Enflasyonu düşürmek ve ekonomide istikrar sağlamak amacıyla 2023 seçimlerinden sonra Hazine ve Maliye Bakanı olarak Mehmet Şimşek görevlendirildi. Tabii enflasyonu düşürmek ve ekonomide istikrar sağlamak kimsenin karşı çıkmasının mümkün olmadığı hedefler. Gerek seçimleri kaybeden muhalefet partileri gerekse görünürlüğü yüksek tüm iktisatçılar/finansçılar Şimşek’i desteklemeye başladı.
Ancak biraz dikkatli baktığımızda Şimşek idaresindeki ekonomi yönetiminin aslında iki ana hedefi olduğunu görüyoruz. Bunlardan birincisi, yüksek faizler ve uluslararası finansal sermayeye tanınan güvenceler ile ülkeye mümkün olduğunca fazla dış sermaye çekmek olarak öne çıkıyor. Bunun Türkiye ekonomisinin son dönemde ağırlaşan kronik döviz açığı sorununu, en azından bir süreliğine, çözeceği düşünülüyor.
İkinci hedefin ise son birkaç yılda geniş emekçi kitleler aleyhine gerçekleşen bölüşüm şokunun sonuçlarını kalıcılaştırmak olduğu açıkça ortaya çıkmış durumda. Bu, ücretler, emekli aylıkları ve kıdem tazminatı gibi alanlarda yaşanan reel gerilemenin telafi edilmemesi için elden geleni yapmayı içerecek. Başka bir deyişle, son dönemde bir bütün olarak sermayenin emeğe karşı elde ettiği kazanımları koruyup daha da ileri götürmek Şimşek programının ikinci ana hedefi. Bu yapılırken “kamuda tasarruf” adı altında hem eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerinin daha da aşındırılması hem de kamuya ait elde kalan varlıkların sermayeye aktarılması da ekonomi yönetiminin gündeminde üst sıralarda yer alıyor.
Kronik Döviz Açığı ve Şimşek “Programı”
Türkiye ekonomisi için döviz açığı hep en önemli yapısal sorunlardan birisi olagelmiştir. Derviş programını 2002 yılında devralan AKP, bir yandan uluslararası finansal sermayeye oldukça yüksek getiri olanakları sunarak bir yandan da kamu varlıklarını hızlı bir şekilde özelleştirerek Türkiye’ye yüksek oranda dış yatırım çekmekte başarılı oldu. Bu dönemde dünya ekonomisindeki likidite bolluğu da işlerini kolaylaştırdı. Bu sayede döviz kuru uzunca bir dönem fazla artmadı, enflasyon düştü ve ekonomi hızlı bir biçimde büyüdü.
Fakat döviz kurundaki artışın enflasyonun altında kalması Türk lirasının diğer para birimlerine karşı reel olarak değerlenmesine, başka bir deyişle, birçok ithal ürünün ve üretim için gerekli girdinin TL cinsinden ucuzlamasına yol açtı. İthalatın artması dış ticaret açığını artırdı; artan dış ticaret açığı daha fazla döviz ihtiyacına yol açtı.
Dış sermaye girişleri sürdükçe bu döviz ihtiyacı karşılanıyor ancak bu da Türkiye ekonomisinin dış dünyaya karşı yükümlülüklerinin artmasına yol açıyordu. Bankaların ve şirketlerin dış borçlarının hızla artması bunun göstergelerinden birisiydi. Dolayısıyla dış sermayeye yapılan faiz ve kâr payı ödemeleri artmaya başladı.
Nihayetinde Türkiye ekonomisi giderek daha fazla dövize ihtiyacı olan, döviz girişlerinin yetersiz kalması durumunda kırılganlığı artan bir ekonomi haline geldi. 2015’ten itibaren dünya ekonomisinde likiditenin daralması ve Türkiye ekonomisinin kırılganlığının artması, döviz girişleri üzerinde olumsuz etkide bulundu, ekonomik istikrarsızlık artmaya başladı.
İlk büyük şok “2018 Döviz Krizi” ile ortaya çıktı. ABD’yle yaşanan Rahip Brunson geriliminin tetiklemesiyle TL hızlı bir biçimde değer kaybetti, ekonomi bir resesyona girdi. Bunu takip eden dönem, Erdoğan’ın bir yandan ekonomik büyümeyi sürdürmeye çalıştığı bir yandan da döviz açığı sorununa karşı farklı yöntemleri denediği bir dönem oldu. Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin arka kapıdan satışı, yabancılara konut almak için döviz getirmeleri karşılığında vatandaşlık verilmesi, ülkenin uluslararası mafyanın önemli üslerinden birisi haline gelmesi bu bağlam içerisinde okunabilir.
