Türkiye’de sosyalist hareketin işçi sınıfıyla kurduğu ilişki, özellikle 12 Eylül ve onu takip eden baskı döneminde hayli derin yaralar aldı. Öte yandan, adına ve misyonuna yaraşır biçimde, sosyalist hareketimiz her zaman işçi sınıfıyla bağ kurmanın yollarını da arayıp durdu. Dünyadaki benzerleri ile kıyaslandığında, ülkemiz sosyalist hareketinin işçilere, emekçilere, yoksullara olan ilgisini hiç kaybetmemesini hem sevindirici hem de övünç verici bulmalıyız.
Yine de bu ilginin sürekliliği onun her zaman doğru ve sağlıklı bir kuramsal zemine yaslandığı anlamına gelmiyor. Deyim yerindeyse, sosyalist hareketimizde işçi sınıfına gösterilen “duygusal” ilgi ile sınıf kavramına gösterilen kuramsal ilgi arasında bir boşluk hep yer aldı, almaya da devam ediyor. Tam da bu nedenle, son 40 yıla damgasını vuran neoliberal egemenliğin, özellikle de son 20 yılda şiddetlenen yeni proleterleşme ve mülksüzleşme deneyimlerinin Marksist kuram içerisinde çözümlenmesi konusunda çeşitli zorluklarla karşı karşıya kalındı.
Bu zorluklardan biri “kentli emekçiler” ya da “gri yakalılar” gibi teşbihlerle işaret edilen kesimlerin sınıf aidiyetini sarih biçimde saptamakta yaşandı. Öyle ki, aşağıda göstermeye çalışacağımız gibi, adıyla sanıyla işçi sınıfının bir parçası olarak tanımlanması gereken kesimler, hiçbir kuramsal karşılığı ve açıklayıcılığı da olmamasına rağmen, anaakım akademiden ithal edilmiş “orta sınıf” kavramının içine sokulmaya çalışıldı. Böyle yapmak normal kabul edilir edilmez de Gezi Direnişi’ni “orta sınıf radikalizmi” olarak çözümlemekten tutun da toplumsal muhalefetin değişik kulvarlarını “tuzu kuruların yaşam tarzı kaygısı” diyerek değersizleştirmeye kadar birçok anlamsız tavır ortaya çıkabildi.
Oysa işçi sınıfının tanımı ve iç yapısı, sermaye birikim biçiminin dayattığı dönüşümler, yeni sömürü ve baskı deneyimlerinin yıkıcı sonuçları ve tüm bunların sınıf ilişkileri ve mücadelelerine kazandırdığı görünümler hala çözümlenmeyi ve siyasal mücadelenin öncelikli gündemi haline getirilmeyi bekliyor. Hele hele, işçi sınıfıyla bağının hayli derin yaralar almış olduğunu söylediğimiz bir sosyalist hareketin hiç gecikmeden bu işe el atması, ulaşacağı sonuçları en ivedi biçimde siyasal ve örgütsel çalışmaya tahvil etmesi ve nihayetinde Türkiye işçi sınıfının siyasal temsilciliğini üstlenmeyi başarması gerekiyor.
Gereken bir şey daha var: O da bir ‘orta sınıf hayaleti’ tarafından yutulan bu kesimlerin, en temel göstergeler ve ölçütler açısından işçi sınıfının bileşenleri olduğu konusundaki kafa karışıklığının nihai olarak sona ermesi.
İşçi Sınıfı Derken…
Doğal olarak, işçi sınıfı tanımı ile ne kast ettiğimizin açıklığa kavuşturulması gerekir öncelikle. Zira, kentli emekçiler denen kesimlerin işçi sınıfının bileşeni olup olmadığı konusundaki kafa karışıklıklarının temelinde, işçi sınıfının nasıl tanımlanması gerektiğiyle ilgili yanlış tutumların olduğunu söylemek mümkün. Bunu yaparken Marksizmin yöntemsel ilkelerine ve saptamalarına dayanacağımızı ise belirtmeye gerek yok.
