Türkiye Sözleşmesi: Tek Devlet, Tek Millet, Tek Akıl

Zeki Avci1 Ekim 2024

15 Temmuz kalkışmasından yaklaşık 1 ay sonra, Üç akıl ve Türkiye[1] köşe yazısını kaleme aldığında, Metin Çulhaoğlu, Türkiye’de -ve “Lenin’in demokratik cumhuriyeti”nde- kapitalizmin ‘otoritarizm, totalitarizm ve nihayet açık faşizm’ istikametinde ilerleme şablonunu şöyle özetliyordu: “Süreç, belirli bir Siyasal Aklın Devlet Aklı haline gelmesi, ardından [bunun] Toplum Aklındaki kimi öğelerle buluşup, zamanla Toplum Aklını da ‘kendisi’ yapması şeklinde gelişir. Bugün Türkiye’deki gidişat bu yöndedir.” Esas tehlikeyi teşhis etmek için de yazısını şöyle tamamlıyordu: ‘Devlet Aklı, Siyasal Akıl ve Toplumsal Aklın ayniyetinin ne anlama geleceğini hepimiz biliyoruz…’

Aşağıda, bahse konu sürecin yaklaşık on yıldır, gerçekten de belirli eksenlerde bahsedilen şablonda ilerlediği, üstelik 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerini takiben temel atma töreni yapılan bu ilerleyişin, hepimizin o anda gözünü çevirdiği doğru bir kerteriz olarak 15 Temmuz Kalkışması ile resmî bir süreç hâlini aldığı aktarılacak ve bu ilerleyişin geçtiğimiz 2-3 yılda, özellikle de dijital vasıtalarla toplumsal aklı hedef alan ‘ideolojik mekanizmaları’ tartışılacak.

Amaç, bu aşamada kuramsal bir içerik ortaya koymaktan ziyade, bu yazının çerçevelendirmeye niyetlendiği sorunlar ışığında derine giden ardıl incelemelere zemin hazırlayarak, Türkiye kapitalizminin güncellenmiş üretim tarzının ve dünya kapitalizmiyle entegre maddi yaşam koşullarının yarattığı ‘yeni insan’ aracılığıyla, toplumsal aklın özerk kalabilmiş yegane nüvelerinin nasıl bir taktikle tasfiye edildiğinin altını çizmek ve buna karşı mücadele yollarını inceleyebilmek. Bunun için, öncelikle gelinen noktayı en kaba hatlarıyla teşhis etmek gerekiyor. Yine bu aşamada, kültleşmiş teorik altyapılardan ziyade, bildiğimiz bir akla yaslanarak inceleme yapmak, iyi bir başlangıç sağlayacak gibi görünüyor.

***

Özellikle son yıllarda ‘1000, 4000 veya 10000 senelik Devlet Aklı’ şeklinde mitleştirilen şeyle ilgili olarak, 13 Ağustos 2022 tarihli son yazısında[2] Çulhaoğlu, Türkiye için ‘Devlet Aklı’ ifadesiyle kast edilenin, Amerikan filmlerindeki gibi ‘alttan alta uzun vadeli planlar yapan’, ‘iktidarlardan bağımsız’, ‘eksper’ bir varoluşu anlatıp anlatmadığının tartışmalı olduğunu, hatta böyle Weberyan bir rasyonalitenin Türkiye açısından bizzat varlığının dahi tartışmalı olduğunu öne sürüyor, fakat bu konudaki yaygın bir yanılgının altını çiziyordu: Türkiye’deki -varsa- Devlet Aklı, bize -özellikle de solculara- ilk çağrışan hâliyle ‘derin devlet’ gibi, tümüyle kontrgerilla veya Gladyo faaliyetleriyle meşgul bir şey olmaktan öte, bu tip aparatlara operasyonlar yaptıran, fakat bunu da aşarak, özellikle de konumuz itibarıyla AKP’nin pragmatik hamlelerle ‘kendisininkini yaratma’ girişimleriyle kaim bir olgu durumunda.

