“Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir”[1]
Bir garsonun bir mekânda bulunan çifte “ne alırdınız” sorusunu yönelttiği ve “menüdeki en ucuz ikinci şarap” cevabıyla devam eden videoyu görmüşsünüzdür.[2] Aslında eski bir video ama ara ara sosyal medyada bunun gibi “zamansız” bazı içerikler önümüze düşer. İki soru düşüyor akla: Nedir bizi menüdeki en ucuz ya da daha pahalı değil de ikinci en ucuz şarabı almaya iten? Peki, nedir bu videoyu “zamansız” kılan?
Küçükken Ailemizde, Şimdi Çevremizde: Biz Böyle Gördük
Önce biraz cevabın etrafından dolanmayı amaçlıyorum. Öyle bir dolanma ki, cevabın çekim alanı etrafında konuşlanmaksızın dağınık duran, bir bağlama oturtulmadan anlamsız bir şekilde uzay boşluğunda asılı kalacak birtakım pratiklere uğrayacak. Ama bu “dolanma pratiği” olmaksızın da cevap olarak belirlediğim noktaya ulaşmada zorluklar çekeceğimi düşünüyorum. “Eylem yatkınlıkları” (disposition to act) diyerek başlayalım, sonra kısaca videodaki, şimdilik bir kavramsal sıçramayla “sınıf duygularımız” diyeceğim savrulmalara bakalım. Önce bize küçükken çok çalışırsak başarılı olacağımız söylendi. Neydi, Refah Dönemi politikalarının hediyeymiş gibi sunduğu (aslında emek mücadelesinin bir sonucu da sayılabilecek, reel sosyalizmin kazanımı da) kamusal haklar görece daha yaygın bir kesime ulaşıyordu. E bir de kapitalist üretim biçiminin bireylere yüklediği sorumlulukların, yani “her şey senin elinde” hikâyesinin alanı iyiden iyiye genişliyordu. Dolayısıyla elbette mutlu ve başarılı bir geleceğin yolları, sebatkâr bir şekilde çalışmaktan geçiyordu. Çok yanlış da değildi, beş-on yıllık çalışmadan elde edilen birikimle bir ev, bir araba alınabiliyor, yazın tatillere gidilebiliyordu. Ha bir de neydi, kanaatkâr olmalıydı. Özellikle toplumsal muhalefetin sesinin büyük bir baskı ile susturulduğu 1980 darbesi sonrası dönem, “çok da etliye sütlüye karışma” dönemiydi, “herkes kendini kurtartır, olan sana olur”du. Biz ailelerimizden, okulumuzda öğretmenlerimizden bunları duyduk da büyüdük.
Bu ahval ve şerait içinde biz de çok çalıştık, ailelerimizin şartlarını zorladık, biz üniversite sınavlarına gireceğiz, iki kelime yabancı dil öğreneceğiz diye sofraya bir çeşit yemek az kondu, kardeşimize çok istediği o oyuncak alınmadı, çalışmayan anneler her akşam bize meyveler kesti getirdi, çalışan anne babalar mesai üstüne mesai yaptı. Çünkü neydi, herkes çok çalışırsa, mutluluk “mutlak”tı. Ayrıca “sınıf atlamanın” da yegâne çözümüydü çok çalışmak. Arada birkaç ekonomik kriz falan oldu, üstelik ardı ardına gençlerin bir önceki nesilden ilk defa daha yoksul olduğunu söyleyen araştırmalar da yapılıyordu, neyse, sendeler gibi olduk ama ayağa kalkıp devam etmenin o efsunlu formülü, yine, çok çalışmaktı. Büyüdük, serpildik, her birimiz bembeyaz, dik, ütülü yakalı birer çalışan olduk. Sadece plaza çalışanları anlaşılmasın buradan; mühendis olduk, mimar olduk, şehir plancısı olduk, reklamcı, sosyal medya uzmanı, bankacı olduk. Şimdi ne bir arabamız var, ne bir evimiz. Her gün artan kiralar karşısında şaşırmayı bile bıraktık. E ama vadedilen topraklardaki hayat bu değildi sanki? Tüm bu beklentiler içinde bir restorana gittiğimizde, verdiğimiz onca emeğin karşısında iyi bir şarap içmeyi beklerdik değil mi? Bize üzümden anlamamız gerektiği söylendi, çünkü sohbetlerimizin asli unsuru olacaktı hafta sonu içtiğimiz iyi bir şarap. Ama en pahalısını içemiyoruz, maaşımızın yarısı; en ucuzunu da “hak etmiyoruz”, bir de kendimize yakıştırmıyoruz. Üstelik bu “ucuz zevk” bizi “alt sınıfa ait” hissettiriyor. E o zaman, en ucuz ikinci şarabı alalım biz!
“Şarap neden bu kadar pahalı” sorusu çok uzaklarda kaldı, 2013 yılında bir şeyler olmuştu, bu soruları ve pek çoğunu sormuş, hatta bir de hesap sormuştuk. Sonra unuttuk biraz böyle şeyleri. Sadece bizim hafızamızın azizliği de değil asla bu, sistematik bir biçimde bu sorular unutturuldu bize. Ama iyi bir şeyler yiyip içmeyi hak ettiğimizi düşünmek hala fena bir başlangıç değil. Bunun ardında iyice baktığımızda, çok politik bir talep de var aslında; sağlıklı ve erişilebilir gıdalarla beslenme talebi. Ama yalnızca biz beyaz yakalılar için değil; herkes için, öyle değil mi?