Tüm bunlar yapılırken zaman zaman ekonomi yönetimi değiştirildi, faizler bir artırıldı bir indirildi. Uluslararası finansal sermayenin hoşuna gidecek yüksek faiz politikasını takip eden Lütfi Elvan’ın 2020’de ekonominin başına getirilmesi ile sert bir ödemeler dengesi krizi tehlikesi savuşturulmaya çalışıldı. Ancak, dış sermayenin istediği yüksek faiz politikası bir yandan oldukça yüksek borçluluk oranlarına sahip yurtiçi sermayeyi zora sokuyor bir yandan da ekonomik büyümeyi yavaşlatıyordu. 2018 krizi sonrası 2019’un başlarında yaşanan ekonomik küçülme ile aynı yıl yapılan yerel seçimlerde muhalefetin kazanmış olması arasında belki de bir nedensellik gören Erdoğan, 2021’de ekonomi yönetimini değiştirerek her ne pahasına olursa olsun büyüme yolunu tercih etti. 2023 seçimlerine kadar da bu tercihin arkasında durdu.
Düşük faizler üzerine kurulu bu tercih, Türkiye ekonomisinin döviz açığı sorununu ağırlaştırıyor ve bir ödemeler dengesi krizi riskini giderek artırıyordu. Buna karşı bir yandan KKM gibi icatlara başvurulurken bir yandan da hem Hazine hem de Merkez Bankası çeşitli yöntemlerle yurtdışından borçlanıp ülkeye döviz getirmeye girişti. Merkez Bankası çeşitli ülkelerden ve bankalardan “swap”var yoluyla borçlanarak piyasaya döviz sürmeye, kuru kontrol altında tutmaya çalıştı ve kısmen başarılı oldu. Ancak bu başarının maliyeti yüksekti. Ödünç rezervlerle kur istikrarını sağlamaya çalışan Merkez Bankası’nın rezervleri eksi 60 milyar dolara kadar düştü. Uluslararası piyasalarda Türkiye giderek daha riskli bir ülke olarak görülmeye başlandı, bankaların ve şirketlerin yurtdışından borçlanması giderek daha pahalı hale geldi.
Yabancılara konut satışı karşılığı vatandaşlık kampanyalarına hız verildi, yurtdışında yaşayan vatandaşların paralarını Türkiye’ye getirmeleri için “yuvam hesabı” tarzı kampanyalar başlatıldı, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin doğurduğu uluslararası ambargolar fırsat bilinerek Rus oligarklarının paralarını Türkiye’ye getirebilmesinin önü açıldı…
Tüm bunlar ve daha fazlası sayesinde 2021’den 2023’e kadar döviz açığı idare edilebilmiş olsa da 2023 seçimleri arifesinde Türkiye ekonomisi artık sert bir ödemeler dengesi krizinin eşiğindeydi. Daha seçimler olmadan hem Erdoğan hem de muhalefet seçimler sonrasında şimdi Şimşek’in uyguladığı “program”ı uygulayacaklarının garantisini uluslararası finansal sermayeye vermeye başlamışlardı bile.
Nebati “Programı” ve Emeğe Büyük Saldırı
2021’de Hazine ve Maliye Bakanı olarak göreve getirilen Nureddin Nebati, bir yandan döviz açığını idare ederken bir yandan da düşük faizlerle ekonomik büyümeyi sağlama misyonunu üstlenmişti. Nebati’nin “Türkiye Modeli” adı altında uygulamaya soktuğu politikaların ana hedefi ekonomik büyümeyi sürdürürken bir bütün olarak sermayenin kârlılığını artırmak olarak öne çıktı. Bu da emeğe karşı topyekûn bir saldırı anlamına geliyordu.
