Emekçilerin çalışma koşulları bulunulan ortama göre çeşitli farklılıklar gösterse de kapitalizm içinde büyükçe bir ortak payda oluştuğuna inanıyorum. Kurumların kar etme güdüsü ve buna referansla oluşan verimlilik bağımlılığı tüm çalışanları etkiliyor. Herkes terinin son damlasına kadar çalışarak işin “doğası gereği” hakkı olandan daima daha az olan bir ücreti almaya çalışıyor. Pek çok kişi ise, bu çözümlemelerin yalnızca klasik anlamıyla işçi sınıfı için geçerli olduğunu, günümüz koşullarında çokça çeşitlenen çalışma gruplarını kapsamayacağını iddia ediyor. Hatta biraz daha ileri giden yorumlar geleneksel işçi sınıfının yok olduğunu, bu sınıfın yerini giderek artan oranlarda hizmetler sektörü çalışanlarının ve beyaz yakalıların doldurduğunu dile getirmekte. Bu tartışmalar üzerine yorum yapmak yerine okuyucuyu mühendislerin, mimarların ve şehir plancıların çalışma koşulları üzerine olan bu tartışmayla baş başa bırakarak yorum hakkımı devretmek istiyorum.
Genel Durum
Kapitalizmi diğer üretim süreçlerinden ayıran en önemli özellik işgücünün metalaşmasıdır. Metalaşan işgücü, ticarete konu olan diğer nesneler gibi üretilir, satılır ve alınır. Kapitalist sistem içinde ticareti gerçekleşen nesne, insanın yaşam faaliyetinin önemli bir unsurudur. İnsan, işgücü piyasasında emeğiyle, yani çalışmaya ayırdığı enerji ve zamanla var olmaktadır. Bu gerçekten de varoluşsal bir durumdur; çünkü kapitalist toplum içinde bireylerin var olabilmesi için emeklerini ortaya koymaları gerekmektedir. Bu bir gerekliliktir; çünkü kapitalizm insanların elinden tüm alternatif varoluş biçimlerini almıştır. Artık insanların çoğu kendilerinin ve ailelerinin yaşamını sürdürmeye yarayabilecek temel iktisadi etkinliklerden (tarım, hayvancılık, balıkçılık, avcılık gibi) ayrılmıştır ya da ayrılmaya zorlanmıştır. Özetleyecek olursak, var olma araçları elinden alınan insanlara, özgür bir birey olup açlıktan ölmek ile yaşamın tüm olanaklarının sermayedara devredildiği bir koşul arasında “seçme olanağı” tanınmaktadır.
Bireyin işgücü piyasasındaki varlığını ve bununla etkileşim içinde şekillenen çalışma koşullarını yalnızca insanın yaptığı sayısız tercihten biri olarak görmek son derece yanlıştır. İnsanlar (tıpkı bir meta gibi) piyasada bulunmakla ve sonrasında da çalışma koşullarını kabul etmekle yaşamlarına ilişkin pek çok şeyi de bu koşullar çerçevesinde belirlemeye başlamaktadırlar. McNally’nin[1] de dediği gibi, işgücü piyasalarında sadece belirli bir malın değil daha ziyade insanın yaşam faaliyetinin önemli bir unsurunun ticareti yapılmaktadır. Marx ise durumu şu şekilde anlatmaktadır;
İşgücünün kullanılması, emek, işçinin kendi yaşam faaliyeti, yaşamını ortaya koymasıdır. Ve bu hayati faaliyetini, yaşaması için gerekli şeyleri almak amacıyla başka bir kişiye satar. Böylece onun yaşam faaliyeti sadece var olabilmesini sağlar. Yaşamak için çalışır. Emeğinin, yaşamının bir parçası olduğunun bile farkına bile varmaz; bu daha ziyade yaşamından yaptığı bir fedakârlıktır. Bu başkasına devrettiği bir metadır.[2]
Başta Marx olmak üzere pek çok yazarın dikkat çektiği diğer önemli bir nokta da yabancılaşma olgusudur. Kapitalizm içinde yaşayan insanın işgücü piyasalarında yer alması bir sorunsala işaret ederken, emekçinin çalışma koşulları da başka bir sorunsal içinde yer almaktadır. Belirli bir ücret karşılığında emeğini satan emekçiler içinde bulundukları çalışma süreçlerinin kontrolü, koşulları, hızı ve örgütlenmesi üzerindeki tüm söz haklarını işverene devretmektedirler. Bu ayrışma yabancılaşmanın birinci ayağı olurken diğer bir ayak da toplumsal işbölümü adı altında giderek artan uzmanlaşma eğilimidir. Uzmanlaşma ile iş sürecinin parçalarına yüksek oranda hâkim olan pek çok emekçi bütüne yönelik anlam üretme kapasitesini yitirmektedir. Çalışma ortamında iş süreçlerine yabancılaşan insan zamanla arkadaşlarına, ailesine, çevreye ve en sonunda kendine yabancılaşmaktadır. Yabancılaşma sonucunda birey varoluşsal bir girdaba girer ve çoğu zaman da bu girdaptan çıkamaz.