Muktedir siyasal aklın, çeşitli diğer ‘akıl’larla, devleti yönetebilmek ve bu yönetebilme amacı doğrultusunda kendi devlet aklını yaratmak üzere pragmatik hamleler vasıtasıyla kurduğu ilişkilere, bir “devlet sözleşmesi” diyebiliriz -Anayasa Hukukçularının aksine, devlet sözleşmesinden, toplumun bir devlet için yaptığı sözleşmeyi değil, ‘akıllar arası bir sözleşme’yi kastediyorum. Bu devlet sözleşmesinin tabii ki çoğunlukla esaslı unsurları ve eksenleri var: Kemalizm -ya da bütünüyle bir imgeden ibaret Kemalizm’le yerine göre uzlaşı veya kavga-, Dinsellik, -ya da Nakşibendi geleneğin ajandasının yerine göre sönümlendirilmesi veya harlanması[3]– ve tabii ki Milliyetçilik -yerine göre ayaklar altına alınması, yerine göre en milli olma yarışmalarına konu edilmesi gereken-. Bunlar gibi birçok unsur, yapılan bu ‘devlet sözleşmesi’ görüşmelerinde, satranç tahtasında yer değiştiriyor, bazen feda ediliyor, bazen ileri sürülüyor. Türkiye’nin kapitalizm serüveni ise, bu unsurlar üzerine varılacak mutabakatlarda yapılacak tercihlerin ana belirleyicisi olmayı sürdürüyor.

AKP, bir ‘siyasal akıl’ olarak uzun iktidar dönemi de gözetilince, kendi dönemi süresince birkaç farklı sözleşme yaptı. Hatta, yukarıdaki tasnifi ispatlar biçimde, yeri geldi -çıkış noktasında- bir ‘muktedir siyasal akıl’ olarak, ‘devlet aklı’nın muhalifi oldu. Öte yandan, aşağıda aktarılacak öykü ışığında görünen o ki, ‘devlet aklı’, ‘siyasal akıl’ ve ‘toplum aklı’, 12 Eylül Öncesinde bile görülmemiş düzeyde, -hatta söylemsel düzeyde erken Cumhuriyet’te bile-, tarihimizin en büyük yeknesaklaşmasıyla karşı karşıya. O belirli Siyasal Aklın Devlet Aklı haline gelişi ve Toplum Aklındaki kimi öğelerle buluşarak son birkaç yıl içinde Toplum Aklını da ‘kendisi’ yaptığını anlamak için, AKP’nin ‘devlet sözleşmesi’ geçişlerini de anlamak gerekecek.

***

Çözüm süreci bitene dek, AKP, Türkiye’de Kürtler için -neredeyse ‘devlet aklına uymayan’ denebilecek- açılımlar yapan, kendisini Kürt halkından oy alabilir kılmaya çalışan, hatta belki de bu konuda -göstermelik de olsa- ciddi girişimler yapan bir ‘siyasi akıl’ durumundaydı. O kadar ki, CHP ve MHP o dönem, ‘çözüm’e şiddetli karşı çıkışlarıyla, adeta ‘Devlet Aklı’nın pozisyonunu tutuyordu. Derin devlet heyulasını ‘bitirmiş’, derin ilişkileri de yönetsel anlamda ‘ne istedilerse verdiği’ Fethullah Gülen cemaati ile ikame etme yolunu seçmişti. Bu siyasi akıl, kökensel anlamda, Tanıl Bora’nın tarifiyle ‘liberal muhafazakar’ diyebileceğimiz, kendini İslami motiflerle dışa vuran, iktisat alanında da fevkalade klasik bir büyümeci kapitalizmi zorlayan bir nitelikteydi.