Marksizmin sınıfları ekonomi düzeyindeki çeşitli eşitsizliklerin bir sonucu olarak, daha açık bir deyişle bir “ekonomik olgu” olarak tanımladığı düşüncesi, herhalde en sık karşılaşılan yanlıştır. Marksizm, sınıfları (bu arada ekonominin kendisini de) sözcüğün en çıplak anlamıyla toplumsal olgular olarak kavrar. Çünkü, insan toplumlarının sınıflara bölünmesi, en başta üreticiler ile üretim araçlarının birbirinden kopmasının bir sonucudur ve bu da tümüyle toplumsal bir süreçtir. Bu nedenle, Marx’a göre sınıf, toplumsal işbölümünün eseridir ve tarih boyunca geçerli olmuş farklı üretim tarzlarındaki artık emeğe el koymanın farklı mekanizmaları[1] ile tanımlanmıştır. Elbette hem toplumda hem üretim sürecinde hem de sınıfların iç yapısında başka işbölümü türleri de söz konusudur; ancak bunlar sınıfsal ayrışmayı doğurmaktan çok sınıfsal ayrışmanın dolaylı ya da dolaysız sonuçları olarak görülmelidir. Örneğin, işçi sınıfının mesleki dağılımı ya da gelir farklılıkları gibi konular bu teknik işbölümü çerçevesinde incelenebilir.
O halde, toplumsal işbölümü çerçevesinden hareket ettiğimizde, sınıf tanımının ilk sözü üreticiler ile üretim araçları arasındaki, yani geçinebilmek için emeğini kiralamaktan başka hiçbir şeye sahip olmayanlar ile üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde bulunduranlar arasındaki ayrışmayı anlatır. Bu ayrışmanın kapitalizmde kazandığı görünüm proletarya ile burjuvazi, işçi sınıfı ile sermaye sınıfı, emekçiler ile patronlardır.
Sınıf tanımını bu noktadan başlattığımızda, daha ilk adımlarda bile şunu rahatlıkla söyleyebilecek açıklığa erişiriz: Sınıfsal aidiyet siyasal ya da ideolojik tercihlerle değil toplumsal işbölümünün bir sonucu olarak üretim ilişkileri içerisinde bulunulan konumla tanımlanabilir. Aynı biçimde, meslek, sektör, gelir düzeyi ya da üretim işlevi gibi değişkenler de sınıf tanımına değil, teknik işbölümüne dairdir. Dolayısıyla, sınıfın, dünya görüşünden ya da teknik işbölümünden hareketle değil, toplumsal işbölümü temelinde tanımlanması; bir tür “gelir eşitsizliği”nin ötesinde sömürü ilişkisi olarak anlaşılması gerekir.
Sınıf tanımının belirleyici ölçütlerine ulaşmaya çalıştığımızda, karşımıza çıkacak olgulardan biri de şudur: Sınıflı toplumlarda ve elbette kapitalizmde sınıf ilişkisi ve sömürü üreticiler ile üretim araçları arasındaki ayrışmaya dayanıyorsa, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduranlar hem üretim sürecini kendi çıkarları doğrultusunda yönetir hem de üretilen meta (ister ürün ister hizmet biçiminde olsun) onu üreten işçiye değil kapitaliste ait olur. [2] Bu anlamda, kapitalist toplumlar, iki büyük ve çıkarları uzlaşmaz olduğu için de düşman kampa bölünmüştür. Sermaye sınıfı, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olup üretim sürecini yönetirken, işçi sınıfı yaşamak için emeğini kiralamak zorundadır; üretim sürecini kendi çıkarları doğrultusunda yönetemez ve alabildiği ücret dışında üretiminin gerçek sonuçlarından faydalanamaz.
O halde, oldukça şematik bir özete başvurursak, Marksist sınıf kuramına göre işçi sınıfının, a.üretim araçlarından koparılan (mülksüzleştirme), b.yaşayabilmek için emek gücünden başka hiçbir şeyi olmayan (proleterleşme), c.üretim sürecinde tamamen kapitalistin yönetimi altında çalışıp üretiminin sonuçları hakkında tasarrufta bulunamayan (yabancılaşma) toplum kesimi olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak, özellikle 20. ve 21. yüzyıllarda gelişen teknolojiler ve üretim sürecinin örgütlenmesindeki değişiklikler sonucunda, burjuvazi ve işçi sınıfı tanımına uymadığı, her ikisinden de farklı özellikler gösterdiği iddia edilen çeşitli toplumsal kesimlerin varlığı, klasik Marksist çözümlemeyi reddetmek yönünde eğilimler doğurdu. Oysa Marksist sınıf çözümlemesi, sözü edilen çeşitliliği kapsayabilecek olanaklar sunmakla kalmamakta, bu tabloyu açıklayabilecek yegane yöntem olarak da hala karşımızda durmaktadır.