Diğer eylem yatkınlıklarımızı konuşmadan önce kavramı biraz açalım. Bourdieu, Ayrım: Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi[3] adlı eserinde estetik zevklerimizi, kültürel pratiklerimizi, beğeni yargılarımızı “habitus”[4] olarak tanımladığı bir kavram çevresinde açıklar. Bununla beraber yeme-içme, gezme, sosyalleşme biçimlerinin farklılaşması gibi “eylem yatkınlıklarımız”ın sınıfsallığını inceler. Toplumsal tabakalaşmayı “sınıf” kavramını kullanarak değil, “toplumsal uzam” kavramıyla tanımlar ve toplumsal uzam analizi için “alan”, “habitus”, “sermaye” kavramsallaştırmasını öne sürer. “Habitus” yargılar geliştirme, çevremizdeki olayları algılama ve gündelik pratiklerimizi ortaya koyduğumuz “eylem yatkınlıklarımız” iken, “alan” kendi kuralları, kabul görme biçimleri olan küçük evrenlerdir. “Sermaye” ise, toplumsal uzamda yarar elde etmeye yarayan kaynaklarımızı tarif eder ve sermayeyi dört başlığa ayırır; mali serveti kapsayan “ekonomik sermaye”; grup üyeliklerimizi, aidiyetlerimizi ve “network ağlarımızı” kapsayan “sosyal sermaye”; eğitim düzeyimiz, unvanlarımız, “titlelarımız” gibi simgesel birikimimizi kapsayan “kültürel sermaye” ve diğer üç sermayeyi meşrulaştırmaya yarayan sıfatlarımızı kapsayan “sembolik sermaye”.
Şimdi eylemsel yatkınlıklarımıza bu kavramlar üzerinden bakalım, dolanıyoruz ya hep beraber! Plazadayız; cebimizde evimizin, elimizde arabamızın anahtarı sallansın isterken klipsle pantolon kemer askımıza tutturduğumuz çalışan kartımızla giriş yapıyoruz binaya. Hangi kata çıkacağınızı bilemem, ama her katın kendi “sınıfı” var, yani öyle diyorlar ama dolanalım bakalım. Plazanın otuzuncu katından İstanbul’a bakınca kendimizi herkesin üstünde hissediyor olabiliriz. Sonuçta kapitalizm ihtişamı sever, sevdirir. Daha doğrusu her an o ihtişamlı dünyaya ulaşıyormuş gibi hissettiren hayaller satmayı sever. Gökdelenlere ise bayılır; hayal yuvaları çünkü. Yuva; çünkü biz bir aileyiz. İçinde oksijen bile olmayan hayaller; çünkü hep 18 dereceye ayarlanmış, kadın çalışanları şalsız komayan klimaları meşhur.[5] Hepimizin penceresinde de orkideler var mı? Plazaların bitki örtüsü orkideler, ne de güzel kokarlar, ah bir açsalar!
Biz plazaların her bir katında dünyayı kurtarırken giriş kattaki Migros’tan alışveriş ediyoruz değil mi? Bir ara tüm reyonlar boştu, hatırlar mısınız? Depo işçileri grevdeydi galiba.[6] Ne de sinir olduk diyetimizin bir parçası olan meyveli bardan alamadık diye. Neyse, herkes hafta sonu yaptıklarını anlatıyor. Kimi makarna yapma atölyesine gitmiş, kimi kokteyl hazırlamayı öğrenmiş. Bazıları kilden, çok yaratıcı bir tabak yapmayı öğrenmiş, bazıları da iyi bir aromaterapi tedavisi almış. Sen de önceden hafta sonu gittiğin film festivalini anlatıyordun, şimdi biletler olmuş 250 lira. Bu sebeple Mubi’de izlediğin, Instagram’da sürekli paylaşılan bir filmi anlatıyorsun. Neden bir bilet 250 lira oldu önemli değil, zaten çağ “dijitalleşme çağı”. Ne gerek var sinema salonlarına; çağdışı, yeterince havalı değil. Üç-dört yıla nostaljik hislere hitap eden havalı bir aktivite olana kadar gitmeye gerek yok. Ayrıca Mubi üyeliği olmayanı sohbet grubuna da almıyorlar. Biraz çalışalım, o kodları yazıp dünyayı kurtarırken acıktık, şimdi öğle yemeği vakti. Sodexo’ya günlük 175 lira yatıyor, herkesin yediği bowl’a bakıyorsun 320 lira, yanına bir de içecek alsan…Yarın evden getirip yersin artık, ama eve gidince vaktin ve zamanın var mı yemek yapmaya? Hadi zaman bulup yaptın diyelim, oturup masanda yersen sosyalleşme imkânı kaçmayacak mı? Neyse bulacağız bir hal çare.
