Otoriter Neoliberalizmin Sosyal Politika Aracı olarak “Güçlü Aile”

Deniz Ay1 Ekim 2024

“Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır.” (Margaret Thatcher, 1987)

“Biz aileyi toplumun nüvesi, kilit taşı, mayası olarak gören bir medeniyetin mensuplarıyız.” 

(Tayyip Erdoğan, 2019)

Aile Değerleri adı altında topluma dayatılan neoliberal kapitalist ve kültürel muhafazakar politik eğilimlerin örgütlü ittifakının küresel ölçekte ciddi bir karşılığı var. Bu bağlamda, AKP-MHP iktidarının dilinden düşürmediği “küresel cinsiyetsizleştirme projesi” iddiası da LGBTİ+ düşmanlığının ötesinde; “patriyarkanın kapitalizme sunduğu tarihi imkan”[1] olarak karşılıksız yeniden üretim emeğinin dayandığı toplumsal cinsiyet hiyerarşisine canla başla sarılan otoriter neoliberalizmin krizden çıkış taktiği olarak değerlendirilmeli. Türkiye kapitalizminde Aile üzerine kurulan ideolojik ve politik müdahalelerin bütünlüklü bir değerlendirmesi, aileci politikaların çelişkilerini; hem patriyarkal kapitalizmin bu içsel çelişkileri idare edebilmek için başvuracağı zor araçlarını hem de bu dayatmaya karşı mücadele hattını birlikte düşünmenin imkanını sağlıyor.

Neoliberal Kapitalizm ve “Aile Değerleri” Üzerine Kavramsal Bir Açıklama

Neoliberal kapitalizm olarak tanımlanan süreçte, refah devleti kurumlarının tasfiyesi aracılığıyla devlet piyasa aktörlerine daha fazla alan açarak sermayeye artan imtiyazlar tanır. Bu sürecin en somut göstergeleri, çalışanların güvencesizleştirilmesi, örgütlenme imkanlarının fiilen ya da hukuken askıya alınması ve emeğin üretilen artı değerden aldığı payın sistematik olarak baskılanması olarak özetlenebilir. Bu dönüşüm aynı zamanda, emeğin yeniden üretimi için gerekli temel altyapı yatırımlarından devletin kamu yatırımlarını geri çekmesine, işverenlerin de çalışanların ücret ilişkisi dışındaki sosyal haklarını işgücü maliyetini düşürmek için kademeli olarak kısıtlamasına da sahne olur. Toplumsal yeniden üretimin “çifte özelleştirilmesi” olarak tanımlanan bu süreçte, devletin ve işverenin bıraktığı toplumsal yeniden üretim boşluğu bilinçli politika tercihleri sonucunda piyasalaşma ile özel sektörden satın alınabilecek bir hizmetle ve özel alan olan hane içindeki ücretsiz/düşük ücretli, cinsiyetlendirilmiş ve enformel yeniden üretim ilişkileri ile dolduruldu.

Aile, bu bağlamda, çifte özelleştirme sürecinin devamlılığını sağlayabilmek ve yeniden üretimin maliyetlerininin kamusallaştırılması talebinin alternatifi olabilecek kilit kurum oldu. Hem neoliberal devletin kamu politikası, hem de sermayenin kârlılığının teminatı olarak ortaklaştıkları “Aile Değerleri” söylemi de bu döngünün teminatı olarak öne çıkarıldı.

Neoliberal kapitalizmin kültürel muhafazakarlıkla “aile değerleri” söyleminde birbirlerine sıkı sıkıya bağlı bir koalisyon içinde olması da bir tesadüf değil. İdeolojik temelinde neoliberal kapitalizm, atomize olmuş, rasyonel ve özgür bireyi öne çıkarsa da, pratikte ve ürettiği politikalarda dayandığı temel toplumsal özne kapalı kutu bir aile veya hane halkıdır. Piyasanın kontrolsüz koşulları, cinsellik ve toplumsal cinsiyet hiyerarşilerini yaratmaya yapısal bir ihtiyaç duyar. Heteroseksüel çekirdek aileyi ayakta tutacak dayanışma, sevgi ve aşk formları kutsallaştırılıp yeniden aktive edilirken; bunun dışında kalan dayanışma formları, aşk ve sevgi patolojik bir durum olarak düşmanlaştırılır.

