Mora Çalınması Gereken Bir Mevzi: Gençlik Hareketi

Öykü Varol16 Nisan 2025

Saray Rejimi altında bir kiraz çiçeğiymişçesine belli umutlarla, devinimlerle açan, ardından yalancı baharlarla solan, barınabileceği bir dört duvar bulamayan, kentlere sığamayan, binbir türlü geleceksiz ve liyakatsizlik akıntısı içinde boğulan Türkiye gençliği, 18 Mart sabahı kendi güvencesiz ve geleceksiz diplomalarını, İmamoğlu’nun hukuksuz bir biçimde diplomasının iptal edilmesiyle özdeşleştirdi adeta. 19 Mart sabahı bu öfkeyle kalkıp eylemliliklere hazırlanan gençliği, İmamoğlu’nun gözaltına alındığı haberi ise bir başka uyanma haline, akıntıya karşı hareket etmeye sevk etti.

Gençliğin bunca yıldır biriktirdiği öfkesini kenetlenip barikatın üstüne yıkması ve Beyazıt’la bu “buzu kırması” pek şaşılası olmasa gerek. Zira her baharda o solan çiçekler, toprağa tutunmayı hiç bırakmamıştı; umut ile fışkıracağı günü bekliyordu. Bu tutunmanın, tomurcuklanmaların izlerini sürerken de elbette ki gençlik kadın hareketine bakmamız icap edecek. Beyazıt’ta aşılan barikatı, ODTÜ’de dört bir yanın polis ablukasıyla sarılmasına karşın direnenleri görmek şaşılası değil. Zira orada kökleşen irade KYK yurdunda katledilen kız kardeşi Zeren Ertaş için girilmeyen kampüslere giren, 25 Kasım’da Taksim’e gitme iradesini ortaya koyan, son beş yılın belki de en kalabalık 8 Mart’ını örgütleyen özne ile özdeşleşiyor. Direnmekten kaçınmayan, ataerkiyi yıkma gücünü, geleceğin öyküsünü yazmak ve Saray Rejimi’ni yıkmak ile birleştiren özneler, yine genç kadınlar. Şimdi de bu yazıya düşen görev, öznenin birikmiş enerjisini elden geldiği kadarıyla tahlil etmektir.

Üniversiteli genç kadınlar, bu okul dönemine neredeyse yaşıtları olan Ayşenur ve İkbal’in, fail Semih Çelik tarafından gün ortasında, göz göre göre katledilmesi haberiyle başladılar. Ne yazık ki neredeyse her genç kadının deneyimlediği psikolojik şiddet, fiziksel şiddet, ısrarlı takip gibi vakaların son safhası iki kız kardeşimizi bizden çalmıştı. Bu vakaların ağırlığını aldığımız her bir nefeste hissediyor, üstüne devletin uyguladığı cezasızlık politikasının 2010 yılından bu yana en yüksek kadın cinayeti sayısına ulaşmasına sebebiyet verdiğini biliyorduk. Tam olarak bizden çaldıkları hayatların hesabını sormak için kampüslerimizden sokaklarımıza taşan eylemleri ördüğümüzde gördük ki faillere çekilmeyen setler genç kadınlara çekilmiş, maktul kadınların arayıp da ulaşamadığı polis, direnen kadınların karşısına dikilmişti. Bu hal, hem eylemliliklerimizi öfkeyle harmanlamış, cesaretimizi perçinlemiş hem de odağımızı kendi yaşam mücadelemize çevirmeye ve güvenli kampüs inşasında elimizi taşın altına koymaya yönlendirdi. Bu birikimle birlikte genç kadınlar, medyatikliği “kadınlara pırlanta, çiçek hediye edilmesi gereken”, indirimlerle karşılanan bir gün olmamasına, bilhassa marjinalize edilmeye çalışılan bir alan olmasına rağmen 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü’ne en kalabalık, en iradeli halleriyle AKP’li yıllara rağmen kampüsleri, sokakları inlettiler.