Buluşma Noktası: Kolektif emekçi
Kapitalist üretim tarzı, artık değerin emekçiden sızdırılmasına dayanan üretim ilişkileri tarafından belirlenmekle birlikte, ekonomik ve toplumsal yaşamdaki tek ilişki biçiminin bu olduğu söylenemez. Artık değerin üretimi ve sömürüsü temel sınıfsal yapılanmayı oluştururken, aynı artık değerin farklı toplumsal kesimler arasında çeşitli mekanizmalarla bölüşülmesi ara tabakaları ya da alt grupları oluşturur. Kapitalist üretim ilişkileri ve toplumsal yapı karmaşıklaştıkça bu ara tabakaların oluşumu da yoğunluk gösterir.[3]
Sınıf tablosunu karmaşıklaştıran bir diğer olgu ise, teknik işbölümü olarak adlandırdığımız süreçlerdir. Teknik işbölümü, toplumsal işbölümünden farklı olarak, esas itibariyle uzmanlaşma, işlevlerin eşgüdümü ya da üretim tekniklerindeki değişikliklerle oluşan farklılaşmaları ifade etmektedir. Bu anlamda, teknik işbölümü sonucunda ortaya çıkan farklılaşmalar sınıf içi ayrışmaları ya da sınıfların alt gruplarının oluşumunu etkiler.
İşte “orta sınıf” kavramı tarafından kuşatılmaya çalışılan kentli emekçiler sorununu içerisine yerleştirmemiz gereken çerçeve de tam olarak budur. Çünkü kentli emekçilerin “orta sınıf” gibi anlamsız bir yakıştırmanın ötesinde, Marksist yöntemle incelenmesi hem artık değerin yeniden bölüşümü hem de teknik işbölümünün doğurduğu sonuçlar bağlamında yürütülmelidir. Bu açıdan baktığımızda, zaman zaman savruk ve ciddiyetsiz biçimde “orta sınıf” olarak adlandırılan kesimleri en temel ölçütler açısından işçi sınıfının parçası olarak görmemiz gerekir.
İşçi sınıfının temel özellikleri (yani üretim araçlarının mülkiyetine ve emeğini satmak dışında yaşamını sürdürme olanağına sahip olmamak) düşünülürse büro emekçilerinin, hizmet emekçilerinin ya da beyaz yakalı olarak adlandırılan kentli emekçilerin açık bir biçimde işçi sınıfının üyeleri olduğu görülür. Bu anlamda, işçi sınıfını belirli meslek gruplarıyla özdeşleştirmek olanaksız olduğu gibi, “beyaz yakalı” gibi kimi sektörel tanımlara sıkıştırmaya kalkışmak da yanlış olur. Tıpkı Marx’ın gözlemlediği kapitalist dünya için olduğu gibi, günümüzde de işçi sınıfının “mesleki koreografi”si sürekli değişmektedir. İşçi sınıfının mesleki dağılımı, sınıf tanımından çok, sermaye birikim biçiminin gereksinimleri çerçevesinde anlaşılabilir.
İşçi sınıfının hiçbir zaman sabit bir meslek yapısı olmamıştır. Sermaye birikiminin ihtiyaçları değiştikçe bu yapı da değişmiştir. (…) Bazı işler yok olup başkaları yaratıldıkça işçi sınıfı da bu yeniden yapılanma sürecinin bir parçası olur.[4]
Benzer biçimde, hizmet sektöründe kafa emeği kullanarak çalışan emekçiler ile kol emeği ile çalışan emekçiler arasında sömürü oranı ve işin denetimi konularındaki farklar da neredeyse yok olmuştur. Daha önemlisi, hizmet sektöründe çalışanların tümü üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun bulunan ve yaşamak için emeklerini satmak zorunda olan emekçilerdir. Bu anlamda, kentli emekçilerin de içinde yer aldığı hizmet sektörünün büyümesi, işçi sınıfının daralmasını değil, tam tersine, genişlemesini ifade etmektedir.
