dayalı büyüme stratejisini benimseyen yeni bir sermaye birikim modeline evrilindi. Bu süreçte devletin zor aygıtları, burjuvazinin 70’lerde işçi sınıfı mücadelesiyle sarsılan hegemonyasını yeniden tesis etmek ve yeni neoliberal birikim stratejisine rıza yaratabilmek için devreye girdi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi tam da bu zeminde gerçekleşti ve neoliberalizme kapı açan ünlü 24 Ocak kararları darbeden sonra kolaylıkla uygulanabildi.

Kamusallığın yitirilmesiyle birlikte kamu-özel işbirlikleri ile kamu ihaleleri arttı ve üretici kimliğinden uzaklaşan, dolayısıyla sermaye birikimini emek sömürüsü üzerinden “yeterince” yapamayan düzen aktörleri için bu işbirlikleri ve ihaleler, doğayı tümüyle sermayenin emrine sunmakta kullanışlı birer araç oldular. Eşzamanlı olarak, emek-yoğun üretim sektöründen enerji, madencilik, inşaat, turizm, vb. “doğa-yoğun” sektörlere geçiş yapıldı.

70’li yıllara “icraat”larıyla damga vuran Süleyman Demirel gibi 80’li yıllarda da Turgut Özal, doğanın kalbine hançerler saplayan baraj, otoyol, köprü ve “turizm cenneti” diye anılan tesis inşaatlarıyla doğayı tahrip eden projeleri hayata geçirdi. Ancak yine de hiçbiri, sermayenin doğayı pervasızca yağmalamasını sağlayamadılar. Önlerinde yasal, bürokratik ve toplumsal kimi “engeller” vardı. Dönemin mevcut kanunları, meslek odalarının ve baroların kamusal yetkilerini kullanarak yaptıkları hukuki itirazlar, mahkemelerin siyasi iktidarlardan görece bağımsız olup kamu yararına karar vermeleri, toplumsal alandaki mücadeleler, vb. nedenlerle talan o dönemlerde yaygınlaşamamıştı.

AKP’nin, iktidara geldiği yıllardan başlayarak ama özellikle 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında yargıyı ele geçirerek parti-devlet yapısıyla tüm gücü elinde toplaması ve nihayetinde başkanlık sisteminin oylandığı 2017 referandumu sonrası tek adam rejimine geçişle tüm kararların bir Cumhurbaşkanı kararnamesi sayesinde ivedilikle ve keyfi biçimde alınabilmesiyle otoriter kapitalizmin mührü ülkenin her bir karış toprağının üzerine vurulmuş oldu.[4] İşte AKP elinde tuttuğu bu mühürle söz konusu tüm engelleri yıkarak akıl almaz boyuttaki ekolojik yıkımın önünü açtı ve ülke tarihinde kendi alamet-i farikasını yaratmış oldu.

AKP ve Sermayenin Yeşil Tercihi

Devletlerin iktisat politikaları, stratejik büyüme planları, hangi sektörlere yatırım yapılacağı,  vb. kuşkusuz doğayla ilişkilerini de belirler. AKP döneminde de durum böyle olmuştur.

AKP 2000’lerin başındaki büyük ekonomik krizin üzerine iktidara geldi. Üretimle yeni kaynak ve değer yaratamayan sermaye, durumunu toparlayabilmek için havayı, toprağı, suyu yeni kaynak olarak kullanmayı seçti.[5] Üretimle büyüyen geleneksel burjuvazinin temsilcileri bu yıllardan itibaren kendi sektörlerinden apayrı kulvarlara açılarak,[6] AKP’yle serpilen yandaş sermayedarlar da yeni adımlar atarak inşaata ve enerji yatırımlarına, dolayısıyla doğanın talanına odaklandı.