Öğleden sonra toplantısına dönelim, herkes çok gergin, herkes birbirinin rakibi. Herkes o bir üst unvanı almak, yeni bir title sahibi olmak istiyor. Yan masanda çalışan arkadaşının maaşını bile bilmiyorsun. Ayıpmış sormak, öyle diyorlar. Yani elbette patron diyor bunu çünkü maaşı gizlemek sermaye sahibinden başka kime yarar! Kimin ne kazandığını bilmeyeceğim ki birlikte hak mücadelesi vermenin kapıları açılmasın. Neyse, ekip arasında oluşan gerginlikleri çözmenin bir yolu olarak da diyorlar ki “eğitim”. Her şeyin başı eğitim, her şeyi eğitimle çözebiliriz! Çalışanları birbirinin üstüne basması gereken yarış atları olarak düşün, maaşlarını paylaşmalarının ayıp olduğunu söyleyen sözlü bir kuralı dolaşıma sok, “çalışan acısının” birleştiriciliğinden azade kıl ve de ki “çatışma çözümü eğitimi verelim”. Koca koca insanları bir yuvarlak yapıp oyunlarla isimlerini birbirine ezberletmek de çoğu zaman işe yaramaz. O zaman ne yapalım; Cuma günü “iş çıkışı” ofis partisi! Hem tek taşla iki kuş: Yoğun çalışma temposundan ve eriyen maaşından ötürü kendini yeniden üretecek hiçbir aktiviteye giremeyen, sosyalleşemeyen beyaz yakalıya bedava içkinin olduğu, en havalı fotoğraf karelerinde bulunup sosyal sermayesini geliştirmeye olanak sağlayan bir parti düzenleyelim. Yan haklarımız yok ama ücretsiz içkimiz buzlu kovalarda gırla! Katılmak da zorunlu olsun. Hem uzun mesailerle beyaz yakalının elinden boş zamanı alalım, hem de geriye kalan azıcık boş zamanında “katılmak zorunlu” bir parti düzenleyip onu da kendi kontrolümüz altına alalım. Neme lazım, çıkarlar, bir örgüte katılırlar, akşam onun toplantılarına giderler falan! Üstelik katılmazsa kendisi de bu “grubun” bir parçası olamaz ve dışlanır. Peki, bol bol borsa konuşulan, yatırım tavsiyelerinin havada uçuştuğu bu buluşmalarda kokteylinizi yudumlarken yanlış hisseyi aldığınız için kendinizi suçladınız mı hiç?
Cuma partileri de işe yaramadı değil mi? O zaman ne yapsın beyaz yakalı, çözümü metafizik dünyada arıyor. Kimi zaman burç yorumunun “o evi yakında alacaksın” cümlesiyle telkin oluyor, kimi zaman da bağdaş kurup ellerini iki yana açıp on saniye boyunca nefes alıp on saniye boyunca da onu verip tüm çalışma arkadaşlarına ve patronuna olan sinirini üflüyor gitsin. Üstelik yoga kursuna maaşının hatırı sayılır bir kısmını da yatırıyor. O on saniyede patron sermayesini ikiye katladı bile! Yan yana bir nefeste “yeter artık” demenin etkisi, böylece saniyelere ve mekânlara bölüştürülerek azaltılıyor. Üstelik yoga da çözüm olmuyor, son olarak beyaz yakalının yakıtı olan antidepresanlara sarılıyoruz. Aslında beyaz yakalının çok güzel öfkeleri var ama henüz doğru dereye akıtıp nehrine kavuşamıyor. Artık psikiyatriye gittiğinizde size neler hissettiğinizi sormadan önce “işiniz stresli mi, beyaz yakalı mısınız” gibi sorular soruluyor, değil mi? 10 gram Fonksera ile başlayalım o zaman.
Boş zaman pratiklerimize bakalım şimdi. Boş zaman önemli. Hepimiz o plazalara, o iş yerlerine en az üç aşamalı mülakatlardan geçerek, psikoloji ve mantık testlerine tabi tutularak, “rakiplerimiz” arasından en iyisi olduğumuz için kabul edildik, değil mi? Biricik ve özel insanlar olduğumuzu düşündük tabii. Ama yeteneğimize yetenek eklememiz beklendi, çünkü o yeteneği şirketi parlatmak için kullanacaktı patron. Yatakta bomboş yatıp tavanı seyretme hakkımız yoktu. Boş zaman “değerlenmeliydi”. Sonra hepimiz aynı tornadan çıkmışçasına aynı kişilere dönüşünce, çeşitli hobilerde hal çare aradık. Şimdi hepimiz on metrekarelik atölyelerde seramikten bardak yapıyor ve ne kadar özgün ürünler ortaya koyduğumuza seviniyoruz. Aslında bıraksalar ne yaratıcı insanlarız da… Bu mu bizim farklılığımız, bardağımıza seçtiğimiz renk, üstüne kondurduğumuz küçük kalpler mi bizim hayallerimizin sınırları? Aslında beyaz yakalının çevresine, kullandığı ürüne, işine “yabancılaşmayı” aşmanın bir yolu bu da. İyi bir strateji bile denebilir. Farkında olmadan çözümler arıyoruz ancak bunu “kolektif” üretime çevirmekte de naçar kalıyoruz sanırım. Üstelik hobilerimizi de artık “işe çevrilebilme” potansiyeline göre seçmeye başladık. Bunun iki sebebi var gibi; biri, kendimize sürekli “yatırım” yapmamız gerektiğini, bu yatırımların bizi diğer rakiplerimizden ayıracağını söyleyen kapitalist rekabet ortamı. Üstelik rakipler olarak yetişmenin, sürekli kendine yatırım yapman gerektiğine dair fikirlerin tohumları ta üniversite yıllarında atıldı; kariyer kulüpleri denen şer yuvalarında. Herkes kendine bir şirket gibi davranıyor şimdi, bir nesne gibi. Ancak biz, değiştirme gücünü elinde tutan özneleriz, buraya sonra geleceğim. Kendine yatırım demişken, her gün yemeğimizi, o ünlü firmadan aldığımız kıyafetleri getiren motokuryelerin “bireysel şirketler” gibi çalışmaya zorlandığını duymuş muyduk? Sermayeleri olmayan birer işçi iken, motorlarını almaları, kendi güvenliğini sağlayacak kıyafetlerini edinmeleri bekleniyor motokuryelerden. Sonra da en güvencesiz koşullarda çalıştırıyorlar. Aramızda ne kadar ince bir çizgi var değil mi? Mülksüzlükte ortaklaşıyor muyuz ne? Hobilerimize iş ve kariyerimizi geliştirme fırsatı olarak bakmamızın bir diğer sebebi de, bir gün bu plazalardan çıkacağımıza olan inancımız. Biletimiz de hobimiz; önce paralar bayılıp bu hobiyi öğrenelim, kenara –koyabildiğimiz kadar- para atalım, sosyal sermayemizi kullanarak da tanıdıklar vasıtasıyla reklamımızı yapıp bize iyi kazandıracağını düşündüğümüz bir küçük işletme açalım. Kendimizi gerçekleştirmek için başladığımız hobi bile, bir iş için metalaşıyor. Bu yüzden yoga eğitimi alandan çok yoga eğitmeni yok mu? Bu yüzden seramik atölyelerinin bir kısmı, vitrin olmaya ayrılmamış mı?