Bir diğer başlık ise üretken emek ile üretken olmayan emek arasındaki tartışmadan doğar. Yaygın kanıya göre, Marx’ın işçi sınıfı olarak tanımladığı kesimler üretken emek türlerini icra eden sanayi işçileridir. Oysa Marksizmde üretken emek ve üretken olmayan emek, toplumsal işbölümünün değil, teknik işbölümünün sonuçları bağlamında ele alınmaktadır. Çünkü kapitalizmde artık değerin üretim sürecinde yaratılıyor olması, sermaye birikiminin de üretim süreciyle sınırlı olduğu anlamına gelmez. Meta dolaşımı, bu anlamda, sermaye birikiminin vazgeçilmez koşuludur. Dolayısıyla üretken olmadığı düşünülen emek türleri, metanın dolaşımını (yani artık değerin gerçekleşmesini) sağladıkları ölçüde üretken emek türleri arasında sayılır.
Öte yandan, üretken emek, asla el/kol emeğine indirgenemeyecek bir kapsama sahiptir. Kapitalist üretim ilişkileri ve sermaye birikimi, her aşamada farklı emek türleri gerektirmektedir. Bu nedenle Marx, üretken emeği, ürün üreten değil, artık değer üreten emek olarak tanımlamış ve “kapitalist için artık değer üreten, böylece sermayenin kendisini genişletmesi için çalışan emekçi üretkendir” demiştir. Çünkü ona göre, “üretim alanında kullanılan sermaye ile mübadele edilen emeğin tümü, sermaye için üretken emektir.”[5]
Bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde emek harcamasının yanı sıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa, üretken bir emekçi sayılır. Okul sahibinin, sermayesini, sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması hiçbir şeyi değiştirmez.[6]
Öyle ki, yukarıdaki özelliklerle tanımlanabilen bir topluluğun, fiili olarak üretim süreci içerisinde yer alması, hatta bir ücret sistemi içinde çalışması dahi tanımlayıcı bir koşul değildir. Kapitalizmde işsiz olan kesimler de işçi sınıfının üyeleri olarak tanımlanırlar. Bu anlamda, işçi sınıfı, emek gücünü satan kesimlerle birlikte emek gücünü satmaya hazır halde bulunan toplumsal kesimleri de kapsar. Çünkü, “gerçekte emekçi, daha kendisini sermayeye satmadan önce, sermayeye aittir.”[7]
Bütün bunlardan sonra, Marx’ın işçi sınıfını türdeş ve yekpare bir kütle olarak görmediğini belirtmeye gerek olmamalı. İşçi sınıfı, değişik katman ve kesimlerden, farklı ücret ve meslek gruplarından, çeşitli hizmet ve işlev türlerinden oluşur. Bu nedenle, işçi sınıfı, Marx tarafından “kolektif emek” boyutuyla ele alınır. Diğer bir deyişle, “kapitalist üretimde ürün üretim nesnesinin gerçekleşmesine farklı noktalardan katılan bireysel işçilerin birlikteliğini anlatan kolektif emeğin ortak ürünü olarak kendini göstermektedir.”[8]
(Kapitalizmde – abç.) ürün, bireyin doğrudan ürünü olmaktan çıkar, ve kolektif emekçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri, emek konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan bir emekçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. (…) Üretken biçimde çalışmak için artık el ile çalışmanız da gerekmez, kolektif emekçinin bir parçası olmanız, onun yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmanız yeterlidir.[9]
Gördüğümüz gibi, üretim sürecinin her aşaması farklı emek türlerini, işlevleri, mesleki becerileri gerektirir ve tüm bu emek türleri bir arada kolektif emek kategorisini oluşturur. Kısacası, üretim araçlarından yoksun bulunan, ücret biçiminde bir gelir karşılığında emek gücünü satan, üretim süreci üzerinde yönetim imkanına sahip olmayan ve kolektif emekçinin gördüğü işleri gören bir insan, ister kamuda çalışsın ister özel sektörde, ister meta üretiminde bulunsun ister hizmet üretiminde, işçi sınıfının bir parçasıdır.