AKP’nin krizden çıkışta ilk on yıl elini kolaylaştıran, herkesin bildiği o ünlü deyişle “İnşaat ya Resullulah” dönemi büyük dönüşüm projeleriyle kentleri yağmalayarak, tarım alanlarını betonlaştırarak, mega projeler üreterek ve otoyollar[7] yaparak geçti. Bu dönem 3. Köprü, 3. Havalimanı[8] gibi devasa doğa katliamlarıyla (ve elbette düşük maliyet ve üretim baskısının vahşi sonucu olarak işçi cinayetleriyle) akıllara kazındı. İnşaat sektörü yalnızca bu projelerin üzerinde yükseldiği doğa parçalarını yok etmekle kalmadı, inşaat malzemesini sağlamak için taş ve mermer ocaklarıyla, demir ve çimento üretimiyle de dağı, taşı tüketti. Aynı dönemde “beşli çete” ifadesiyle cisimleşen yandaş sermaye de her ihaleyi alarak büyüdü ve gelişti.

Sözde ülkenin artan enerji ihtiyacını karşılamak için yenilenebilir enerjiye yüzünü dönerek, aynı zamanda doğalgaz ve petrol gibi dışa bağımlılığı yüksek enerji kaynaklarına alternatif olarak HES’lerin, JES’lerin, vb. desteklenmesi süreci de aslen bir (yandaş) sermaye destekleme projesiydi. Teorik olarak yenilenebilir olsa da sermayenin uygulamalarıyla hiç de doğa dostu olmayan JES’ler yeraltı sularını ve toprağı, sayısı 700’leri aşan HES’ler ise onlarca dereyi kurutmakla kalmayıp yöre halkının yaşam ve geçim kaynaklarını ellerinden alarak yerlerinden edilmesine neden oldu. Bu sırada zaman içinde birçok santral atıl kaldı ve elektrik üretmedi. 2010’lu yılların “parlayan yıldızı” bu santraller her boyutuyla yıkım yarattı.

2014-2023 yılları arasını kaplayan 10. ve 11. Kalkınma Planlarında enerji alanı stratejik sektör olarak tanımlandı ve özellikle kömüre dayalı termik santrallerin kurulması, kömürün aranması, çıkarılması, vb. süreçler için ciddi teşvikler sağlandı.[9] Gelecek beş yılı içeren 12. Kalkınma Planı da son yılların ağırlıklı yönelimi olan altın madenciliğine vurgu yaparak maden sektöründe[10] devam dedi.[11]

  1. Kalkınma Planından sonuncusuna kadar öncelikli sektörler arasında yer alan turizm ise Türkiye ekonomisinin son 40 yılında açık ara farkla en hızlı büyüyen sektörü. Ancak bu büyüme halkın sağlıklı ve güvenli tatil hakkına erişimini sağlamadığı gibi, bir turizm patronuna emanet edilen Turizm Bakanlığı eliyle memleketin en güzel köşelerinin turizm şirketlerine peşkeş çekilmesine neden oldu.[12] Yıllar içerisinde doğa varlıkları “ekonomiye kazandırma” söylemiyle talan edildikçe elde kalan koruma altındaki alanlar en çok rant getirecek iktisadi değerler olarak görüldü ve yüksek rant getirecek yapılaşmaya ve ticarileştirmeye açıldı.

Doğanın yağmalanmasında öne çıkan bu sektörler, kalkınma, cari açığı kapama, istihdam yaratma, yoksulluğu giderme gibi hep aynı gerekçelerle yıllar boyu desteklendi. Ancak günün sonunda ne kalkınma sağlandı, ne cari açık kapandı, ne istihdam yaratıldı ne de yoksulluk giderildi. AKP’nin 24 yıllık iktidarının sonunda halk her zamankinden daha yoksul, işsiz; doğa ise tarumar edilmiş halde. Oysa verilerine güvenmediğimiz TÜİK’e göre bile en zengin %20’lik grubun toplam gelirden aldığı pay bir önceki yıla göre artarak ~%50’ye çıkarken, en düşük gelire sahip %20’lik grubun aldığı pay azalarak ~%6 oldu.[13] Bu oranlar arasındaki gittikçe artan uçurum sermayenin doğayı tüketerek nasıl semirdiğini açıkça gözler önüne seriyor.