2021 sonbaharında faizleri aşağı çekerken kurun yükselmesine izin verilen bu programla tetiklenen yüksek enflasyon, çalışanların reel ücretlerini düşürmekle kalmadı, aynı zamanda, onların kıdem tazminatı ve emekli aylıkları gibi birikmiş kazanımlarını da eritti. Çalışanların genel olarak örgütsüz, güçsüz ve dağınık olmaları fırsat bilindi ve TÜİK’in manipüle ettiği enflasyon oranları baz alınarak büyük çoğunluğun ücret artışları enflasyonun altında tutuldu. Bu esnada ürettikleri mal ve hizmetlerin fiyatını dilediği gibi yükseltebilen şirketler kâr marjlarını artırdı, kârlılık rekorları kırdı. Enflasyonun oldukça altında kalan faiz oranları ile de şirketlere bir yandan eski borçlarını eritme bir yandan da negatif reel faizle yeniden borçlanma ve bu yolla bilançolarını temizleme, iyileştirme imkânı sunuldu. Şirketlere ek olarak negatif reel faizlere erişimi olan varlıklı kesim, özellikle konut, arsa ve otomobil piyasalarında yüksek spekülatif gelir elde edip varlıklarını artırdı. Küçük tasarruf sahiplerinin tasarrufları, enflasyon ve kur manipülasyonu ile eritilip servet transferi sağlandı. Bu süreçte varlıklı kesimler varlıklarının bir kısmını yurt dışına ve vergi cennetlerine taşımaya devam etti.
Dolayısıyla Nebati’nin “programı” sadece Erdoğan’ın değil bir bütün olarak sermayenin programıydı. Bu politikalar o dönemde ya “irrasyonel” olarak nitelendirildi ve Nebati’nin karakteri ile dalga geçildi ya da Erdoğan’ın faiz karşıtı retoriğinin bir sonucu olarak görüldü. Halbuki, Nebati’nin kendisi izlenen politikanın ne olduğu, neyi amaçladığı hakkında oldukça netti ve şöyle diyordu: “Enflasyonla büyümeyi tercih ettik. Yoksa enflasyonu düşürmek için çok sert tedbirler alabilirdik. Bu sistemden dar gelirliler hariç, üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor.”
Emeğe karşı yapılan bu açık saldırı sırasında “rasyonel/irrasyonel” politika tartışmalarıyla zihinler bulandırıldı. Muhalefet ise seçimleri kazanıp kötü gidişatı tersine çevireceği vaadiyle geniş kitlelere evlerinde oturup sabırla beklemelerini söyledi, emeğe karşı bu sert saldırıya karşı protesto gösterisi bile düzenlememeye davet etti. Başka bir deyişle muhalefet, geniş kitlelerin pasifize edilmesinde etkin bir rol oynadı. İşin daha kötü yanı ise, muhalefetin iktidara gelirse uygulamayı vaat ettiği politika çerçevesi bugün Şimşek’in uyguladıklarından çok da farklı değildi.
Bu koşullar altında Mayıs 2023 seçimlerine gidilirken sosyal yardımlar ve asgari ücrette yapılan (ve kısa sürede enflasyona yenilecek olan) artışlar iktidarın bir lütfuymuş gibi kullanıldı. Kısacası “liyakat yoksunu” yönetici ve bürokratların uyguladığı “irrasyonel” bir program değil, Türkiye kapitalizminin içinde debelendiği yapısal sorun ve kriz eğilimlerinden yükü geniş emekçi kesimlere yıkarak çıkmayı deneyen açık bir sermaye programı devreye sokulmuştu.
Şimşek “Programı”
Ne var ki sermayenin bu programı, Türkiye ekonomisinin yapısal sorunu olan döviz açığı sebebiyle çok uzun bir süre devam ettirilemeyecek bir programdı. Düşük faizle desteklenen ekonomik büyüme, üretimin ithalata bağımlı yapısı nedeniyle dış ticaret açığına yol açmaya devam ediyor, ihracattaki artış bu açığı kapamaya yetmiyordu. Buna ek olarak bankaların ve şirketlerin dış borç yükü, uluslararası finansal sermayeye düzenli faiz ve kâr payı ödemeleri gerektiriyor, bu da döviz ihtiyacının devamına katkı sunuyordu. Dolayısıyla bu programı sürdürebilmek için devreye sınırlı da olsa bazı sermaye kontrolleri ile bankacılık ve döviz düzenlemeleri sokuldu. “Dost” ülkelerden Merkez Bankası’nın ödünç aldığı döviz rezervler, yabancılara vatandaşlık satışları ve ülkenin uluslararası mafya cenneti olmasına göz yumulması ile bu döviz açığı geçici olarak kontrol altında tutulmaya çalışıldı.