Tasfiye edilen yirminci yüzyıl refah devleti yerine geçirilen aile, yalnızca ücretsiz emek sömürüsü ve istismarından ibaret değil; kısılan kamu harcamalarıyla birlikte borçluluk sorumluluğunun da devletten haneye aktarılmasının aracıdır. Ücretlerin baskılandığı ve yeniden üretimin hane dışındaki maliyetlerinin arttığı bu koşullarda, emeğin kendini yeniden üretebilmesinin geriye kalan tek yolu hane halkı borçlanmasının sistematik olarak teşvik edilerek artması oldu. Bir anlamda, neoliberal devlet toplumsal yeniden üretimin altyapısını sağlayacak yatırım için gereken kaynağı emekçilere hizmet veya gelir olarak yansıtmak yerine, bu sorumluluğu özellikle çekirdek ailenin üzerine yüklemiş oldu. Kamu borcunu hane halkı borcuyla ikame etmeye tekabül eden bu toplumsal yeniden üretim rejiminde, borçlanabildiği kadar kendini yeniden üretebilen “hane halkı,” yalnızca bakım koşullarının sağlanabilmesinin değil, servet transferinin de temel mekanizması haline geldi.

Türkiye’nin Neoliberal Dönüşümünde Aile’nin Yeniden Tasarlanması

Türkiye kapitalizmi için en kritik dönemeçlerin başında şüphesiz 12 Eylül askeri darbesinin kolaylaştırıcılığında gerçekleşen neoliberalleşme süreci geliyor. Türkiye kapitalizminin ideolojik çelişkileri ve ideolojik alana yapılan müdahaleler konusu kapsamında “aile” ve aileci politikaların rol ve işlevini anlamak için çok yüzeysel dahi olsa, darbe sonrasında aile üzerinden geliştirilen politikaların içeriğine değinmek gerekir. Bu süreçte atılan adımlar nüfus ve aile politikalarının Türkiye’deki ilk kesişimlerine denk geliyor.

1960’lardaki planlı kalkınma döneminde nüfus artış hızının düşürülmesi temel hedefiyle Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı bünyesinde “nüfus planlaması” olarak yürütülen kamu politikası, askeri darbe sonrasında yerini “aile planlaması” kavramına bırakıyor. 1982 Anayasasında aile planlaması kavramı ilk defa kullanılarak “özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak” devletin sorumluluğu olarak tanımlandı. Bizzat Kenan Evren tarafından Mart 1986’da başlatılan “Türkiye Çocukları Yaşatma ve Aile Planlaması Kampanyası”[2] da temelde, uluslararası kalkınma kriterleri arasında önemli bir gelişmişlik göstergesi olarak kabul edilen anne ve bebek ölümlerinin azaltılması için atılmış bir kamu politikası adımı olarak 2000’lerin başına kadar etkili oldu.