Konuyu mülkiyet ilişkileri, sermayedarın kâr edinme arzusu, giderek artan emek sömürüsü ve işçi mücadeleleri üzerinden daha da geliştirmek olanaklı ama bir an önce esas konuya dönmek istiyorum. Bu giriş ile kapitalist toplumlar içinde emek süreçlerinin nasıl bir bağlamda gerçekleştiğine ilişkin bir genel çerçeve çizmiş olduk. Yazının sonraki bölümü mühendis, mimar ve şehir plancı emekçilerin çalışma koşullarına odaklanacak, ortak yönler ve farklılıklar tanımlanmaya çalışılacaktır. Konuyu sistematik bir biçimde ele almak adına karşılaştırmayı meslek alanlarının sermayedar (ya da işveren) ile ilişkiler ve çalışma koşullarındaki sömürü düzeyi ile sınırlamayı tercih ettim. Sömürü düzeyi içindeki tartışmaları ise mühendis, mimar ve şehir plancıların uzmanlık alanlarına ilişkin eğitim ile uygulama arasındaki ilişkiler ile çalışanın kendini gerçekleştirme-geliştirme olanakları üzerine yaptığım yorumlarla zenginleştirmeyi amaçladım.
Emekçinin Sermayedar (İşveren) ile İlişkileri
Belirli bir soyutluk düzeyinde ve karşılaştırmalı olarak mühendislerin sermayedar ile ilişkilerini üç grubun en olumlusu olarak görmek olanaklı. Bir mühendisin çalışma konusu uygulamayla ya da sonuç ürünle yakından ilişkilidir. Diğer yandan mühendislik hesaplamaları tartışma götürmeyen (müspet) bir alanda yer almakta, bilimsel nesnellik ve akılcılık ile desteklenmektedir. Bu iki durum mühendisin görece korunaklı bir etkinlik alanı oluşturmasına olanak sağlarken işvereni ile de sınırları belirlenmiş bir ilişki kurmasına yardımcı olmaktadır. Bu ilişki içinde sermayedarın bilgisi oranında çalışma süreçlerine karışması olası iken çalışan ile işveren arasında bilimsellik temelinde bir uzlaşı olması beklenmektedir. Aksi durumda son ürüne yansıyacak olumsuzluklar ticari başarıyı etkileyecek, sermayedarın kâr etme motivasyonunu sekteye uğratacaktır.
Mimarlıkta ise işveren ile mimar arasındaki ayrım bulanıklaşmaktadır. İşveren kimi zaman son kullanıcı kimi zaman yatırımcı niteliğinde olunca mimarla kurulan ilişki de mühendislik ilişkisinden ayrışmaktadır. Ayrıca mimarlık uygulama alanında bilimsel bir boyut bulunmakla birlikte estetik de önemli bir bileşen olarak yer almaktadır. Bilimsel alanda nesnellik belirleyiciyken estetik alanda öznel değerler ön plana çıkmaktadır. Mimar ile işveren arasındaki ilişki bu öznellik üzerinden bir tartışma, müzakere sürecine dönüşmekte, sermaye odaklı üretim süreçleri de bu durumu zorunlu kılmaktadır. Ne de olsa mimar işverene bağımlı çalışmak durumundadır. Genç, deneyimsiz mimarlar bu süreçte çok söz sahibi olamazken kendini piyasa koşullarında ispatlamış “saygın” mimarlar süreçte daha güçlü konumlarda yer alabilmektedirler. Ancak mimari üretim süreçleri büyük oranda güncel mimarlık tartışmalarından, mimarın eğitiminden, birikiminden ve değer yargılarından ayrılmakta, işverenin eğitimini, birikimini ve güzellik anlayışını yansıtır nitelikte gelişmektedir.