Mayıs 2023 seçimleri sonrasında ise “rasyonel” politikalara dönüş adı altında sermayenin ikinci programı devreye sokuldu: Yüksek faizler, geniş kesimler üzerindeki vergi yükünün artırılması, sermayeye çeşitli teşvikler ve kamuda tasarruf söylemiyle sosyal harcamaların azaltılmasından müteşekkil bir “kemer sıkma” programı. Döviz açığını kapatmak üzere yurtdışından para çekmek için uluslararası finansal sermayeye faiz artışları yoluyla yüksek getiri vaat edilirken bir yandan da onlar için “güvenilir” isimler ülkeye para çekmek için kapı kapı dolaşmaya başladı.
Esasında “rasyonalite”ye değil Türkiye kapitalizminin sınırlarına dönülmüş durumdaydı. Ancak bu programın da temel bir yapısal çelişkisi var: Hedeflendiği gibi dış sermaye girişleri sağlanabilirse Türk lirasının değer kaybı yavaşlatılabilecek, bu da enflasyonun düşmesine katkı sunacaktır. Ancak bu sefer de özellikle verimliliği düşük ihracatçı şirketler zarar görürken ithalat artacak ve kronik döviz açığı sorunu devam edecektir. Bu döviz açığı kısa vadede dış sermaye girişleriyle karşılansa bile orta vadede uluslararası finansal sermayeye yapılacak faiz ve kâr payı ödemelerini artırıp yeni yapısal sorun ve kırılganlıkların oluşmasına yol açacaktır.
Şimşek “Programı” ve Emek
Tüm bunlar yapılırken programın önemli bir hedefi de çalışanların yaşadığı reel ücret kaybının telafi edilmemesini sağlamak olarak karşımıza çıkıyor. Yani birinci programın emeğe karşı kazanımlarının korunması. Nitekim programın yürütücüleri, ücret artışlarının enflasyona yol açtığı iddiasıyla bu artışların geçmiş enflasyona göre değil beklenen enflasyona göre yapılması gerektiğini savunmaktan geri durmuyor. Bunun anlamı, çalışanların son senelerde yaşadıkları reel ücret kayıplarının kalıcılaştırılması olacaktır. Ek olarak elde kalan kamu varlıklarının, yer altı ve yer üstü zenginliklerin yerli ve uluslararası sermayeye satılması gündemdedir. Zaten halihazırda kamunun doğru düzgün sağlamadığı eğitim ve sağlık hizmetlerinin daha da aşınması, daha fazla piyasaya bırakılması söz konusu olacaktır.
Bu tür programlar, aynı zamanda işsizliği artırıcı programlardır ve bazı görece küçük ve fazla kârlı olmayan işletmelerin finansman yükünün artmasından ötürü tasfiyesini de içerebilir. Halihazırda zaten oldukça yüksek seyreden işsizlik oranlarının artması çalışanların ücret artışı taleplerini baskılamakta işverenler için oldukça kullanışlı olacaktır. İşsizlikteki artış, çalışanların zaten hemen hemen hiç olmayan pazarlık güçlerini iyice eritecek ve belki bugüne dek alabildikleri kadar dahi enflasyon zammı alamayacak hale getirecek. Böylelikle sermayenin emeğe karşı geçtiğimiz birkaç senedeki kazanımları korunmuş olacak!
Şimşek “programı”ndan sermayenin genel olarak beklentisi de bu yönde. Bu bağlamda sermaye temsilcileri açıkça 2024 içerisinde ikinci bir asgari ücret artışı olmaması gerektiği yolunda görüş beyan ediyorlar. Nebati programı, faizleri aşağı çekip kurun yükselmesine izin vererek tetiklediği yüksek enflasyonla hem ücretleri hem de kıdem tazminatı ve emekli aylıkları gibi kazanımları reel olarak eritmekte oldukça başarılı olmuştu. Şimşek ise çeşitli açıklamalarında enflasyonu düşürmek için ücret artışlarını kısıtlamak gerektiğini iddia ediyor. Halbuki herkesin gayet açık bir biçimde bildiği, farkında olduğu gibi ücret artışları enflasyondan önce gelmiyor; yüksek enflasyonda kayba uğrayan ücretler senede bir ya da en fazla iki defa geçmiş enflasyona göre yükseltiliyor. TÜİK’in şaibeli enflasyon istatistikleri de reel ücretlerin düşürülmesine önemli katkı sağlıyor. Genel olarak şirketler kesimi ise her ücret artışı zamanı, ücretler arttı o yüzden biz de ürünlerimizin fiyatını artırmak zorundayız bahanesine başvuruyor.