AKP hükümetleri döneminde aileci politikaların ilk somut adımları dönemin başbakanı Erdoğan tarafından “en az üç çocuk” söylemiyle atıldı. Bu dönüşüm, nüfus artış hızının düşmesi ve nüfusta 65 yaş üzerindekilerin oranının artmaya başlamasının küresel düzeyde de bir politika meselesi olarak sorunsallaştırılmasıyla örtüşüyor. Türkiye kapitalizminin neoliberal dönüşümünde nüfus planlamasının odağına alınan Aile’nin, bir politika aracı olarak işlevselleştirilmeye tutarlı bir şekilde devam edildiğini görebiliyoruz. Ancak 2001 krizi sonrasında daraltılan kamu sektörü ve özelleştirme hamleleriyle de uyumlu olarak Aile, yeniden üretimin özelleştirilmesini kolaylaştıracak şekilde yeniden inşa edilmeye başlandı. Yine bu dönemde, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı yerine, daha sonra adı Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı olacak olan, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kuruldu.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın Mayıs 2024’te açıkladığı “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı”[3] tüm sosyal politikaların merkezine aileyi koyduklarını söylüyor. Bu planın parçası olarak hükümet, doğum izni süresini uzatmayı da kapsayan özellikle maddi desteklerle çocuk doğurmayı teşvik edecek bazı adımlar atmanın hazırlığında. Kamu çalışanları için esnek çalışma saatleri, yarı zamanlı çalışma modelleri üzerine bakanlıklar arası ortak bir çalışma yürütüldüğü de açıklandı. Bunların hepsi kadınlar, yani anne adayları için. Heteroseksüel çekirdek ailenin olmazsa olmazı erkekler, konu Aile politikalarına gelince görünmez oluyor. Çünkü “güçlü aile”, kadının biyolojik ve toplumsal yeniden üretim emeğinin üzerine kuruluyor. Hazırlanan politika öncelikleri çerçevesinde erkekler için doğum izni, baba adayları için esnek çalışma modellerine dair bir iz yok; yeniden üretim emeğini kadın emeğine eşitleme çabasının kararlılıkla devam ettiği görülüyor. Dolayısıyla, ailenin güçlendirilmesi için ilk hedef, çalışan kadınların biyolojik yeniden üretime yani doğum ve çocuk bakımına ayırabilecekleri zamanı arttırmanın yolunu mümkün mertebe hane gelirini düşürmeden bulmak olarak görünüyor.

Aile’nin sosyal politikanın merkezine oturtulması, Erdoğan’ın “aile toplumun kilit taşıdır” sözlerinin reel karşılığının neye tekabül ettiği konusuna da ışık tutuyor. Bu yaklaşımın kamu politikasındaki karşılığı eğitim, barınma, bakım ve sağlık hizmetleri başta olmak üzere, toplumsal yeniden üretimin temel süreçlerinin ailenin sorumluluk sahasına itilmesi oldu. Merkezinde aile olan bir sosyal politika anlayışı, hane gelir seviyesinin ve servetinin bir sonraki kuşak işgücünün hangi koşullarda üretileceğinin temel belirleyenleri olmasının yolunu açıyor. Toplumsal yeniden üretimin temel süreçlerinin AKP hükümetlerince tutarlı ve kararlı bir şekilde piyasalaştırılması sonucunda, eğitim, barınma ve sağlık hizmetlerinin en yüksek enflasyonun gerçekleştiği kalemler haline gelmesi arasında da güçlü bir bağ olduğunu söylemek mümkün.

Patriyarkal Kapitalist İttifakın Mevziisi “Güçlü Aile” ve AKP’nin Aileci Politikaları

AKP hükümetlerinin “en az üç çocuk” telkiniyle başlayan aileci politikalarının zaman içinde ne kadar sistemli bir şekilde kök saldığı üzerine düşünmek bu politikaların ideolojik zeminini oluşturan ittifakların bütünlüğünü kavrama imkânı sağlıyor. Aileci politikaların ideolojik zeminini güçlendirmek için hem ülke içinde sivil toplumun örgütlenme araçlarını hem de uluslararası düzeyde yeni müttefik arayışları için aktif çaba gösteren bir politik kararlılık olduğunu görüyoruz.