Laik-İslamcı Sermaye Kol Kola

Sermayenin bir yatırım alanı olarak doğaya yoğun olarak eğildiği bu süreçte elbette Saray Rejimi’nin kendine bağlı yandaş sermayeyi palazlandırma eğilimi apaçık ortada duruyor. İnşaat, enerji, vb. ihaleleri alanların çoğunlukla aynı şirketler olması bu yazıda ayrıntılandırmayı gerektirmeyecek kadar bilinen bir gerçek. Sermaye birikimine erken dönemde başlayan geleneksel burjuvazinin temsilcileri üretimden bankacılığa kadar birçok sektörü elinde bulundururken 2000’lerde AKP ile birlikte büyüyen sermayenin yeni fraksiyonu aradaki açığı hızla kapatmak için henüz yeterince tüketilmemiş doğanın talanı üzerinden sermaye birikim yarışına dahil oldu. Ancak bu yandaş firmaları ekolojik yıkımın tek sorumlusu görerek gerektiğinden fazla “haksızlık” da etmeyelim.

Çanakkale’deki maden sahalarında Cengiz varsa Koç da var. Elazığ’da, Konya’da Limak varsa,  Soma’da Kolin varsa, Manisa’da Zorlu, Salihli’de Sanko, Zonguldak’ta Enka, Sivas’ta yine Koç var. Turizm sahaları, kıyılar, marinalar beşli çeteye peşkeş çekiliyorsa Koç, Doğuş, Alarko da payını fazlasıyla alıyor. Sabancı ise AKP’den bulduğu desteği zaten kendi ağzıyla itiraf ediyor. Bir TÜSİAD toplantısının ardından Güler Sabancı’nın Berat Albayrak’ı ölçüsüzce övdüğü, kendisini Enerji Bakanlığı döneminden çok iyi tanıdığını, dediğini yapan bir kişi olduğunu ve geçmişten gelen güvenle ülke ekonomisini düzlüğe çıkaracağına inancının tam olduğunu söylediği video AKP’li yılların unutulmazları arasına girmiştir.

Sermayenin farklı fraksiyonları kendi aralarında kardeş kavgasına tutuşsalar da geleneksel, laik burjuvaziyle İslamcı, Saray burjuvazisi söz konusu emek ve doğa sömürüsü olunca el ele kol kola işlerini sürdürmektedir.

Doğaya Sallanan 3Y Sopası

Farklı fraksiyonlarıyla birlikte Türkiye kapitalizminin bütün unsurlarının doğayı alabildiğine yağmalamasının önünü açmakta AKP’yi bugüne kadarki tüm iktidarlardan ayırt eden nokta ise tek adam rejimine geçerek tüm gücü elinde toplaması oldu.

Saray Rejimi ve başkanlık sisteminin tesis edilmesiyle birlikte parti-devlet haline gelen AKP, neoliberalizmin piyasalara sunduğu “serbestlik” ile rejimin “otoriterliği”ni bir araya getirerek, devlet müdahalesini güçlü bir biçimde geri çağırdı, enerji, maden, tarım gibi sektörlerde düzenleyici üst kurullar oluşturdu ve Yasama-Yürütme-Yargıyı tekleştiren eliyle sermaye birikimini istediği biçimde yönlendirdi.

İster kanun, yönetmelik, vb. çıkartarak, ister kararname yayınlayarak, ister yargıya doğrudan müdahale ederek, ister zor aygıtını kullanarak sermayenin doğanın alanına girmesinin önündeki engelleri tümüyle kaldıracak düzenlemeler yaptı. Bu süreçte öne çıkan köşe taşları ise şöyle sıralanabilir:

AKP iktidarı boyunca Kamu İhale Kanunu yaklaşık 200 kez değişti. Böylece istenilen işe ve niteliğine göre değil, işi yüklenecek şahsa/şirkete göre şartname ha­zırlanabildi, etki analizleri ve denetimler es geçilebildi, çoğunlukla doğayı tahrip eden ihalelerde kamuyu zarara uğratanlar cezasız kalabildi.