Mesele sadece ücretleri düşük tutmaktan ibaret de olmayacak. Kıdem tazminatı, emeklilik aylığı gibi kazanımlar zaten son dönemde enflasyon aracılığıyla eritilmişti. Buna devam edileceği görünüyor. Kamuda tasarrufun faturasının yine kamu harcamalarından eğitim, sağlık, sosyal yardımlar yoluyla pay alan düşük gelirli kesime çıkarılması bu tür istikrar programlarının zaten olmazsa olmazı.
Buna ek olarak yine “yapısal reform” adı altında “verimliliği ve rekabet gücünü artırmak” bahanesiyle iş güvencesinin ve güvenliğinin daha da aşındırılmasını bekleyebiliriz. Şimşek bunu, yerel seçimler sonrası “verimliliği ve rekabet gücünü artıracak reformlar” uygulamak için uzun bir dönemleri olduğu yönündeki ifadeleriyle açıkça ortaya koyuyor. Yine sermaye temsilcilerinin sık sık tekrarladıkları “esnek çalışma” talebi de bununla ilgilidir. Şimşek programının saldırısının sadece emeği hedefe koymayacağı, doğanın, yer altı ve yer üstü zenginliklerinin haraç mezat satılmasının da bu programın asli bir unsuru olacağını hatırda tutmakta fayda var. Resmi Gazete bunun örnekleriyle dolup taşıyor.
“Kamuda Tasarruf” Yalanı ve Ardında Yatanlar
Bu bağlamda faiz artışları ve ücretlerin baskılanması gibi kamu harcamalarının azaltılması da yüksek enflasyon oranlarının aşağı çekilmesi için gerekli bir adım olarak sunuluyor. Ancak kamu harcamalarında yapılacak bu tasarrufun enflasyonu hangi kanaldan ve ne kadar düşürmesinin beklendiğine dair somut bir plan ya da açıklama tabii ki sunulmadı. Kamu harcamalarını azaltmanın ekonomideki toplam talebi düşürerek fiyat artışlarını yavaşlatacağı varsayılıyor olsa da işsizliğin yüksek olduğu ve şirketlerin üretim kapasitelerinin tamamını kullanmadığı koşullarda “aşırı talep” kaynaklı bir enflasyondan söz etmek mümkün değildir. İthal girdi ve özellikle de ithal enerji kullanımının yüksek olduğu bir ekonomide döviz kurlarının hızla artmasıyla tetiklenen ve yüksek kâr marjlarının sürüklediği bir enflasyondan söz ediyorsak bu basit ilişkinin çalışmayacağı açıktır. Hele ki enflasyon beklentileri kalıcılaşmış, gelir ve varlık eşitsizlikleri artmışken.
En azından kamu harcamalarının ithalat yaratan kısmı azaltılıyor olsaydı Türkiye ekonomisi için döviz açığını azaltacağı için dolaylı olarak enflasyon üzerinde negatif etkide bulunabileceğini söyleyebilirdik. Ancak bu olmadığı gibi kamunun döviz -ve altın- cinsinden iç ve dış borçlanmasına dair bile herhangi bir unsur görünmüyor tasarruf paketinde.
Kamunun topladığı vergiler ve yaptığı harcamalar, en basit ifadesiyle, ekonomide üretilen toplam değerin bir kısmını yeniden dağıtma işlevine sahiptir. Bu anlamda da hem vergilerin kimden ve ne kadar toplandığı hem de harcamaların hangi alanlara yapıldığı bir toplumun önceliklerini ve o toplumdaki güç dengelerini doğrudan yansıtır. Dolayısıyla vergilendirme ve harcama kalemlerinde yapılan her değişiklik, öncelikle yeniden bölüşüm ilişkilerine yapılan bir müdahaledir. Ancak, müdahale genellikle sadece yeniden bölüşüm ilişkileriyle kalmaz, doğrudan üretim ve bölüşüm ilişkilerini de etkileyecek ve değiştirecek unsurlar içerebilir.