Bir diğer “kaçış” stratejimize bakalım; kır. Nam-ı diğer; organik tarım. Kentteki mücadelesinin, yabancılaşmadan kaçış çabalarının, parasının bittiğini düşünen beyaz yakalı –çok da haklıyız hani– kurtuluşu bu sefer de organik tarım yapmak için kıra kaçmakta buluyor. Kır-kent çelişkisi mi görüyoruz burada ne; kapitalizmin en kadim çelişkilerinden birisi yani. Kırda bir “çitleme” pratiğine geçmeden önce bir adım geri basıp şunu da eklemek gerek; hayatın sürekli bir rekabet halinde olduğu, her dakika yetiştirmen gereken işlerin arasında stres küpü haline dönen beyaz yakalıların belki vermeye itildiği bu tercihi eleştirmek, çuvaldızın en büyüğünü ona batırmak doğru değil. Ama yapı-özne ilişkisinde özneye bir sorumluluk yüklemek de gerek, değil mi? Diğer türlüsü bizi “böyle gelmiş böyle gider, sen mi değiştireceksin” cümlesinde tecessüm eden “kaderciliğe” bile sürükler. Neyse, çitleme diyordum. Kıra gitmeye karar veren beyaz yakalı, tabii önce bir arsa satın alır. Bir not daha; bunu ekonomik sermayeye sahip olmayan bir beyaz yakalının yapamayacağını söylemeye gerek var mı? Satın alma sürecindeki şu çelişkiye odaklanmalıyız; tarım politikaları sonucu toprak sahibinin, çiftçinin durumu ortada, kırdan kente iş bulmak için göç hala var olan bir olgu, ekolojik sorunlar tarlada ürün bırakmazken, çiftçi zam üstüne zam yiyen mazot parasının altında ezilirken tarlasını satmaya karar verir. Kent yaşamının yükü altında ezilen beyaz yakalı, toprak sahibinden toprağı alır, toprak sahibinin ise artık bir proleter olarak piyasada emeğini satmaktan başka çaresi kalmaz.
Peki, beyaz yakalı kırda ne yapar? Kent yaşamında geliştirdiği sosyal sermayesi ve networkleri ile, ilk başta toprak sahibi köylüden daha avantajlı olduğunu söyleyebiliriz. Organik tarım pazarına, kentteki kafe sahibi arkadaşlarının mekanlarında satmak üzere hızlı bir biçimde giriş yapabilir. Ama mesela o sene don olduğunda ne olacak? Kentteki kafe sahibi arkadaşı, artan kiralar yüzünden mekânını kapatmak zorunda kaldığında? Yan köye maden ocağı açıldığında? Köye kendisinden sonra gelen diğer beyaz yakalılarla beraber, kırda soylulaştırmaya sebep olduğunda ve köylü artık köyde açılan organik marketlerden ötürü kendi bakkalından alışveriş yapamayacak duruma geldiğinde ve tek çaresi, zaten çoktan kırı terk etmiş olan çocuğunun peşinden kente gitmek olduğunda? Ya da mülksüzleşen tarım toprağı sahibini, kendi işlerini yaptırmak için işçileştirecek mi beyaz yakalı? “Köylüler de yanlış ilaçlama yapıyor, hiçbir şey bilmiyor, bizim de toprağımız kirleniyor onlar yüzünden” diye köylüye kızmaya devam mı edecek? Kentteki doğrusal zaman ritmi, kırsaldaki döngüsel zaman ritmine uymayınca ve ahududu, tatile gitmek istediği zamanda hasat verince ahududunu dalda mı bırakacak? Tüm bu sorunlar baş gösterene kadar da kentte kalıp kıra kaçamayana “nasıl yaşıyorsunuz kentte anlamıyorum, o trafik, o kiralar” diye uzaktan akıl mı verecek? Ya da kırda da istediğini bulamayıp bu sefer tarlasını satıp yurtdışına kaçma hayali mi kuracak? Yurtdışına gidebildi diyelim, orada her şey güllük gülistanlık mı? Kiralar benim bildiğim kadarıyla her yerde artıyor. Sağcı hükümetler birbiri ardına iktidara geliyor. Peki, yurtdışında artan faşizme karşı ne söyleyecek beyaz yakalı? “Hiç Türk’e benzemiyorsun” dediğinde bir Avrupalı, bunu iltifat olarak kabul edip cebine mi koyacak yoksa buradaki gizli ırkçılıktan inceden inceye rahatsız mı olacak?