Çözüm sürecinin başarısızlığa uğraması ve Fethullahçı çete ile çıkar kavgasının -muhtemelen iktisadi fakat asla emin olamayacağımız sebeplerle- çözülemez noktaya gelmesi, ekonomik kaygılar ve Gezi’nin etkileri birleşince, 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinde büyük bir başarısızlık yaşandı. O noktada, yönetebilmeyi sürdürmek ve ‘vesayet’ ile ‘derin devlet’i bitirerek ‘devlet aklı’yla birleşmekte kaydettiği ilerlemeyi yitirmemek için MHP başta olmak üzere bir takım siyasi akıllarla yeni bir devlet sözleşmesi yapmak zorunda kaldı: “Güvenlikçi” diyebileceğimiz ve liberal muhafazakar diyemeyeceğimiz, daha çok milliyetçi muhafazakar, otoriter bir devlet sözleşmesine geçiş yapıldı; faşizmin klasik taktiği olarak izlediği ‘biz ve onlar’ suretindeki kutuplaştırma eksenini,[4] dinsel hassasiyetlerden, güvenlikçi kaygılara büktü. Artık, ‘ev zencisi mütedeyyinlere karşı sırça köşkte viski yudumlayan CHP’liler’ kutuplaştırması, hem AKP’nin kendi kitlesi lehine belirli reformları gerçekleştirerek kendi burjuvasını yaratması hem de Kılıçdaroğlu CHP’sinin yoksullaşan kitlelere daha fazla hitap edebilmek adına anti-Baykal’cı ve halkçı bir açılım yapmasıyla, işe yarar bir eksen olmaktan çıktı. MHP’yle birlikte ‘devlet aklı’na talip yeni muktedir siyasal aklın devlet konsepti, ‘güvenlik’ kriziydi. Artık ‘elitler ve mütedeyyinler’ değil, ‘vatan hainleri ve diğerleri’ vardı.

7 Haziran-1 Kasım 2015 arasındaki korku atmosferinin kurgulanmasıyla başlayan ve 15 Temmuz’la yeterli cephaneyi sağlayan “güvenlikçi eksen”, AKP’nin, henüz ‘devlet aklıyla yeknesaklaşamamışken’ öldürdüğünü iddia ettiği eski ve derin devleti geri getirmesini de zorunlu kıldı. Ayrıca Fethullahçılardan boşalacak on binlerce kişilik kadro ve uçsuz bucaksız sermaye, yeni sözleşmeye uygun olarak, yerli ve milli, güvenlik krizini önceleyen siyasi aklın neferleriyle doldurulmalıydı. Böylece MHP’ye ve “güvenlikçi devlet bürokrasisi” denebilecek siyasal akla, orantısız bir azınlık payı tanındı. Bu süreçte ‘özgürlüklerin tehlikesi’ vurgulanmalıydı ve Süleyman Soylu, MHP veya Mehmet Uçum gibi kimilerine göre nasyonalist ve gayriliberal odaklar, ‘devlet aklı’ için yapılan sözleşmede büyük bir güç kazandı.

Böylece, AKP ile eskiden muhalifi oldukları arasında bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi doğdu. Artık, güvenlik krizini temel edinen ve nasyonalizmi arşa çıkaran bir özgün bireşim suretindeki siyasal aklın akdettiği devlet sözleşmesi, bu siyasal aklın, devlet aklı ile yeknesaklaşması için bulunmaz bir zemindi. Bu süreci komplolaştırmaya veya mistifiye etmeye, yani “AKP MHP’nin elinde, MHP AKP’nin elinde gibi” kulislerle basitleştirmeye gerek bulunmuyor: Devlet Aklı için, Cumhur İttifakı’na yeni bir siyasal akıl kazandırıldı ve bu iki aklın -devlet aklı ve milliyetçi-muhafazakar-güvenlikçi siyasal akıl- birleşimi (Devletli Siyasal Akıl ya da “DSA”), üçüncü aşamaya, yani toplumsal aklı kendileştirme sürecine atılmalıydı. Buraya dek herkes için bilindik olan öykümüz de bu noktada özgün bir hâle gelmeye başladı.

***

Uzun süredir Türkiye’de, klasik anlamda sağı toplum aklı için çekici kılabilecek unsurlar veya insanları sağa doğru kutuplaştırıcı öğeler olarak, ne acilen etrafında birleşilmesi gereken bir NATO savunuculuğu ne de bir antikomünizm tehlikesi mevcuttu. Önceleri, bahse konu güvenlikçi odakları toplumsal anlamda muteber kılan böylesi heyulalardı. Fakat artık komünizm tehlikesi de yoktu, üstelik NATO ve Batı kapitalizmiyle de tam entegreydik. Devlet Aklı ile bütünleşmekte olan bu siyasi akıl için, güvenlik ekseni toplumu ‘yönetmek’te mahirdi, fakat ‘toplumsal aklı kendileştirmesi’ için yeterli değildi. Hâliyle, toplumu bu güvenlikçi eksenin, bu yeni devlet sözleşmesinin öngördüğü programa dahil edecek bir anlatıya ihtiyaç doğdu, zira ekonomi de hala gördüğümüz üzere mahvedici biçimde kötüye gidiyordu.