Proleterleşmenin Şiddeti
Baştan bu yana sürdürdüğümüz tartışma, kentli emekçiler olarak adlandırılan kesimlerin basbayağı işçi sınıfının parçası olduklarını göstermek için gereken açıklığı sağlamış olmalı. Ancak, yine de tartışmayı bir miktar daha genişletmek, geçmişte işçi sınıfının bir parçası sayılamayan ve gerek mesleki becerilerinin özgünlüğüyle gerekse de sermaye birikim biçiminin ihtiyaçları çerçevesinde toplumsal yapıda kendine özgü katmanlar halini alan kesimlerin yaşadığı proleterleşme süreçlerine değinmek gerekiyor.
Türkiye’de en fazla “orta sınıf” tanımına sokulan gruplar da genellikle bağımsız meslek sahipleri olarak adlandırabileceğimiz bu kesimler oldu. Serbest çalışan, emek-ücret ilişkisine tabi olmayan ve genellikle eğitim yoluyla kazanılmış bir beceriyi uygulayan hekimler, avukatlar, mimar-mühendisler gibi grupların en önemli özelliği, emeklerini ve becerilerini sermayeye değil müşteriye satıyor olmalarıdır. Ancak, kapitalizmin mülksüzleşme süreçlerini genişletmeye ve artık değer sömürüsünü olabildiğince yaygınlaştırmaya çalıştığı son birkaç on yıldır, bu bağımsız meslek sahipleri grubunun aşınmakta, daha doğru bir ifadeyle proleterleşmekte olduğu görülüyor.
Meta ilişkilerinin toplumsal yaşamın her alanına yayılmasıyla birlikte, birçok bağımsız meslek sahibi, sermaye gruplarının yönetimi altına girerek işçileşmektedir. Örneğin, (10 yılı aşkın bir zaman önce yapılmış bir çalışmaya başvurursak) TMMOB tarafından 1976 yılında yaptırılan profil araştırmasında, çalışan mühendisler arasında özel sektörde istihdam edilenlerin oranı %16,3 iken, aynı oran 2011’de 40,4’e yükselmiştir.[10] Bu anlamda, bağımsız meslek sahipleri, giderek daha yoğun biçimde sermaye ile ücret ilişkisi içinde, sermayenin yönetimi altında çalışmak zorunda kalmaktadır. Aynı çalışmaya göre, 1976 ile 2011 arasında çalıştığı işteki görevi sorusuna “yönetici” olarak yanıt verenlerin oranı %29,1’den %10,7’ye düşmüştür. Her iki veri de mühendisler özelinde bağımsız meslek sahiplerinin işçileşmesi eğilimini göstermektedir.
Aradan geçen yıllar içinde bu eğilimin hızlandığını ve yaygınlaştığını kabul edersek (ki, etmeliyiz), günümüzde avukatlar, hekimler, öğretmenler, mühendis ve mimarlar, bilişim ve yazılım uzmanları gibi meslek türleri kapitalizmin emek rejimi koşullarına giderek daha fazla tabi olmakta, sahip oldukları mesleki bağımsızlığı kaybedip işçileşmektedir.