Sosyal politikanın merkezine oturtulmak istenen Aile’nin savunulması için açılan politik mevziinin ülke içindeki karşılığı “Büyük Aile Platformu” (BAP) adıyla kurulmuş bir çeşit lobicilik faaliyeti. Kuruluş manifestosunda toplumsal cinsiyet kavramını ideolojik dayatma ve neslin varoluşuna tehdit olarak tanımlayan bu oluşum, aileyi hedef alan propagandalara karşı bir toplumsal mutabakat olduğunu iddia ediyor. BAP’ın kurucuları arasında, TÜGVA’dan MÜSİAD’a kadar bir dizi siyasal İslamcı vakıf/dernek olarak kurumsallaşmış çıkar çevreleri bulunuyor.

Büyük Aile Platformu’nun kuruluş manifestosu “insanları; kimliksiz–şahsiyetsiz–cinsiyetsiz–mülkiyetsiz–milliyetsiz–hedonist bireylere dönüştürecek ifsat projeleri” olarak ilk elden LGBTİ+ mücadelesini hedef gösterirken aslında tüm toplumsal eşitlik taleplerini hedef alıyor. Cinsiyet, mülkiyet ve milliyet kavramlarını yan yana getirerek devletin tam desteğiyle nasıl bir aile kurumu arzulandığı ve ‘aile’den neyin kastedildiğini de açıkça ortaya koyuyorlar. Hükümet ortaklarının her fırsatta “küresel cinsiyetsizleştirme projesi” diye saldırdıkları toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi de kadının biyolojik ve toplumsal yeniden üretim emeğinin aile içinde sınırsız sömürüsüne direnişle kesiştiği için patriarkal kapitalizmin düşmanı ilan ediliyor.

BAP bileşenlerinden Alperenleri, Vatan Partili kadın ve gençlik kollarını ve yükselen göçmen karşıtı ırkçı saldırılarla birlikte düşününce, milliyeti aile ile koruma iddiasıyla yükselen faşist dalganın kol kola girdiği söylenebilir. Göçmenleri demografik tehdidin parçası göstererek, yüksek doğum oranlarının arkasındaki çocuk yaşta yapılan doğumları, cinsel istismar vakalarını, en temel sağlık hizmetlerine dahi erişimi olmayan bebek ve kadınların yaşadıkları da görünmez kılınmış oluyor. BAP’ın mülkiyet vurgusuysa, özel mülkiyeti kuşaklararası transferle koruyup sermaye birikiminin devamlığı için ikili cinsiyet hiyerarşisi ve milliyetle tanımlı bir “güçlü aileye” ihtiyaç duyulduğunun somut bir örneğini sunuyor.

Güçlü Aile’yi inşa çabası küresel ölçekte de çeşitli ittifaklara vesile oluyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler 79. Genel Kurulunda yaptığı konuşmada duyurduğu üzere,[4] Türkiye artık Birleşmiş Milletler üyesi 25 ülkenin[5] kurduğu BM Ailenin Dostları Grubunun bir parçası. Ailenin Dostları Grubu misyonunu “ailenin toplumun doğal ve temel birimi olduğunun altını çizmek; ailenin devlet ve toplum tarafından korunmasının sürdürülebilir kalkınmanın da önkoşulu” olduğunu savunmak olarak duyuruyor. Bu gruba üye ülkelerin kabaca ortak özelliklerine bakınca korunması ve savunulması gerektiği iddia edilen Aile ile sürdürülebilir kalkınma tahayyülleri arasında önemli bazı ilişkileri kurmak da mümkün: Otoriter rejimlerin baskısı altındaki muhalefet; sınırlı siyasi, basın ve ifade özgürlükleri, dini ve kültürel muhafazakârlığın gündelik yaşamı domine ettiği baskı ortamı ve doğal kaynaklara bağımlı ekonomiler gibi konularda benzer deneyimlerin yaşandığı kolayca tespit edilebiliyor. Türkiye’yi bu ülkeler arasına katmak için gösterilen politik çaba, aileci politikaların ideolojik zeminini çarpıcı bir şekilde ortaya koyması açısından önemli bir aşama olarak değerlendirilmeli.