Faşizan rejimlerin böylesi uğraklarında, DSA’nızı toplumlaştıracak bir mazeret arıyorsanız, dünya akımlarına bakmak daima kullanışlıdır. Bu, bir uluslararası akımı esastan benimsemek şeklinde de olabilir, onun kültürel emperyalizm aracılığıyla kanıksatılmış yöntemlerinden yararlanmak suretiyle de gerçekleşebilir. Yani, uluslararası sağcı akımın içeriğine veya biçimine entegre olabilecek bir anlatı tutturmak, kendisini toplumlaştırma krizindeki bir DSA için daima avantajlıdır, o rüzgardan yararlanır. Bir dönemde uluslararası gericilik nasıl palazlanıyorsa, o argümanlar hemen Türkiye’ye uyarlanıverir: antikomünizm için de hikaye farklı seyretmemiştir. İşte bu yeni güvenlikçi DSA’yı toplumlaştırmak için, şimdi de yine dünya akımıyla uyumlu ve tabii ki Kürt sorununun özgüllüğünü de kendi yaratıcılığına katan, modern bir sağ yaratıldı.

***

Bu yazının amacı, bu güvenlikçi DSA’nın niteliğini irdelemek veya fraksiyonlarını ya da taht oyunlarını tasnif etmek değil, onun ideolojik metotlarını incelemek ve bunların Türkiye kapitalizmiyle ilişkisine dair bir yol açmak. Yine de uluslararası akımdaki radikal popülist sağ ile fevkalade paralel ilerleyen, göç krizinden de etkilenerek ırkçılık düzeyine varan bir güvenlikçi histeriye yaslandığını söylemek önemli. Bu güvenlikçi histeri, özellikle metotların açıklanmasında büyük rol oynayacak. Ayrıca, bu eksenin, orijinal ‘milli görüş gömleğine’ tam olarak uymayan, onların güvenlikçi politikalara yaklaşım tarzını aşan bir eksen olmadığı da not düşülmeli: Buna dair en basit örnek, Hatay Milletvekili Şerafettin Can Atalay’ın siyasi rehinlik sürecinde iktidar içinde gözlemlenen çatışmalardır: MHP, Süleyman Soylu, Mehmet Uçum ve benzerlerinin başını çektiği güvenlikçi siyasal akıl en ufak taviz dahi vermeyi reddederken, Hayati Yazıcı, Mustafa Akış, Abdülhamit Gül gibi isimlerden hatırlayacağınız üzere, milli görüş gömleğini tümüyle soyunmamış siyasal akıl, Can’ın hürriyetinin tahdidine temkinli yaklaşmıştı.

Şimdi, herkesi birer potansiyel terörist kılan, bünyesinde eritmediği her siyasi aklı yok etmeyi hedefleyen bu yeni güvenlikçi-milliyetçi-muhafazakar eksenin, nasıl bir toplum mühendisliği yürüttüğünü, bunun etkilerini ve sonuçlarını incelemek, Türkiye’nin son 4-5 yılının nasıl şekillendirildiğini anlamak için hayati önem arz ediyor; üstelik, bu yalnızca bahse konu DSA’nın nasıl kendini toplumlaştırdığını değil, ona eklemlenen yeni ‘muhalif siyasi akılların’ da -kurnazlık ettikleri sanrısıyla- en azından söylemsel düzeyde bu Devletli Siyasal Aklın toplumlaşmasına nasıl su taşıdıklarını anlamakta da kritik bir rol oynuyor.