Kamunun elinde bir doğa savunma mekanizması olan ÇED raporları süreci sakatlandı, ÇED yönetmeliği 21 yılda 17 kez değiştirildi. Halkın ÇED raporlarına itirazları mahkemelerce sürekli reddedildi, olumsuz raporlar yok sayıldı ya da birçok yerde bakanlık yetkililerince “ÇED raporu gerekli değildir”e hükmedildi. 2023 yılı sonuna kadar 7 bin 208 “ÇED Olumlu” kararı verilirken “ÇED gerekli değildir” kararı ise yaklaşık 72 bin kez kayıtlara geçti.[14]

Koruma alanlarının turizme açılabilmesi için kararname ve yönetmeliklerle “sınırların değiştirilmesi” üzerine birçok kez kararlar çıkartıldı.[15]

Maden şirketlerine defalarca KDV istisnası, gümrük vergisi muafiyeti, kurumlar ve gelir vergilerinde indirimler, Hazine arsalarının yatırım yeri olarak tahsisi, düşük faizli kredi desteği, ruhsat süreleri biten maden şirketlerine faaliyetlerini sürdürmelerinde imkan tanınması, vb. teşvik ve muafiyet sağlandı.

Paralel hazine gibi çalışan Türkiye’nin en büyük şirketi diyebileceğimiz ve işleyişi itibarıyla şeffaf olmayan Varlık Fonu, özellikle inşaat ve enerji sektöründeki borçlu şirketleri kurtarmak için kullanıldı. Onlarca otel Varlık Fonu’na devredildi. Varlık Fonu’nun kurulmasındaki gerekçelerden biri “büyük altyapı projelerine kamu kesimi borcu arttırılmadan finansman sağlanması”ydı. Ancak kamu kuruluşlarının devriyle birlikte, şirketlerin mega projelerle yarattığı çevre suçlarına finansman sağlanmasının önü açıldı.[16]

Mega projeler, enerji faaliyetleri, maden sahalarının araştırılması, ulaşım ve kentsel dönüşüm için dağların, ormanların, derelerin, göllerin yağmalanmasına karşı kamuyu koruyan kimi yasalar, AKP döneminin ayırt edici özelliklerinden bir başkası olan acele kamulaştırma yöntemiyle defalarca kez es geçildi. Böylece hem sermayeye doğa-obur sektörler üzerinden alan açılırken hem de yurttaşlar mülksüzleştirilerek servet transferi ve sermaye birikimi gerçekleştirilmiş oldu. Yurt savunması ve olağanüstü haller gibi durumlarda başvurulabilecek istisnai bir yöntemken acele kamulaştırma binden fazla kez karara bağlanarak sıradanlaştırıldı.[17]

Tüm bu hamleler ve sıralamaya yerimizin yetmeyeceği nice kararlarla rejim, tahakkümünü doğa üzerinde de kurmuş oldu.

Ekolojik Krizden Çıkış

Doğanın metalaşması ve sınırsız sömürülmesinin sonucu olarak derin bir ekolojik krizin içerisindeyiz. Kapitalizmin mevcut seyri aşırı birikimle kendisini de yok edecek bir krize doğru ilerliyor ve yapısal açmazlarını gayet iyi bilen sermaye bu gidişatın oldukça farkında. Tam da bu nedenle sistemin altüst edilmesine izin vermeden, ipleri hiçbir durumda elinden bırakmadan “sürdürülebilir” bir birikim modeli için dümenini bu kez kapitalizmi yeşillendirmeye kırıyor. Küresel ölçekte bunun adımlarını görsek de yerli sermaye için henüz oralara gelinmiş değil.[18] Sermayenin bu yöndekini yönelimini, yeşil kapitalizmin mümkün olup olmadığını ve buna karşı mücadele yollarını tartışmak başka bir yazının konusu olsun. Biz şimdilik bugünün mücadelesiyle yazıyı tamamlayalım.