Aynı eğilim, tüketim ve yaşam tarzı gibi ölçütlerle de izlenebilmektedir. Çünkü mesleği, geliri, tüketim alışkanlıkları, kentsel deneyimleri, eğitim ve kültür birikimi gibi ölçütler açısından sergiledikleri profile bakarak “orta sınıf” kavramıyla tanımlanmaya çalışılan geniş bir emekçi grubu, tam da mülksüzleşme ve proleterleşme süreçlerinin hız kazanmasıyla, giderek yoksulluk ve emeğin metalaşması süreçlerini daha yoğun olarak deneyimlemekte, bu anlamda da işçileşmektedir. Mühendisler arasındaki profil araştırmasına dönersek, 1976 yılındaki araştırmada, araştırma yapıldığı sırada iş sahibi olanların oranı %98,7’dir. %1,3’lük işsiz mühendis oranı, 1998’de 7,7’ye, 2007’de ise %17,5’e çıkmıştır. Bunlar arasında 1 yıl içerisinde iş bulanların oranı ise 1976’da %85 civarındayken, 2007’de %74 civarına gerilmiştir.[11]
İşçileşmenin hızlanmasını en yakından deneyimleyen kesimler, beyaz yakalı olarak adlandırılan ve genellikle ofis ya da kamu çalışanı olarak hizmet üretiminde bulunan toplumsal gruplardır. Bu gruplar açısından rahatlıkla söyleyebiliriz ki, kapitalizmin esnek çalışma rejimi, beyaz yakalı çalışanlar arasındaki hiyerarşik bölünmeleri artırmış, çok sayıda beyaz yakalı işini vasıfsız iş haline getirmiştir. Sözleşmeli öğretmen sayısının 2007’de 20 bin civarındayken, 2010’da yaklaşık 75 bine yükselmesi, işin güvencesizleşmesinin ve aynı meslek grubunda iç hiyerarşiler örülmesinin göstergelerindendir.[12] Bir başka çalışmaya göre ise, çalıştıkları gün üzerinden prim ödendiği için ücretli ya da usta öğretici statüsündeki bir öğretmenin emekli olabilmesi için 125 yaşına kadar çalışması gerekmektedir.[13] Giderek beyaz yakalıların harcadıkları emek üzerindeki tasarruf hakkının tümüyle ortadan kalkması anlamına gelen vasıfsızlaşma sonucunda, kafa emeği ile kol emeği arasındaki ayrımlar da silikleşmekte, kafa ve kol emeği birbirine yakınlaşmaktadır.[14]
Hizmet sektörünün tüm ekonomideki payının arttığı da araştırmalarda görülmektedir. Ancak verilere göz attığımızda, hizmet sektöründeki genişlemenin işçi sınıfının da büyümesi anlamına geldiği görülmektedir. Örneğin, hizmet sektörünün toplam istihdam içindeki payı (2014 yılından bir araştırmaya göre), Cumhuriyet tarihinde %4’lerden yaklaşık %42’ye kadar yükselmiştir; İstanbul’da ise, toplam istihdamın %62,7’si hizmet sektöründe yer almaktadır.[15] Ancak bu yükselişe rağmen, hizmet sektöründe ‘burjuva’ların oranı 2005 ile 2011 yılları arasında binde 6 olarak sabit kalırken, emekçilerin oranı %58’den %64’e yükselmiştir.[16] Dolayısıyla, genişlemeye devam eden hizmet sektöründe sınıf atlama ve burjuvalaşmanın neredeyse imkansız hale geldiğini, buna karşılık hem işçi sınıfının hizmet sektörüne doğru kayışının hızlandığını hem de hizmet sektöründeki büyümenin işçileşmeyle birlikte ilerlediğini söylemek mümkündür.
Daha önemlisi ise, söz konusu grupların, kapitalizmin insan yaşamı üzerindeki baskısına ve tehdidine karşı savunma mekanizmaları geliştirmek konusundaki “acemi”liğini atamamış olması ve bunun karşı karşıya olunan şiddetli sömürüyü ve duygusal yıkımı ağırlaştırmasıdır. Sonuçta başarısızlık, güvencesizlik, belirsizlik ve geleceğe dair umutsuzluk, artık “yoksul” kitlelere özgü bir deneyim olmaktan çıkıp geniş kesimlerin gündelik deneyimi haline gelmiştir.[17]
Dolayısıyla, bir kısmı bağımsız meslek sahipliği gibi toplumsal katman terimleriyle tanımlanabilecek olan, bir başka kısmı ise görece uygun çalışma koşulları ve gelir düzeyleri nedeniyle yapılan yanlış değerlendirmeler sonucunda işçi sınıfına dahil edilmemiş olan geniş bir toplumsal kesim, kapitalist sermaye birikim biçimi ve emek rejiminin hırsları sonucunda hızla mülksüzleşmekte ve işçileşmektedir.
Sınıfı Arayanlar İçin Sonuç
Sosyalist harekette işçi sınıfının farklı kesimlerine yönelik bakışın her zaman sağlıklı yaklaşımlarla oluşmadığı belli. Buna göre, yukarıda genişçe betimlemeye çalıştığımız kentli emekçilere karşı takınılan tavırlardan biri, bu kesimleri “orta sınıf” olarak adlandırıp işçi sınıfını da sadece kol emeğiyle çalışan sanayi işçileri şeklinde tanımlamaktı. Böylesi bir yaklaşım, sadece işçi sınıfının çok geniş bir kesimini gözden çıkarmış olmakla kalmamakta, aynı zamanda sınıf kuramının son derece yanlış bir yorumuna dayanmaktadır.