Bu sorular şimdilik aklımızı meşgul etmeye devam etsin, yenilerini soralım. Şurada aynı dertlerle hemhal olan, aynı hayallerde çözüm arayan güvencesizler olarak dertleşiyoruz ne de olsa! Bu hikâyeye bir de pandemi dönemini, sorularıyla beraber ekleyelim. Aslında beyaz yakalının “çöküşünün” neredeyse başlangıcı sayılan o büyük kapatılma, pek çok şeyde değişime sebep oldu. Dünyada piyasalar alt üst olmuş gibiydi. Uçaklar kalkmadı, otobüsler işlemedi. En başında herkes evinde oturup ekmek yaparken beyaz yakalı iş yerine gitmeye devam etti. Ha bir de sermaye sahipleri sermayesini üçe beşe katlarken yaşanan bölüşüm şoku ile plazalardaki fatura beyaz yakalıya kesildi. Artık hafta sonu sosyalleşme imkânı da olmayan beyaz yakalı, iyiden iyiye huzursuzlanmaya başladı. Patronlar bunu görmez mi, gördüler. Tabir-i caizse beyaz yakalının tasmasının biraz uzatılması gerekiyordu. Ya da şöyle ifade edeyim; kurtulacak başka neyi kaldığını bilemeyen beyaz yakalının zincirlerine parlak, süslü yeni halkalar eklenmeliydi. Hemen küçük bir hediye düşündüler; evden çalışma! Tabii başta bu kulağa çok iyi geldi. Ev konforunda çalışacaktık. Mesaiden on beş dakika önce kalkacak, zaten gün içinde dört-beş saatte halledebileceğimiz pek çok iş için sekiz-dokuz saat iş yerinde bulunmak zorunda kalmayacaktık. Kendimize zaman ayırabilirdik, evde spor yapabilir, mutfak becerilerimizi geliştirebilirdik. Peki, evde harcadığımız elektrik, su, internet parasını kim verecekti? Peki, yıpranan kişisel bilgisayarımızın zararını kim tazmin edecekti? Konforsuz sandalye ve masalarımızın yarattığı bel ve boyun ağrıları, dâhil değil miydi işverenin sunması gerekenlere? Ya evde düşüp bir yerimize zarar verirsek, bu iş kazası kapsamına girmemeli miydi? Evden çalıştığımız için bize yedi gün yirmi dört saat ulaşma talebinde olan yöneticimize ne diyecektik? Gecemiz gündüzümüze girmişti. Peki, bize neden hiç zam yapılmıyordu? Dolandık dolandık durduk, hem sorular etrafında hem kavramlar hem de deneyimlerimiz etrafında. Şimdi yavaş yavaş odağa doğru temayül edelim.
Biz Onunla Aynı Sınıftaydık
Bourdieu’nün kavramlarıyla beyaz yakalının durumunu açıklamaya çalıştım. Dediğim gibi, bu bir “dolanmaydı”. Fark edilecektir ki aralarda çitleme, işçileşme, kır-kent çelişkisi, zamlar, işsizlik, sermaye, soylulaştırma, göç, boş zaman, güvencesizlik, artan kiralar gibi kelimeler attım ortaya. Peki neyin etrafında dolanıyordu bu kelimeler? Aktarmaya çalıştığım her bir pratik, her bir beyaz yakalının farklı deneyimi, sizce farklı farklı “sınıflar” mı tarif ediyor, yoksa bir sınıf mı: adını koyalım, işçi sınıfını mı? Şüphesiz, Bourdieu, bize üst yapı tezahürlerinin analizi konusunda kültürel beğeni ve zevklerimizin sınıfsallığı üstünde durarak verimli bir imkân sunmuştur. Ancak, her bir plaza katında bile yaşanan farklı deneyimlerden ve tüketim pratiklerinden yola çıkarak bir sınıf ayrımı tanımı yapmak, asıl “sınıf”ı bölen bir yaklaşıma götürmektedir bizi. Bunu da en çok sermaye sahibi, patron isterdi herhalde. Bin parçaya bölünmüş bir sınıf; istediğine istediği zammı yapar, istediğine dilediği hakkı verir, tek nefeste çıksa zemini çatlatacak sesi plazanın kırk katına paylaştırmak her patronun hayali olsa gerek. Burada Marx’ın üretim ilişkilerini referans alarak geliştirdiği sınıf kuramının da biraz tepe taklak olduğunu görüyoruz. Bu sebeple “kültürel sermayemizin” sınıfsal ayrımın bir sonucu olduğunu; sınıfsal mücadeleye enerji biriktirecek sınıfsal ayrımın ise “üretim, bölüşüm, mübadele ve tüketim” gibi olguları birlikte düşünerek çekileceğini defaatle dile getirmeli. Diğer türlüsü, sermaye ile ücretli emek arasındaki temel çelişkinin görülmemesi için üstüne kalın bir örtü atacaktır.