Sermaye doğaya hükmederken yalnızca ona değil doğayla ilişkilenen küçük üreticiler, çiftçiler dahil herkese saldırır. Ancak saldırının olduğu yerde savunma ve direniş de hak ve meşrudur. O halde bu savaşın bir tarafında sermaye varsa diğer tarafına kentlilerden köylülere kadar tüm emekçileri koymak, hattı müdafaa değil sathı müdafaa diyerek savunma hattını, örneğin hem Soma maden işçisini hem de toprakları gasp edilerek tarımdan koparılmış Soma köylüsünü, Munzur halkıyla Muğla halkını bir araya getirecek biçimde, genişletmek gerekiyor.

Doğa, ona hükmedebildiği ölçüde sermaye-iktidar-bürokrasi ağının en güçlü olduğu alanlardan biriyken aynı zamanda ekoloji mücadeleleri de halkı kolaylıkla mobilize edebildiği için bu ağın en zayıf noktalarındandır. Ekosistemlere yoğun müdahalenin, emeğin sömürüsü üzerinden gelişen sınıf mücadelesine yeni siyaset alanları açtığının farkında olmalıyız. Kesişen sorunlar üzerinden kapitalizmin saldırılarını bütüncül kavrayabilmek, doğayı korumanın aynı zamanda sıradan yurttaşların mülksüzleştirilmesine ve sermaye birikimi ve servet transferi yoluyla gelir adaletsizliğine karşı durmak anlamına geldiğini görebilmek mücadeleyi güçlendirecek bir fırsat olarak önümüzde duruyor.

Ekolojik sorunları apolitik bir doğa sevgisi çerçevesinden çıkarıp, gerçek sorumluları işaret edecek bir mücadelenin örülmesi yaşamsal önemde. Rize’de yemyeşil yaylaları tarumar eden iş makinelerinin önüne dikilip jandarmaya “Devlet kimdir? Devlet benim sayemde devlettir.” diyen Havva anaların, geçtiğimiz yaz adeta bir şafak baskınıyla kolluk güçlerinin koruması altında Akbelen’de ağaçları kesmeye girişen Limak’ın karşısına “Şirket kim lan, şirket kim?” diye en haklı öfkesiyle dikilen Melahat ablaların yolundan gitmek işimizi kuşkusuz kolaylaştıracak.

Sermayenin, döviz bağımlılığı, İslamcılığı, doğayı sömürerek büyümesi ama çelişkilerini aşmak için sürdürülebilirlik kavramıyla kendini yine doğa dostu gösterme oyunlarıyla yeşilin her tonunda gözü olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak her nesnenin bir bitimi olduğu gibi sermayenin bu yeşil sevdasının da elbet bir bitimi olmalı, kıyıları, ağaçları, ormanları, mercanları, kutup ayılarını, fokları, sincapları katleden bu kan denizinin ufkundan kızıl bir güneş ise mutlaka doğmalı. Kârın insandan ve doğadan üstün olmadığı, üretim ilişkilerinin sermayenin değil toplumun yararına düzenlendiği bir dünyanın mümkün olduğunu kanıtlamak zorundayız. Yoksa elimizde yaşanacak bir dünya değil, yalnızca barbarlık ve yıkım kalacak.