Kamu harcamalarının kısılması, eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerinin birçoğunun özel sektöre devredilmesi ve kamu varlıklarının özelleştirilmesi, 1980’lerden bu yana IMF ve Dünya Bankası programlarının asli bir unsuru olarak karşımıza çıkıyor. Şimşek’in açıkladığı kamuda tasarruf programının da bu bağlamda iki ana amacı olduğu söylenebilir:
Bunlardan birincisi, dış sermayeye daha fazla kaynak ayırmak olarak öne çıkıyor. İçerideki talebi azaltacak her adım dış sermayeye yapılacak ödemeler için ayrılabilecek kısmı yükseltmeye yaramaktadır. Çalışanların ve emeklilerin reel gelirlerini düşürmek, onlara yönelik kamu harcamalarını kısmak, onlardan daha fazla vergi almak ve onların borçlanmasını zorlaştırıp daha pahalı hale getirmek bu kesimin elindeki harcanabilir geliri düşürmek suretiyle milli gelirden bu kesime ayrılan payın düşük tutulması, dış sermayeye yapılacak ödemeler için ayrılan kısmı artırır. Kemer sıkma politikalarını uluslararası finans için önemli kılan nedenlerin başında bu gelir. Dış sermayeye, bize döviz getirirseniz size yüksek faiz ve kâr payı ödemesi yapacağız ve bu ödemeleri yapabilmek için de kendi çalışanlarımızın boğazından kısacağız mesajı verilir.
İkincisi ise krizi fırsata çevirmek çabası olarak görülebilir. Çalışanların örgütsüz, güçsüz ve dağınık olduğu koşullarda “kamuda tasarruf” ya da “kemer sıkma” politikalarıyla sermayenin çıkarına adımların önü açılır. Ücretleri ve emekli aylıklarını düşürmek, esnek ve güvencesiz çalışmayı yaymak, kamunun sağlaması gereken temel hizmetleri giderek daha fazla özel sektöre devretmek, sosyal yardımları ve kamu hizmetlerini azaltarak çalışanları daha düşük ücretlerde çalışmaya mecbur etmek, kamuya ait varlıkları ucuza özel sektöre devretmek “kamuda tasarruf” paketinin ilerleyen dönemdeki versiyonlarından bekleyebileceğimiz gelişmelerdir. Bu haliyle de Şimşek ve “programı”nın sermayenin tüm kesimlerinin desteğini alması şaşırtıcı değildir.
Aslına bakarsanız, göreve geldikten neredeyse bir sene sonra “kamuda tasarruf” paketini açıklayan Şimşek’in çalışmaya yeni başladığını söyleyebiliriz. Ücretlerin bastırılması, emeklilerin açlığa mahkum edilmesi, kamu çalışanlarının servislerinin, lojmanlarının ellerinden alınması gibi adımların hiçbiri enflasyonu tek haneli rakamlara indirecek adımlar değil.
Enflasyon, TL’nin reel değerlenmesi ve baz etkisiyle biraz inmeye başladığında “program”ın çalıştığı öne sürülecek ve enflasyonu daha fazla indirip ekonomiyi istikrara kavuşturmak için geniş kitlelerden daha fazla fedakarlık istenmekle de kalınmayacak kamunun elinde kalan varlıklar, araziler vs. yerli ve uluslararası sermayeye ucuza devredilecek. Nihayetinde Şimşek ve ekibinin bu konuda 2000’lerden oldukça fazla deneyimi var. Örneğin, bu paketteki “değerli lojman ve sosyal tesisler”in sermayeye satılması maddesi bunun ilk adımı olarak görülebilir. Benzer şekilde, Varlık Fonu adı altında tamamen denetim dışına çıkarılmış kamu varlıklarının akıbetinin ne olacağını da önümüzdeki dönem bize gösterecek.