Girişte iki soru ortaya atmıştım, ilkini yukarıda biraz açmaya çalıştım. Videonun neden “zamansız” olduğu sorusunun cevabı ise “sınıfın” tarihinde kendine yanıt bulabilir. Bir de “orta sınıf sanrısı” var tabii, bizi ısrarla çıkmaz sokaklara sokup dolanma süresini artıran. Bizi “ortada” konumlandıran bu sınıfa nasıl “atandığımıza” kısaca bakalım. Sanayi Devrimi ile kırdan kente toprağını bırakarak göçüp işçileşen proletaryanın yanında bir de görece daha “ayrıcalıklı” konumda olan, yönetici sekreterleri, satış elemanları, muhasebe çalışanları gibi bir kesim vardı. Ancak bu ayrıcalık, sermaye sahibi gibi üretim araçlarının mülküne sahip olmalarından değil, sermayedarın fabrikalardaki mülksüz temsilciliğini yapmaktan geliyordu. Yani sermaye sahibinin mekândaki ve işçiler üzerindeki denetimi kurmalarından. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu ayrıcalıklarını da kaybeden işçiler, piyasadaki eğitimli ve vasıflı işçi ihtiyacını karşılamaya başladı, sayısı da iyiden iyiye arttı. Eğitimli ve vasıflı olma hali, işyerinde birtakım ayrıcalıklarla sonuçlanıyordu o zamanlarda. Ancak ana akım teoriler, beyaz yakalı sayısındaki artışı “bilgi toplumu ve teknolojik gelişmeler”le kapitalizm sonrası toplumda ihtiyaç duyulan zihin emeği olarak değerlendirip “güzellerken”, Marksist yaklaşımlar “işçileşme sayısının en çok arttığı dönem” olarak değerlendirdi. Ana akım yaklaşımlardan biri de Weberyan görüş etrafında şekilleniyor, sermaye sınıfına ait olmayan ama tüketim pratikleriyle işçi sınıfından da ayrışan tüm çalışanları, “orta sınıfa” doluşturuyordu. Bunun yanında Marksist yaklaşımlar da eğitim, vasıf, beklentiler ve kültürel farklılıkları da kabul ediyor, ama ayrım çizgisini sermaye sahibi kapitalist ve emeğinden (kol veya kafa) başka satacak hiçbir şeyi olmayan mülksüz işçiler arasına çekiyordu. Bunun yanında orta yolu bulmaya çalışan yaklaşımlar da çıktı; bu iki ucu birlikte ele alıp “yeni orta sınıf”, “küçük burjuvazi” gibi tanımlar üzerinde “dolanıyorlardı”. Dolayısıyla kültürel pratiklere dokunan “orta sınıf” tartışmaları, bu videoyu zamansız kılan neden olarak ortada duruyor. Bu yüzden on yıl önce çıkmış bu videoyu gördüğümüzde hala bir ilişki kurabiliyoruz. Burada meselenin bir “yanlış adlandırma” meselesi olmadığını vurgulamak gerek. Eğer öyle olsaydı, Ctrl + f yapar, tüm “orta sınıf”ları “proletarya” ile değiştirirdik. Buradaki asıl sorun, beyaz yakalıların gelişmiş kapitalist ülkelerde istihdamın büyük çoğunluğunu oluşturmaları; bağımlı ülkelerde ise hızla artan sayıda olmaları nedeniyle yanlış ayrımlara savrulmaktır. Bu yanlış ayrımın getirdiği bir diğer sorun, sınıfın başka bileşenlerinin gündelik dertlerini anlamakta zorlanmaktır. Bir diğer sorun da şüphesiz, sınıfı ve mücadeleyi birleştirecek bir şemsiyeden uzak düşmektir.
Biri size hangi sınıfa aitsiniz dese “işçi sınıfı” mı dersiniz yoksa “orta sınıf” mı? Şöyle sorayım; renkli kıyafetler giyebiliyor (cuma günleri izin verildiğinde), hafta sonları bir “rooftop’ta” kokteyl içebiliyor (artık bardağı 600 liradan başlıyor), cuma-cumartesi tatil yapabiliyor (patron arayıp acil bir iş istemezse), konserlere gidebiliyor (en son hangi konsere gittiniz sahi), film festivallerine katılabiliyorsunuz (önceden bir bilet 1 liraydı, şimdi?), kent merkezinde yaşıyorsunuz (kira 30 bin lira oldu, ailemin yanına mı dönsem, işe 1.5 saat mesafede yeni bir kiraya mı çıksam diye düşünmeye başladın bile) diye, sizce orta sınıfa mı aitsiniz? (Orta sınıf var mı sorusunu artık geçtik bence). Hatta şöyle sorayım; bu yarım aksak şeyleri yapabiliyor olmak, size mi özel? Orta sınıfın kapısını açtığına inandığımız pratikler, bu “acı” dolu pratikler mi? Peki işçi sınıfının kapılarını açan pratikler neler o zaman? Artık pek çok fabrika işçisi, bütün bunları yapabiliyor zaten? Ha yoksa, fabrika işçilerinin bunları zaten hak etmediğini mi düşünüyorsunuz? Sizce bir fabrika işçisine “yakışan”lar neler? Hiç siz de “fabrika işçisinin ‘bile’ sahip olduğu çay molasını bizden aldılar”, “artık fabrika işçisinin ‘bile’ maaşı bizden fazla” gibi cümleler kurdunuz mu? “Bile” mi?