[1] Marx, Kapital’in Üçüncü Kısmında kapitalistleri şöyle tanımlar: “Après moi le déluge! (Benden sonra tufan!) her kapitalistin ve bütün kapitalist ulusların sloganıdır. Demek ki sermaye, toplumun koyduğu zorunluluklar olmaksızın işçinin sağlığına karşı da, yaşayacağı ömrün uzunluğuna karşı da vurdumduymazdır.” Bu vurdumduymazlığı doğaya karşı da gösterdikleri su götürmez. K. Marx, Kapital I, Sol Yayınları, Onuncu Baskı, Ankara, 2011.
[2] Ozan Gündoğdu, Trend Topic adlı podcast serisinin “Biri Turizmi Durdursun!” başlıklı 402. bölümünde konuyu ayrıntılarıyla tartışıyor. https://podbeemedia.com/bolum/66a285dd0237e5acbbd8ee74
[3] Amik Gölü’nün kurutularak ovaya dönüştürülmesinin yarattığı yıkımı yıllar sonra ovanın ortasına inşa edilen Hatay Havalimanı aracılığıyla defalarca gördük. Öncelikle her yoğun yağışta su basan ve aslına dönerek gölleşen havalimanının yumuşak zemine kurulmuş olması 6 Şubat depremlerinde de ciddi hasar almasına ve aylarca havalimanının kapalı kalmasına neden oldu. En kritik dönemde Hatay’a erişim ve ulaşım, ekosistemi de harap eden bu yanlış uygulama yüzünden kısıtlandı.
[4] Cumhurbaşkanının, halkın karşı çıktığı Kanal İstanbul ve Taksim Gezi Kışlası gibi projeler için “isteseler de istemeseler de yapacağız” buyurganlığı gücünü 2010’dan itibaren serpilen bu otoriterlikten aldı. Rıza üretmeye gereksinim duymaksızın zor yoluyla bu projeleri yapabileceği iddiasına karşın her iki projeyi de -hâlâ- hayata geçirememiş olması halkın bu projelere karşı örgütlü direnişinden kaynaklanıyor.
[5] Kentlerin sermaye için bir değerlenme alanı haline gelmesi, yeniden üretiminin bir parçası olarak, arsa spekülasyonu, emlak, kentsel dönüşüm, vb. araçlarla kentsel rantın kullanılmasıyla kentlerin yağmalanması doğanın sömürüsünden ayrı düşünülemese de sermayenin kente müdahaleleri ile kamusal alan ve barınma hakkının gasp edilmesi bu yazının kapsamı dışında tutulmuştur.
[6] “Temeli atılan Yedigöze HES’i yapacak olan Sanko Holding Yönetim Kurulu Başkanı Abdülkadir Konukoğlu şöyle diyor: Şimdi (sen tekstilcisin, ne işin var elektrik sektöründe) diyeceksiniz. Çünkü herkes böyle bakıyor. Tekstilde beşinci, elektrikte birinci kuşağız. Yıllarca barajlar yapılmış biz bakmışız ama şimdi gözümüz açıldı. Bunu da herkes bilsin (Radikal Gazetesi, 10 Eylül 2008).” Fuat Ercan, “Sermayeyi Haritalandırmaya Yönelik Kavramsal Düzenekler”, Praksis 19, Sy. 09-53. http://www.praksis.org/wp-content/uploads/2011/07/19-Ercan.pdf
[7] AKP’nin otoyollar yapması “halka hizmet götürme” övüncüyle pazarlansa da hem proje ihaleleriyle şirketleri zengin etme hem de metanın hızlı dolaşımını sağlaması açısından da sermaye yanlısı bir hamledir. En uzak köylere bile bu yollar sayesinde ürünler-metalar kolaylıkla ulaşabilmekte, sermayeye sunulan emek gücü hızlı hareket ederek artı değer üretim sahalarına daha kolay erişebilmektedir.
[8] 2017 yılında 3. Havalimanı inşaatına 1453 hafriyat kamyonunun getirilmesi doğayı fethetme anlayışını da gözler önüne seriyor.