Şehir plancıları ile işverenler arasındaki ilişkiler diğer iki meslek alanındakinden oldukça farklılaşmaktadır. Şehir plancıların işverenleri büyük oranda merkezi ve yerel yönetimlerdir. Bu işverenler en belirgin olarak taşıdıkları politik kimlikler ile tanımlanabilmektedirler. Bu nedenle mühendis ve mimarlardan farklı olarak plancı ile işveren arasındaki ilişkide sermaye dolaylı biçimde yer alabilmektedir. Buna rağmen işverenin plan üretim süreçlerine müdahalesi (siyasi ya da sermaye yönlü olsun) oldukça fazladır. Planlama süreçlerinin yoğun biçimde değer yargılarıyla ilişkili olması ve olası alternatifler arasındaki seçimin bu değer sistemleriyle şekillenmesi plancıdan ziyade işverenin değer sisteminin planlara yansımasına neden olmaktadır. Bu da kimi zaman siyasi kimi zaman sermaye, çoğu zaman da ikisinin birleşimi olan bir değer kümesinin sürece egemen olduğu bir ortam oluşturmaktadır. Bu ortamda plancının değer yargıları ve eğitimi tamamen yok sayılmakta ya da siyasilerin beklentilerini karşıladığı oranda işe yaramaktadır.
İşyerindeki Sömürü Düzeyi ve Çalışanın Kendini Gerçekleştirme/Geliştirme Olanağı
Çalışma koşullarındaki sömürü düzeyi kapitalist üretim süreçlerinin önemli bir tanımlayıcısı olunca üç meslek alanı arasında çok ciddi bir farklılaşma beklemek de anlamsızlaşmaktadır. Ancak mühendis, mimar ve şehir plancıların süreç deneyimleri arasında farklılıklar olduğunu gözlemlemek de olanaklıdır.
Mühendislerin üretim süreçlerine katkısının, üretimine katkıda bulundukları sonuç ürünlerin piyasa değerine paralel olarak mimar ve şehir plancılardan daha fazla olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu katkıya karşılık olarak işgücü piyasalarında mühendislere olan talep ve mühendislere verilen maaş diğer meslek alanlarından farklılaşmaktadır. Alınan ücretler ve çalışma koşulları üzerinden değerlendirildiğinde mühendislerin, mimar ve şehir plancılara göre çok daha tatmin edici koşullarda çalıştığını söylemek yanlış olmayacaktır. Benzer şekilde çalışma koşulları mühendisin eğitimini aldığı, uzmanı olduğu konuları uygulamasına da olanaklar sağlanmaktadır. Son ürünün piyasa değerini ve bağlı olunan kurumun rekabet edebilirliğini artırabilmek adına mühendislerin kendilerini geliştirmesine, bu gelişimi üretim süreçlerine yansıtmasına yönelik olanaklar da diğer meslek alanlarına oranla oldukça fazladır. Ne var ki bu koşulların dışında çalışmak zorunda olan mühendislerin de bulunduğu göz ardı edilmemelidir. Kronik işsizlikler ve buna bağlı olarak giderek artan sömürü düzeyleri özellikle genç, deneyimsiz mühendisleri olumsuz etkilemektedir.
Mimarların işgücü süreçlerindeki sömürü düzeyi yapılan işin bilimsel ve estetik değeri ile bu değerin piyasa karşılığı arasındaki ilişki ile şekillenmektedir. İşveren mimarın piyasa değeri oluşturma kapasitesine bakarak bir değer oluşturmakta ve bu değere bir karşılık vermeye hazır olmaktadır. İşveren, mimari ürünün piyasa değerinin “yüksek olduğuna kanaat ederse” mimar emeğinin karşılığını almaya biraz daha yaklaşacaktır. Ancak mimari ile piyasa değeri arasındaki bağlantı açıldıkça mimarın emeğinin de değeri düşecektir. Pek çok yapının tip mimari projeler üzerinden ilerlemesi, yenilikçi projelerin gündelik yaşam alanlarındaki eksikliği mimari projeler ile piyasa değeri arasındaki ilişkinin zayıf olduğunun göstergeleridir.
Mimari proje ile piyasalar arasındaki ilişkisellik içinde mimar, zaman zaman, eğitimini aldığı bilgiyi ürününe yansıtabilme olanağı bulabilmekte ve kendini geliştirerek (örneğin güncel mimari yaklaşımlar hakkında bilgi edinerek) sürece daha fazla katkı sağlayabilmektedir. Dahası, tıpkı mühendislik alanında olduğu gibi mimarlıkta da güncel ya da farklı bir uzmanlaşma alanlarından aktarılan bilginin (restorasyon gibi) mimari ürünün piyasa değerini artıracağı varsayılabilir. Bu olanaklar açısından bakıldığında mimarın öğrenimini aktaracağı, kendini geliştirebileceği bir alanı piyasa koşullarında yaratması olasıdır.