“Sınıf”ın bir ilişkiler bütünü olduğunu ve tarihsel bağlamında oluştuğunu, farklı ihtiyaçları, günlük pratikleri, kültürel ve estetik beğeni yargıları oluşturabileceğini, dinamik ve canlı olgular olduğunu eklemek gerek. Yoksa mavi yakalı işçi tanımı aklımızda “baretli, mavi tulumu boya içinde, elinde çekiç olan, erkek” biri olarak kalmaya devam edecek. Buna uymayan diğer tüm işçiler de “orta sınıf”a atanacak. Ama yukarıda da belirttiğim gibi, beyaz yakalı pratikleri olarak görünen tüm eylem yatkınlıkları, artık mavi yakalı işçiler için de geçerli. Bu sebeple, tarihten belirli bir anı kesip alıp “görüntü” benzerlikleri üzerinden bir sınıf tanımı yapılmamalı. Çoğu zaman o fotoğraf karesine yansımayan üretim ilişkileri ve sömürü biçimleri değerlendirmeli. Aynı 20.yüzyılın başındaki bir “fabrika sahibinin” fotoğrafı ile bugün büyük bir şirket sahibinin görünümünün aynı olmadığı gibi; ama hala para ve mülk sahibi o, ve tüm bunlara sahip olmayan yine biz. Ayrıca kültür de çok mu abartılıyor acaba? Sonuçta “para var ama zevk yok” dediğimiz ve sahip olduğu paraya rağmen kötü zevklerinden ötürü öfke duyduğumuz binlerce zengin yok mu? İşçileri ayırdığımız gibi zenginleri de zevkine göre mi ayırıp “seveceğiz”. Sonuçta biz beğenelim ya da beğenmeyelim, her biri bizim hayallerimizin ulaşamadığı ülkelerin restoranlarında akşam yemeği yiyor, bütün açık denizlere açılma hakkını elinde tutuyor, her ay farklı arabaya binebiliyor. Biz de o sırada menüdeki en ucuz şarabı değil de en uzuz ikinci şarabı aldığımıza sevinip duralım. Ama çok çalışacağız, bir sonraki sefere, sınıf atlamış olarak aynı mekâna gelip en pahalı üçüncü şarabı alacağız! Önce eve gidip şu faturaları bir hesaplayalım tabii. Kredinin bitmesine de 27 ay kaldı. Neyse beyaz yakalı, yani biz kardeşiz; sınıf kardeşi.
Umut, Hayal ve Mücadele (ile Bitmeli Her Yazı)
Yazının son bölümüne öncelikle reddettiğim ve tüm sınıf arkadaşlarımın da benimle beraber reddetmesini arzu ettiğim bir şeyle başlamak istiyorum: Ben, bir beyaz yakalıdan bahsederken, aciz, patronun “kölesi” olarak görülmesinin beraberinde gelen müstehzi gülüşü reddediyorum. Zihnimizi yoklayalım, 2013’te “herhangi bir şey” olmadı. Biz plazalarımızdan çıktık, maskemizi taktık, en yaratıcı ve komik sloganlarımızla şimdi bize selam duran ağaçlarla beraber onurumuzu, geleceğimizi, haklarımızı korumak için Gezi’ye koştuk. Ben şimdi beyaz yakalılardan bahsederken gözlerde “helal olsun gençlere” diyen o umudu görmek istiyorum. “İki gün iş bıraktılar, motokuryelerle, market çalışanlarıyla yan yana, tüm hayatı durdurdular, yaparsa bu çocuklar yapar” denmesini istiyorum.
Kapitalizm kent merkezlerini sever, sever de oradan elde ettiği rantı sever, özel şirketlere peşkeş çektiği araziler için aldığı sıcak parayı sever, alışveriş merkezlerindeki çılgınca tüketimi sever. Ama kent merkezlerindeki öfkesini doğru yere yönlendirmiş “kent emekçilerini” sevmez. Bundan dolayı üniversiteleri kent çeperlerine taşımaya çalışır, bu yüzden kiraları artırır, kent emekçilerinin sadece emeğini sömürmek için kent merkezine gelmesini, hadi bir de akşam kafelerde barlarda tüketip eve gitmesini sever. Peki farkında mıyız tüm yaşamı durdurma gücümüzün? Bir plazada kaç kent emekçisi olduğunun, bilgisayarın başından kalktığımız anda tüm hayatın duracağının, sınıfımızla buluştuğumuzda, mavi yakalı işçiyle yan yana durduğumuzda olacakların ne kadar farkındayız?