Saray Rejimi’nin hangi kesimi ezeceğini, yeni girilen yıla taktığı sıfatlardan ve yönlendirdiği oklardan çok daha iyi anlayabilir vaziyetteyiz artık. 394 kadının katledildiği 2024 yılının ardından Saray Rejimi’nin 2025 yılına taktığı sıfat da “Aile Yılı” oldu ve balyozunu kadın ve LGBTİ+’lara yöneltti. Bu doğrultuda siyasi iktidar, Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı (2024-2028) çerçevesinde annelere doğum yardımı, genç evli çiftlere evlilik kredisi; Yargı Reformu Stratejisiyle de “biyolojik cinsiyete dayalı” toplumsal cinsiyet rollerini korumaya yönelik, trans haklarını engelleyen ve LGBTİ+’ların var oluşlarına karşı savaş açan bir yasa tasarısı ile süresiz nafakanın kaldırılmasını ve nafakanın evlilik süresiyle orantılı şekilde sürelendirilmesini gündemleştirmeye çabalıyor. Tüm bunlara ek olarak yargının kadın cinayetlerine dair verdiği skandal kararlar sürüyor; Yargıtay, Pınar Gültekin cinayetinde “canavarca hisle öldürme” olmadığına kanaat getirerek karar bozmaya gitti. Memleketin karanlığa boğulmasına bir çivi daha çakan “Aile Yılı” skandalları, ataerkinin halihazırda boğazımızda olan ellerini daha da sıkılaştırmışken, bu elden kurtulabilmenin yollarını 8 Mart günü sokaklarda binlerce kadın yürüyerek döşedi. Alanda özellikle genç kadınların hakimiyeti, 19 Mart günü barikatın ardına düşen bir ışık huzmesi niteliğindeydi.

Şu günden alana dair kalıcı yargılara varmamız her ne kadar güç olsa da 8 Mart’ın üzerinden geçen on bir günün ardından yaşanan darbe girişimine karşı gençlik kadın hareketi de sessiz kalmamış, bizzat 8 Mart için hazırladığı dövizleri alanlarda sahneleme imkanı bulmuştur. Ancak genç kadınların alana rengini vermesinin önüne geçen belli tehlikeleri de elbette görmezden gelemeyiz. Otoriter kapitalist rejimlerin özellikle son 10-15 yılda yetiştirdiği “oğulları”nın varlığını, alandaki pozisyonlarını incelememiz gerekecektir.

Bilhassa Haziran Direnişi’nden sonra Saray Rejimi’nin kültürel hegemonya iplerini ele alma çabası ile ilintili olacak şekilde faşizan, cinsiyetçi ancak geleceksizliğine de isyan eden bir nesil de yetişmiş oldu. Şimdilik bu yığınlar, örgütlü bir topluluk olarak gözükmeseler de lider kültüne ve belli ideolojilerin sembolik kodlarına sahipler. Örgütsüzlük halinden kaynaklı biçimde zamanında sembolik “liderlerine” gelen zevalin öfkesini taşırmaya bugünün eylemliliklerinde imkan bulmuş, bu imkanı ise cinsiyetçi sloganlarla, bireysel hareket etme güdüsüyle ifade etmişlerdir. Barikat yıkma hevesini “erkeklik iç güdüleri” ile açıklayan bu eğilim, tekrardan sıkılaşan Anti-Erdoğancı saf içinde belki de üzerine en çok düşünülmesi gereken kesim olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira isyanın dilini cinsiyetçi küfür ve ırkçı söylemlerden besleyen bu hal, geleceğimizi yazdığımız sayfaların üzerinde bir leke olarak kalma tehlikesini de barındırmaktadır.

Tüm bunların yanında Saray Rejimi’nin kendisine yükselen tepkilere karşı uyguladığı şiddetin en yoğun biçimi yine kadınlara yöneliyor. Kadınlar gözaltında çıplak aramalara, tacize maruz kalıyor, iktidarın beslediği cihatçı çeteler genç kadınların barındıkları yurda yönelerek tekbir naraları atarak salladıkları çivili sopalarla onları yaralıyorlar! İktidarın bu pas tutmuş, çivili sopası yine ve en sert haliyle kadınların tepesinde beklerken ilmek ilmek ördüğümüz eylem alanlarında da adım adım yürüdüğümüz eşitlik mücadelesini bir an olsun bırakabilmemiz mümkün olmamalıdır.

Türkiye sosyalist hareketinin alana kızıl renk vermek kadar mor rengi de verme görevi vardır çünkü her hareket kendi tohumları kadar yeşerebilecektir. Ayrıca hiçbir direniş alanı da belki de umudumuzu kestiğimiz, yıllar boyu Saray Rejimi’nin propaganda ve eğitim materyalleri ile yetişen bu genç nesli dönüştürmeye, taleplerimizi ortaklaştırmaya bu kadar müsait olmamıştı. Şimdi Türkiye sosyalist hareketine düşen görev, rejimin kurduğu her barikatın önünde direnen genç kadınların taleplerini yükseltmek ve hakimiyetini sağlamak olacaktır.