Konu şehir planlama açısından yine olumsuzluklarla doludur. Şehir plancısının içinde bulunduğu süreç planların soyutluk düzeyi arttıkça (ölçek küçüldükçe) kavranması zor bir hal almakta ve sonuç ürünün kavranabilirliği güçleşmektedir. Dahası, bu sonuç ürünün (planın) gerçekleşmesi söz konusu olduğunda süreç daha da karmaşıklaşmaktadır. Tüm bu karmaşıklığın kavranması şehir plancının eğitiminin bir parçası olurken işveren tarafında böyle bir kavrayışın gerçekleştiğini görmek çok olası değildir. Bu teknik olarak işvereni son ürüne yabancılaştıran bir süreçtir. Ancak süreci kavramasa bile sürecin sonuçları hakkında fikir sahibi olan işveren sürece her aşamada dâhil olma çabasındadır. İşveren siyasi talepler doğrultusunda planın şekillenmesini amaçladığından farklı düzeylerde gerçekleşen müdahaleler ile plancının eğitimini aldığı konuları ve bu eğitimle şekillenen değer yargılarını plana aktarması olanağı giderek kaybolmaktadır. Bunun sonucunda planlar bürokratik süreçlerin zorunlu parçaları haline gelirken plancılar ise araçsal bir konumda olan teknikerlere dönüşmektedirler. Plancının eğitimini aldığı konuları bile yansıtmakta zorlandığı bir ortamda kendini geliştirmesi ve sürece olumlu yönde katkı sağlaması hem (işveren tarafından) beklenmemekte hem de çok olası olamamaktadır.
Bunun yanında iş edinme süreci de plancılar açısından pek çok olumsuzluk içermektedir. Kapitalist sistem içinde savunulan serbest piyasa koşulları bile sağlanamamaktadır. Büyük çoğunlukla ihaleler üzerinden alınabilen planlama işleri büyük ölçekli ve siyasi olarak işverene yakın planlama bürolarınca kazanılmaktadır. Bu durum küçük ölçekli planlama bürolarının piyasada etkinlik göstermesini olanaksız hale getirmektedir. Var olan karne düzenlemesi de bu durumu pekiştirmekte, yeni mezun plancıları büyük büroların sömürü çarkının içine girmeye mecbur etmektedir. Tüm bu kurgu içinde planın niteliğinden çok maliyeti tartışma konusu olmakta, en az ücrete en çok işi yapanın kazandığı bir sistem oluşturulmaktadır. Böyle bir sistemde, daha önce de değinildiği gibi yeni mezun plancılar en olumsuz şartlar altında var olma mücadelesi vermekte ya da planlama alanı dışındaki işlerde etkinlik göstermektedir. Mesleğini yapmakta ısrar eden genç plancıların bir kısmı TMMOB ve Şehir Plancıları Odası’nın uygulatmak için yoğun çaba sarf ettiği en az ücret tarifesine bile haklı olarak tepki göstermekte, asgari ücrete ve hatta bu ücretin de altında çalışma olanağı elde etmeye çalışmaktadırlar.
Sonuç Olarak
Kapitalizm içindeki çalışma koşulları istisnasız tüm emekçiler için olumsuzluklarla doludur. Başka şansı olmayan milyonlarca emekçi, kıyasıya sömürülmek ile aç kalmak arasında tercih yapmaya zorlanırken farklı meslek grupları arasında, geneli değiştirmeyen ufak tefek farklılıklar oluşabilmektedir. Mühendislik, mimarlık ve şehir planlama meslek alanlarına ilişkin farklılıklara bu yazı çerçevesinde değinmeye çalıştım. İşveren ile ilişkiler, sömürü düzeyleri, çalışanların kendilerini var etme ve geliştirme olanakları üzerinden yapılan değerlendirmeler mühendisleri en avantajlı meslek alanıymış gibi gösterse de mühendislerin kötünün iyisi bir konumda olduklarını söylemek daha doğru olacaktır. Daha iyi çalışma koşullarının oluşması için mücadele etmek tüm meslek gruplarının temel amacı olmalıdır. Çalışma koşullarının en iyisinin ise kapitalizmin içinden çıkmayacağı açıktır.
[1] David McNally (2013), Başka Bir Dünya Mümkün, Küreselleşme ve Antikapitalizm, Çev: Oya Köymen, Yordam Yayınları. [2] Ibid., s:103.