Mutluluğu “happy hour”larda mı arayacağız, en büyük hayalimiz, kent çeperinde, bir sitenin 22. katındaki 1+0 küçük kutularda yaşayıp, günde üç saat yol çekerken sitede havuz var diye sevinmek mi olacak? Sosyal medyada zar zor ödeyebildiğimiz tatilden videolar paylaşmak yerine, o çok gurur duyduğumuz Gezi videolarından birinde olmak istemez miyiz? Sonra hep beraber tatile çıkarız zaten. Patronumuz tarafından görülmek mi istiyoruz? Yüz beyaz yakalı iş bırakıp çıksın bakalım plazanın önüne, görüyor mu şimdi bizi patron! Bize “işçi sınıfı” denmesini istemiyor muyuz? Olmadığımız bir sınıfa aitmiş gibi davranmaya çalışırken, kredi ardına kredi çekip borç içinde yüzmek yerine, işçi sınıfını ortadan kaldıracak tarihsel bir özne olamaz mıyız? Patronun en yakınında olup iki-üç ayrıcalıktan faydalanmaya çalışan bin kişi arasında ilk üçe girmeye çalışırken yan masamızdaki arkadaşımızın ayağını kayırmaya çalışmak yerine, omuz omuza binlerce kişi yan yana durup patronun ayağını kayırmaya çalışmamalı mıyız, sadece soruyorum. Tüm bunları bilmek canımızı mı “acıtıyor”? Kapitalizm hep haz duy der de ondan. Kafanı acına çevir istemez. Acıya bakmamak, acının altını deşmemek, “bireysel kurtuluş” safsatasının en güçlü şiarıdır. Bu yüzden “acımız bilincimizdir.”
Çuvaldızı hep beyaz yakalıya mı batırdık? Merak etmeyin, bende iki tane çuvaldız var; diğeri en radikal solculara, en doğruda duran sendikacılara, kadının ev içi üretimini üretimden saymayan en temiz teorisyenlere, göçmenleri hiçbir örgütlenme mücadelesinin asli öğeleri kabul etmeyen en enternasyonalist sendikalara gelsin. Hem Türkiye’de hem dünyada işçi sınıfını tek bir sabit profile hapseden, işçi sınıfının ne kadar genişlediği gerçeğine sırtını dönen, beyaz yakalılardan bu kadar çabuk vazgeçenlere, gündelik hayatta tekrarlanan pratiklerimizi bakmaya değer görmeyenlere, gündelik hayatı ele geçirmeye soyunmayanlara, sınıftan dışladığı beyaz yakalının milliyetçi, ırkçı, şovenist söylemlere hapsolmasını umursamayanlara, beyaz yakalının giydiği kıyafetlerden dolayı yeterince “devrimci” olmadığını düşünenlere gelsin.
Ama beyaz yakalı sıfır noktasında değil; kamuda ve vakıf üniversitelerinde çalışan öğretim üyeleri, sağlıkçılar, büro çalışanları, motokuryeler, market çalışanları ayakta, medya emekçileri yani sınıf ayakta. Mavi yakalı işçi ile rabıtayı kurmak da sınıfı ayakta tutmak da hepimizin görevi olsun.
Bak işçi tulumu giymiş umut, ve çekmiş avokadolu çoraplarını!
[1] Edip Cansever (2022), Sonrası Kalır / Bütün Şiirleri (1. Cilt), “Mendilimde Kan Sesleri”, Yapı Kredi Yayınları. [2] https://www.youtube.com/watch?v=mlg3H1StHpQ [3] Pierre Bourdieu (2021), Ayrım: Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi, Çev: Derya Fırat, Nika Yayınları. [4] Bourdieu’nün eserlerinde, habitus kavramı, zaman içerisinde farklı biçimlerde de karşımıza çıkmaktadır. Kavramı ilk olarak 1960'larda Cezayir'deki saha çalışmaları sırasında geliştirmiştir. Bu dönemde habitus, bireylerin içinde yaşadıkları toplumsal dünyanın içselleştirilmiş bir yansıması olarak görülür. Bourdieu'nun 1979'da yayımlanan "Distinction: A Social Critique of the Judgement of Taste" adlı eserinde habitus, toplumsal sınıfların yeniden üretiminde nasıl işlediğini ve bireylerin yaşam tarzlarını nasıl belirlediğini gösterir. Kavram, zaman içinde daha karmaşık ve çok boyutlu bir hale gelmiştir. Başlangıçta bireylerin toplumsal koşulları içselleştirme biçimi olarak ele alınan habitus, daha sonra toplumsal sınıf farklılıklarını, alan içindeki pratikleri ve bireylerin toplumsal dünyayı algılama biçimlerini açıklayan bir araç haline gelmiştir. Bourdieu'nun teorisinde habitus, bireyler ve toplumsal yapılar arasındaki sürekli etkileşimi ve bu etkileşimin toplumsal dünyanın yeniden üretilmesindeki rolünü anlamak için merkezi bir kavram olarak kalmıştır. [5] Plazalardaki ataerkil görünümlerden biri de “sıcaklık ayarı”dır. Kadınların görece daha düşük olan vücut sıcaklıklarına göre değil erkeklerin vücut sıcaklıklarına göre ayarlanır genelde. Düşük derecelerle başa çıkmak için kadınların yanında sürekli şal taşıdığı gözünüze çarpmıştır. [6] https://sendika.org/2022/02/kadinlardan-migros-iscilerine-destek-eylemi-vur-vur-inlesin-migros-dinlesin-646409 Görsel: Edward Hopper’ın çeşitli eserlerinden oluşan bir kolaj. Edward Hopper (1882 – 1967) sanayileşmeyle beraber değişen kent yaşamında bireyin yalnızlığı, yabancılaşması ve gündelik hayatı gibi konuları eserlerine taşımıştır.