***

Her şeyden önce teslim etmek gerek: AKP ve MHP, gerici hareketler; dolayısıyla bir yandan kültür endüstrisi aracılığıyla kesintisiz biçimde küreselleşen dünyaya maruz kalan diğer yandan da yaşam koşulları korkunç hale gelen kimselerin ülkesi Türkiye’de, özellikle gençlerin ve araftakilerin bu partilere yüzünü dönmesi normal yollarla mümkün görünmüyor. Evet, güvenlik ekseninden nemalanan bir DSA yönetmeyi sağlıyordu, fakat ‘AKP’li olamayan gençlik -ve araftakiler-’, yakın zamana dek günden güne artıyordu ve bu sorunu çözmenin doğrudan bir yolu yoktu. Tam olarak bu noktada, uluslararası radikal popülist sağ akımın yöntemleri benimsenerek, insanları bir “siyasi partiye” veya “ittifaka” değil, doğrudan Devletli Siyasal Aklın kendisine yönlendiren, muktedir siyasi aklı da bu sayede ‘ehveni şer’ kılan özgün bir anlatıya yaslanıldı.

Bahse konu Devletli Siyasal Aklın kendini toplumlaştırdığı bu anlatı, gündelik sorunlarda yer yer Cumhur İttifakı’na karşı duran, hatta yerine göre ‘muhalif olma hissini’ dahi besleyen, fakat bu güvenlikçi eksenin kritik dönemeçleri söz konusu olduğunda, DSA’nın siyasal hattına razı gelen bir muhalefet ve gençlik yaratmalıydı. Yani;

  1. AKP’li olmaktan utananlar için, AKP’li olmayan ama DSA ile çıkarlarını bir gören bir kendileştirme,
  2. Gerçekten muhalif olanlar içinse, tıpkı uluslararası akımda gözlemlendiği gibi, yerine göre düzen dışı iddialar bile öne süren, ama konu güvenlik olunca ‘devlet ile hükümeti ayrı görüp’ DSA’yı seçtiren bir kendileştirme,
  3. Son olarak da -başka bir yazının konusu olarak- muhaliflik iddiası bulunmayan ve AKP’nin kökensel siyasal aklına tabi olanları bile yeni DSA’nın ajandalarının propagandası amacıyla erozyona uğratan, örneğin samimi Müslüman gençleri bile belirli ölçüde ‘ırkçılaştıran’ veya ‘sağ-Kemalist’leştiren- bir kendileştirme.

Bu DSA’nın toplumsal aklı kendileştirme girişiminin zeminini, solun sistematik biçimde budanması ve sömürüye karşı başkaldırıyı örgütleyecek bir merkezi öznenin bırakılmaması, dolayısıyla da toplumun iktisadi sorunlar karşısında örgütlenme ihtimalinin bertaraf edilmesi sağladı. Bunun yanında, anlatılanların hem sebebi hem sonucu, hem de bu yazıyla yüzeyi hazırlanan devam yazısının konusu olarak, Türkiye kapitalizminde dünyanın en kötü emek rejimlerinden birine geçiş yapıldı ve işe gitmekten başka hiçbir şey yapamayan, en ufak düşünme faaliyetine mecali kalmamış bir işçi sınıfı yaratıldı. Bu unsurların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan olağanüstü düzeyde “atomlaşmış”, kolektif hiçbir kuvveti kalmamış, bağları koparılmış halk, aşağıda aktaracağım ideolojik yöntemlerle, Devletli Siyasal Aklın toplum aklını kendileştirmesi süreci için, kusursuz nesne haline geldi.

***

Bu nesnenin nasıl yoğurulduğuna dair bazı eksenleri -sınırlı sayıda olmamak veya birbirlerini dışlamamak kaydıyla- görebilir, en azından mücadele gerektiren eksenleri de bu perspektiften ele alabiliriz. Tüm bu mekanizmaların uygulanmasında en kuvvetli cephanenin güvenlikçi histeriye can suyu olan ‘zombi milliyetçilik’, en kuvvetli silahın da dijital troll faaliyetleri olduğu gerçeğini merkeze almak kaydıyla, Devletli Siyasal Aklın kendileştirdiği Toplumsal Aklı, yani “Tek Akıl”, tek millet ve tek devlet haline gelmiş olan Türkiye’yi, aşağıdaki ideolojik yöntemlerde görebiliriz:

1. Öncelik manipülasyonu ve “Cambaza Bak!”:

Öncelik manipülasyonu olarak tarif edilebilecek, tali ve halkın yaşamında etkisi bulunmayan meseleleri, sorunların ve olayların en önemli unsurları ve ana kaynakları haline getirme çalışması, artık yeni Devletli Siyasal Aklın, toplum aklını kendileştirmede en büyük araçlarından biri. 6 Şubat depremini hatırlayın. Özellikle Hatay’da tek bir sorun vardı: Devletin yokluğu. Fakat birden, çeşitli dijital aparatlarla, Hatay’a dair deprem gündemi, “Suriyelilerin yağması” üzerinden tartışılır hâle geldi. Yine, dijital ortamda muhalif çıkışlar yapanlara karşı sürekli izlenen o klasik stratejiyi düşünün: Eski paylaşımlarınız karıştırılıyor ve bir şekilde “terörist” olduğunuzu imleyen -bazen sahte- paylaşımlar dolaşıma sokuluyor. “Nasıl yani, teröristlerin muhalif çıkışlarına mı ses vereceğiz?” Hatta, son günlerde vuku bulan bir dijital trajedi, bunun en iyi örneğidir: Çanta alamadığı için ağlayan bir kız çocuğunun videosu dolaşırken, “en büyük sorun ekonomi, daha neyi dert ediyorsunuz?” diyenlere, “bombayla patlamaktan iyidir” diye yüzlerce tepki geldi, sanki bunlar arasında bir korelasyon varmış gibi.

Yine, Türkiye’nin kritik dönemeçlerinde suni gündemler köpürtülerek, ya da tam aksine “böyle bir taktik yapıldığına” dair bir sanrı yaratılıp, bizzat o gündemi önemsizleştirerek oynanan bir oyun söz konusu: “Cambaza Bak!”. HTalks lakabıyla bilinen dijital yayıncı Hasan Arda Kaşıkçı’nın başına gelenleri hatırlayın: Sadece bu “Cambaza Bak” oyununu, yani yoksulluk sorununun önüne nasıl suni gündemler geçirildiğini vurguladığı için -ciddi bir destek görse de- diğer yandan linç edildi.  Bir not olarak, esasında bu operasyonun, ilk etapta “planlı” bir şekilde opere edilirken, şimdi çok daha öte bir boyutta, bizzat bir iletişim diline ve anaakım bir iletişim stratejisine dönüştüğü unutulmamalı. Artık, etkileşim ve hegemonya savaşlarının özneleri, bu iletişim diline, bir projeleri dahi olmadan adapte oluyor: Artık “Cambaz Gösterme” o kadar etkili ve kanıksanmış durumda ki alelade meselelerde gündemde yer tutmak için dahi, hemen milliyetçi argümanlarla “Cambaz Sorunlar” öne sürülmeye ve bunun sağladığı etkileşimin tadına varılmaya çalışılıyor.

2. Özcülük:

Biraz daha derine gidildiğinde, özellikle bilimsel eğitim sisteminin berhava edilmesi, analitik ve diyalektik düşünmeyi erken yaşta öğrenmenin imkansızlaşması ve batıdan aşırma ‘radikal popülist ofansif eğlence’nin köpürtülmesiyle ortaya çıkan, ‘hortlak’ bir ideolojik yöntem olarak, özcülük karşımıza çıkıyor. Son zamanlarda dijital mecralardaki paylaşımlara dikkat edin: “Kürtler şöyledir”, “Solcular böyledir” tipi arketipleştirmeler yaygınlaşıyor, yeni insanın bilgi edinme ve üretme biçiminin en büyük krizlerinden biri olarak bu sorun, gündelik hayattaki her bir argümana sirayet ediyor. “Bilimsel makale açıklaması” konseptli dijital hesaplar ve bunlardan yararlanan milyonlarca sıradan yurttaş, “bazı şeylerin fıtrat icabı var olduğu” yönündeki ideolojik kabulü her gün yeniden üretiyor, altında bu kabulün yattığına bakmaksızın, şu tip bilimsellikten tümüyle uzak, nedensellik ve korelasyonu iç içe geçiren içerikleri paylaşıyor: “Daha fazla makyaj yapan kadınların, daha narsist olduğu ortaya çıktı!”. Bu ideolojik yöntem, son zamanlarda görüldüğü üzere ‘kendisini beyaz ve Arapları siyah’ sanan, çoğunluğu esmer yurttaşlarımızın, ırkçı argümanları yeniden üretmeleri için bulunmaz bir rasyonalite sağlıyor.