[9] Fosil yakıta dayalı bu enerji politikası karbon salımını arttırırken Paris İklim Anlaşması için verilen karbon salım taahhütlerinde en kötü hedef değerlerden birinin Türkiye’ye ait olması da şaşırtıcı değil. Mutlak bir azaltım yerine, artıştan minimal düzeyde bir azaltımı öngören AKP’nin, karbondan çıkış senaryoları hazırlamak yerine, fosil yakıtlar arasında birim başına en fazla karbon salan ve yoğun hava kirliliğiyle insan sağlığını doğrudan tehdit eden kömürlü termik santralleri öncelemesi, iktidara geldiği günden bu yana tercihini doğayı korumaktan değil ona saldırmaktan yana kullandığının bir başka kanıtıdır.
[10] Coşku Çelik’in Ayrım’da yayımlanan “Türkiye’de Madenciliğin Ekonomi Politiği: Devlet-Sermaye-Emek-Doğa İlişkileri” başlıklı yazısı ekstraktivizmin etkilerini ayrıntılarıyla tartışıyor. https://www.ayrim.org/guncel/turkiyede-madenciligin-ekonomi-politigi-devlet-sermaye-emek-doga-iliskileri/
[11] Yıllar içerisinde Bergama’dan Cerattepe’ye, Ulukışla’dan Kaz Dağları’na maden şirketlerinin toprağı delik deşik etmelerine tanık olduk. Eskişehir Alpu’dan Munzur Dağları’na kadar coğrafyamızın farklı köşeleri maden sahası ilan edildi. Biga Yarımadası’nın yüzde 79’u ise metalik madencilik ruhsatları ile kaplanmış durumda. Dur durak bilmeyen madencilik faaliyetlerinin yanında, İliç’teki katliama neden olan Anagold şirketinin 7,2 milyon dolarlık vergi borcunun silinmesi de AKP’nin tercihini insan ve doğadan değil, sermayeden yaptığını yine gözler önüne seriyor.
[12] Örneğin son yıllarda büyük öfke uyandıran uygulamalardan biri olarak Marmaris’in Kızılbük koyundaki dev Sinpaş otel inşaatı hâlâ akıllardadır. Bu inşaatı protesto eden yöre halkı ise sermayeye kalkan olarak kolluk kuvvetlerince defalarca gözaltına alınmıştır. Uzungöl, Salda Gölü gibi özel çevre koruma bölgeleri de iktidarın en çok ilgisini çeken yerler arasında bulunuyor.
[13] https://www.evrensel.net/haber/509282/en-zengin-yuzde-10un-geliri-artti-yuzde-85-yoksullasti
[14] https://medyascope.tv/2024/03/11/resmi-verilerle-cevre-bakanliginin-ced-tablosu-akp-doneminde-72-bin-kez-ced-gerekli-degildir-karari-verildi/
[15] Balıkesir Kızıltepe’de altın şirketinin arama yapacağı üç bölge normalde termal turizm alanında kaldığından yeraltı suları, endemik bitki örtüsü bakımından korunması gerekli yerlerdi. Dolayısıyla siyanürle cevher ayrıştırma, atık havuzu vb. mümkün değildi. 2013 yılında, dönemin Başbakanı Erdoğan imzasıyla Resmi Gazete’de “Bazı Alanların Turizm Merkezi, Bazı Alanların ise Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim Bölgesi Olarak İlanı ile Bazı Turizm Merkezlerinin İsim ve Sınırlarının Değiştirilmesi Hakkında Karar.” başlıklı bir Bakanlar Kurulu kararnamesi yayımlandı. Böylece bölgenin sınırları değiştirilerek Kızıltepe koruma alanı dışına çıkartıldı ve maden arama faaliyetine açıldı. https://www.gazeteduvar.com.tr/erdogan-ingiliz-altin-tekeli-icin-siniri-nasil-degistirdi-makale-1671790
[16] https://artigercek.com/makale/10-maddede-turkiye-nin-2017-ekoloji-gundemi-42842
[17] Kamulaştırma Kanunu Madde 27: 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanununun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Cumhurbaşkanınca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılmasında kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere (…) o taşınmaz mala el konulabilir.
[18] TÜSİAD’ın 2021 yılında yayımlanan raporunda belirli başlıklarda gelecek projeksiyonu olarak yer alsa da somut bir yeşil dönüşüm politikası henüz Türkiye’de uygulamaya konulmuş değil. https://www.gelecegiinsa.org/