Esas amaç gerçekten kamuda tasarruf olsaydı tasarruf edilebilecek yerler belliydi: İktidarın sınırsız ve denetimsiz harcamaları; şirketlerden toplanmayan, affedilen vergiler; şirketlere tanınan çeşitli muafiyetler ve verilen teşvikler; bütçede artan faiz ödemeleri; kamu-özel iş birliği adı altında sermayenin belli kesimlerine aktarılan kaynaklar; askeri maceralar için harcanan paralar, iktidar sahiplerinin çoklu maaşları, astronomik huzur hakları…
Önümüzdeki Dönemde Bizi Bekleyenler
Özetlemek gerekirse, Şimşek “programı”nın iki hedefi, Türkiye ekonomisinin kronik döviz açığı sorununu bir süreliğine de olsa gidermek ve Nebati programının emeğe saldırısının sonuçlarını kalıcılaştırıp daha öteye götürmek olarak belirlenmiş durumda. Şimşek “programı”nın esas sorun olan ve döviz ihtiyacının en önemli kısmını oluşturan dış ticaret açığını kalıcı bir biçimde azaltmaya yönelik herhangi bir planı yok. Yüksek faizler ve belli harcamaların kısılmasıyla ekonomiyi yavaşlatıp kısa vadede dış ticaret açığını azaltmayı hedefliyor ama uzun vadeli herhangi bir plan ya da program ortada yok. Orta Vadeli Program ise, programdan çok bir çeşit dilek ve temenniler listesine benziyor. Şimşek “programı” son birkaç aydaki başarısını sürdürüp daha fazla dış sermaye çekmeye devam ederse önümüzdeki aylarda ve yıllarda dış sermayeye yapılan ödemeleri artırıp yeni döviz ihtiyacına yol açacaktır.
İktidarın ve sermayenin tercihi, içeride sermayenin yüksek kârlılığını devam ettirip zengin ve varlıklı kesimlere servet aktarmak. Uluslararası iş bölümüne güvencesiz göçmen emeğiyle desteklenmiş ucuz emek üzerinden eklemlenen ve uluslararası finansal sermayeye ayrıcalıklar tanıyan bir ekonomik sistemle karşı karşıyayız. Başka bir deyişle, karşı karşıya bulunduğumuz program, nihayetinde, ülke kaynaklarının bir avuç finansal spekülatöre aktarılması ve ülkenin ücretli çalışanlar ve emekliler için bir cehenneme çevrilmesi programıdır.
Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarının bedelini emeğe ödeten bu programlara alternatif olarak yapısal sorunları çözmeye yönelik, emekten yana, eşitlikçi ekonomi politikaları kolaylıkla tasarlanabilir ve uygulanabilir. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için bu politikaları talep eden, destekleyen bir toplumsal ve siyasal gücün varlığı gereklidir. Yani mesele “rasyonalite” yahut “liyakat” değil politik güç meselesidir.
Emeğe yönelik süregiden kapsamlı saldırı, maalesef, ana muhalefet partisi tarafından “rasyonel” politikalar olarak sahiplenilmekte. Ücretlerin baskılanmaya devam ettiği, işsizliğin arttığı, tüm yer altı ve yer üstü zenginliklerinin sermayenin sınırsız kullanımına sunulduğu bu programların devam ettirilebilmesi siyasi yumuşama adı altında emek üzerindeki baskı ve otoriterleşmenin artırılmasını gerektirecektir. 1 Mayıs’ta ve sonrasında yaşananlar da bunun bir göstergesidir. Nitekim iktidarın her iki ortağı da oldukça açık bir biçimde bunun işaretlerini sergiliyor. Çalışanların güçlü bir örgütlenme ve mücadele sergileyemediği şartlarda, hele ki iktidarın uzun süreli seçimsiz ve dolayısıyla azıcık da olsa telafi mekanizmalarını kullanmaya ihtiyaç duymayacağı bir döneme girdiğimizi akılda tutmamız lazım.
Sendikalılaşma oranının zaten oldukça düşük olduğu bir ortamda, sendikaların büyük çoğunluğu da iktidarın bir uzantısı haline gelmiş durumda. Daha solda yer alan sendikalar ise bir direniş hattı örmeyi gündemlerine almanın çok uzağındalar. Sosyalist soldaki müzminleşmiş bölünmüşlük ve birbirleriyle yarışma durumu da bu hattın örülmesinin önünde bir engel.
Ücretlerin baskılanmaya devam ettiği, işsizliğin arttığı, tüm yer altı ve yer üstü zenginliklerinin yerli ve uluslararası sermayenin sınırsız kullanımına sunulduğu, buna karşın çalışanların güçlü bir örgütlenme ve mücadele sergileyemediği şartlarda geniş kesimlerin durumu kötüleşmeye devam edecek, boş bırakılan siyasi alan göçmen karşıtı retorikle aşırı sağ unsurlar tarafından doldurulacak, iktidar ve sermayenin sınır tanımaz saldırısı ağırlaşacaktır.
Şapkayı önümüze koymanın ve “ne yapmalı”yı düşünmenin vakti geldi de geçiyor bile.