3. Seküler Milliyetçilik & Diyalektik Olmayan Aydınlanmacılık:

Yine çok daha detaylı bir araştırmanın konusu olmakla birlikte, Devletli Siyasal Aklın istediği eksenleri çizmek üzere kaçak yollarla Türkiye’ye ithal ettiği, uluslararası sağ akımın görüntüde esaslı fraksiyonlardan olan “seküler milliyetçilik”, dinin ve dinselliğin, Marksistlere en uymayacak yerden, aşırı pozitivist, halk düşmanı bir yöntemle reddini içeriyor ve bu tutumun popülerleşmesini sağlıyor. Cenk Saraçoğlu’nun Seküler milliyetçilik diye bir şey var mı? başlıklı yazısında[5] altını çizdiği, ‘seküler milliyetçiliğe dosdoğru, köktenci bir savaş açmaktan ziyade, yerleştiği ve yararlandığı ideolojik boşluğu inceleme gerekliliği’, bugünlerde en somut haliyle ortaya çıkıyor. Yani seküler milliyetçiliğin kendisi değil, dolaşıma sokulduğu arka plan gerçek bir müdahaleyi gerektiriyor. Zira bu olağanüstü kutuplaştırıcı ideolojik yöntem, özünde, ‘muhaliflerin’ bir çeşit eski aydınlanmacı ‘cehalete karşı dinsizlik’ argümanı etrafında birleşmesini, diğer yandan ‘vatan haini’ olmamalarını ve her halükarda sorunun sınıfsal ve kurumsal olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesini sağlarken, diğer yandan DSA’nın eline muazzam bir ‘muhalif afyonu’ -yerine göre kutuplaştırma kozu- geçmesini sağlıyor. Diamond Tema meselesini hatırlayın, tam olarak dinselliği eleştiri tekelinin nasıl bir ateizm anlayışına ait olduğunu ve aşırı pozitivist ve milliyetçi bir din karşıtlığının nasıl da konforlu bir muhalif zemin yarattığını ortaya koyuyor.[6]

4. Yurttaşlık ve Sol:

Komünistlerin memleketlerini sevmeye hakkı olup olmadığı sorunsalı, müthiş bir ideolojik kriz olmayı sürdürüyor. Yeni DSA’nın, yurttaşlığı millilik ile eşleyen tanımlamasının yerleşmesiyle, bu manipülasyon üzerinden muhteşem bir Hacivat-Karagöz oyunu kurgulanabiliyor: Bir tarafta “evil” (ing. habis) solcular, diğer tarafta “sağduyulu” diğerleri. Üstelik bu konuda hem soldan hem de sağdan ilerleyen bir dizi argüman, muazzam bir kayıkçı kavgası yürütülmesine ve yurttaşın DSA dışında seçeneksiz olduğu sanrısının yeniden üretimine muazzam bir zemin hazırlıyor.

5. Hafızasızlaşma:

DSA’nın eski devlet sözleşmelerini unutturmak ve kendi mutlakiyetini yüceltmek amacıyla kullandığı en kritik yöntemlerden biri olarak yakın tarihin yeniden yazıldığı, tüm okuyucular için bir gerçek. Özellikle Selahattin Demirtaş’ın kim olduğuna ilişkin kamuoyu fikrinin ne hızla değiştiği yahut Gülen Cemaati’nin nasıl palazlandığına ilişkin ‘hafıza silimi’, milli argümanlara yaslanarak hafıza rekreasyonunun ne boyuta vardığının en açık göstergeleri.  Bu ‘manipülasyonlarla’ münferiden mücadele etmenin gerekip gerekmediği ise tartışmalı, zira bu yeniden tarihyazım ve yayım sürecinin kendisine müdahale edilmediği sürece, bu konuda bir gelişme kaydetmek mümkün görünmüyor.