Aileci Politikaların Çelişkileri, Derinleşen Toplumsal Yeniden Üretim Krizi ve Sonrası

Bir yandan aileyi sosyal politikanın merkezine alırken bir yandan da sosyal politikanın toplumsal altyapısını tasfiye ederek emeğin kendini yeniden üretmesinin tüm süreçlerinin piyasalaştırıldığını tespit edebiliyoruz. Toplumsal yeniden üretim krizinin derinleşeceğinin güçlü bir göstergesi ise emeğin üretimden aldığı payın sistematik olarak baskılanması. Bunun bir kolu hane gelirini düşürmekse, diğer kolu da yeniden üretimin maliyetlerini arttıracak kemer sıkma ve “tasarruf tedbirleri.” Bu tabloda emeğin kendini yeniden üretebilmesinin geriye kalan tek yolu da hızla artan maliyetler karşısında hane halkının borçlanmasının olabildiğince önünü açmak. Hem işverenler hem de otoriter neoliberal devlet, emekçiyi borç kamçısı ile kontrol ve terbiye ederken ücretli emek güvencesizleştikçe aile içine sıkıştırılan ücretsiz emek de köleleşiyor.

Aileci politikalar ve güçlü aile ideolojisi hakkında eleştirel bir sorgulamaya hazır olmayanlar neoliberal kapitalizmin yıkıcılığı hakkında da en iyi ihtimalle mahcup bir tavır takınacaktır. Neoliberaller ve kültürel muhafazakârlar farklılıklarına rağmen aile bağlarının güçlendirilip cesaretlendirilmesi gerektiği konusunda hemfikir. Bunun gerekirse zorla dayatılması da serbest piyasanın ihtiyaçlarının karşılanmasında tamamlayıcı rol oynuyor. Ailenin/ hane halkı borçluluğunun toplumsal bir kontrol aracı haline getirilmesinin bir tesadüf olmadığını kavrayarak aile bağı denen toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin güçlendirilmesi de temelde hane halkının borçluluk kapasitesini arttıracak somut bir güvence.

Güçlü Aile savunusu ve LGBTİ+ düşmanlığının sık sık kesişmesi de her iki çabanın kültürel muhafazakarlıktan kaynaklı düz bir ahlakçılıktan ibaret olmadığı fikrini pekiştiriyor. Cinsiyet, milliyet ve mülkiyeti korumak adına patriarkal kapitalizmin bir arada tutmaya çabaladığı “güçlü aile” ittifakının karşısında emeği değersizleştiren mülksüzleştirme politikalarına karşı birlikte direnmenin de ötesinde, bu krizden nasıl çıkılabileceğine dair talepleri mücadele pratiğine dönüştürmek gerekiyor.

[1] Gülnur Acar Savran, 2021. Patriyarka: https://feministbellek.org/patriyarka/
[2] Selçuk Yeles, 1986. Halkla İlişkiler Açısından “Türkiye Nüfus Planlaması Kampanyası” Bir Örgütlenme ve Uygulama Modeli Önerisi, Yüksek Lisans Tezi: https://earsiv.anadolu.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/11421/8449/6624.pdf?sequence=1&isAllowed=y
[3] Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 2024. Ailenin korunması ve güçlendirilmesi Eylem Planı 2024-2028: https://www.aile.gov.tr/media/165130/ailenin-korunmasi-ve-gu-c-lendirilmesi-vizyon-belgesi-ve-eylem-plani.pdf
[4] https://www.iletisim.gov.tr/turkce/haberler/detay/cumhurbaskani-erdogan-birlesmis-milletler-misyonunu-ifa-etmekte-yetersiz-atil-bir-yapiyadonusuyor
[5] Bangladeş, Belarus, Komorlar, Mısır, Endonezya, İran, Irak, Kuveyt, Kırgızistan, Libya, Malezya, Nikaragua, Nijerya, Umman, Pakistan, Katar, Rusya Federasyonu, Suudi Arabistan, Somali, Sudan, Tacikistan, Türkmenistan, Yemen, Uganda ve Zimbabve