6. Sosyal Darwinizm, Anti-Kolektivizm ve Değer Aşındırma:

Çulhaoğlu, başlangıçta atıf yapılan Üç Akıl ve Türkiye makalesinde bu meseleye şöyle değiniyor: “[Eski kalkınmacı paradigmanın] [y]erini, küreselleşmenin bir boyutunu oluşturan “yeni fırsatlar” ve “yıldızlaşan ülkeler” miti üzerinden geliştirilen ve kadim “sosyal Darwinizmi” başka bir kılıkta hortlatan ham bir pragmatizm almıştır.” Bu sosyal Darwinizm, yani toplumsal ve kolektif bir kurtuluşun mümkün olmadığı, Türkiye’de bir şekilde ‘yolunu bulmak’ gerektiği, kolektif kurtuluş için uğraşan solcuların ise ‘boşuna uğraşan, naif özneler’ olduğu anlatısı. Yine uluslararası sağ akımdan aparılarak özgün biçimde hortlatılan bu ideolojik girdi, aşırı birey-üstünlükçü ve atomlaşmış, ‘değerlere sahip olmakla hiçbir şey kazanamayacağından emin’ bir muhalif kitlenin yaratılmasını sağladı. İlk bakışta, İslam’ın dahi kökensel kodlarıyla çelişen bu sosyal Darwinizm, yeni DSA’ya, ‘mücadeleden imtina edecek muhalif kitleler yaratma’ ve toplum aklını kendi pragmatizmi doğrultusunda kendileştirme bakımından muazzam bir fırsat tanıdı.

***

Bu makalede özetlenen süreç, yani Devletli Siyasal Aklın Toplumsal Aklı kendileştirerek ilerlettiği “Tek Akıllı Türkiye” süreci, başlangıçta da bahsedildiği gibi, Türkiye kapitalizminin güncellenmiş üretim tarzının ve dünya kapitalizmiyle entegre maddi yaşam koşullarının yarattığı ‘yeni insan’ aracılığıyla kısa vadede başarıya ulaştı. Bir taraftan, yukarıda aktarılan metotlarla mücadele etmek gerekirken, diğer taraftan, bu metotların üzerlerinde uygulanmasına müsait nesneler haline getirilmiş yeni insanı ve Türkiye kapitalizminin bu insanları yaratan formunu inceleme yükümlülüğümüz bulunuyor. Ancak ve ancak bu konuda Marksizm’i Türkiye’nin özgül bağlamına uygulayan bir araştırma aracılığıyla, altyapı düzeyinde ne ile mücadele edilebileceğini tespit etmek mümkün görünüyor.

[1] https://www.ilerihaber.org/yazar/uc-akil-ve-turkiye-58995.html
[2] https://www.ilerihaber.org/yazar/devlet-akli-savaslari-143920
[3]Bu konuya bir giriş için, Ozan Gündoğdu’nun şu ilgi çekici Podcast’ine zaman ayırmak hiç de fena olmayacaktır: https://open.spotify.com/episode/38ZTWd65BdXa7DAABHRQ4y?si=ACu61xi8RsqwvlX8aXr4zg&nd=1&dlsi=0f59004525884e61
[4] Bu işleyişe dair özet mahiyetinde iyi bir inceleme için bk. Faşizm Nasıl İşler: Biz ve Onlar Siyaseti (2023), Ankara: Fol Kitap, Çev. Ertuğrul Uzun.
[5] https://www.gazeteduvar.com.tr/amp/sekuler-milliyetcilik-diye-bir-sey-var-mi-makale-1597848
[6] Bu konuda, Kadir Gülen’in Corpus Dergi için kaleme aldığı “inanç ve aydınlanma” makalesi, iyi bir başlangıç sağlıyor. https://corpusdergi.com/2024/inanc-ve-aydinlanma-hegelci-kultur-savaslari/