İkinci tavır ise, esasında işçi sınıfının bileşeni olarak dolaysız “sınıf sorunları” yaşayan kentli emekçilere, salt yaşam tarzı bağlamlı söylemlerle erişmeye çalışmaktı. Bu yaklaşım da esasında kentli emekçileri “orta sınıf” olarak gören yaklaşımla akrabadır ve kentli emekçilere seslenmeyi akıl etse de onların siyasal ve toplumsal gücünü, bu gücün biriktiği cevheri, yani onların sınıf aidiyetini ıskalamaktadır.
Oysa, sosyalist hareket, kentli emekçiler sorununu bir “sınıf mücadelesi” sorunu olarak ele almayı, işçi sınıfının bu kesimlerine “sınıf” vurgulu bir söylem ve eylem tarzıyla yaklaşmayı daha fazla ertelememelidir. Dahası, sosyalist hareketin emekçi kesimlerle yeniden bağ kurabilmesi, onların temsilciliğini üstlenmesi hedefi açısından da kentli emekçiler son derece stratejik bir noktada yer alıyor. Başta Gezi Direnişi sırasında gözlendiği gibi, işçi sınıfının kentli kitleleri, gerek eğitim ve meslek deneyimleri gerekse kültür ve yaşam tarzı alışkanlıkları nedeniyle, sol ve ilerici değerlere açık bir pozisyon tutmakta, belirgin bir siyasallaşma ve mücadele potansiyeli taşımaktalar.
Tablo buysa, işçi sınıfının geleneksel kesimlerine yönelik çalışma planlarına ve araçlarına benzer biçimde, kentli emekçilere yönelik çalışmanın plan ve araçları hakkında da düşünmeye başlamak için vakit gelmiş demektir.
Kentli emekçileri “orta sınıf” çuvalına dolduran veya onları bir “life style grubu” olarak değerlendiren yaklaşımların güç kaybetmesi sevindiricidir. Bu sevinç, sosyalist hareketle işçi sınıfının kitlesel ölçekte buluşması ve mücadeleye atılması için gereken fikri ve fiili dönüşümün vesilesi kılınabilirse, ne mutlu! Birçok şey için, ama en başta da ülkece itildiğimiz bu karanlık uçurumdan kurtulmak için sınıfı aramak ve bulmak şart. Kentli emekçiler ise, bu arayışta bir lüks değil ihtiyaç
[1] Karl Marx; Kapital Cilt 1, Çeviren: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Dokuzuncu Baskı, 2009, s. 216. [2] a.g.e., s. 187. [3] Korkut Boratav; İstanbul ve Anadolu’dan Sınıf Profilleri, İmge Yayınları, İkinci Baskı, 2004, s. 19. [4] Alex Callinicos ve Chris Harman; Değişen İşçi Sınıfı, Çeviren: Osman Akınhay, Z Yayınları, 1994, s. 15. [5] Sungur Savran ve E. Ahmet Tonak; “Üretken Emek ve Üretken Olmayan Emek: Açıklığa Kavuşturma ve Sınıflandırma Denemesi”, Praksis No: 16, 2006, s. 33. [6] Karl Marx; a.g.e., s. 484. [7] Karl Marx; a.g.e., s. 551. [8] Tülin Öngen; Prometheus’un Sönmeyen Ateşi – Günümüzde İşçi Sınıfı, Alan Yayınları, İkinci Baskı, 1996, s. 173. [9] Karl Marx; a.g.e., s. 483. [10] Serdal Bahçe; “Orta Sınıf Miti ve Mühendisin Nemesisi”, Praksis No: 32, 2013, s. 155. [11] Serdal Bahçe; a.g.e., s. 156. [12] İlknur Üstün; “Ataması Yapılmayan Öğretmenler”, içinde Boşuna mı Okuduk?: Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği, (Der.) Tanıl Bora, Aksu Bora vd., İletişim Yayınları, 2011, s. 281. [13] Esin Ertürk; “Türkiye’de Öğretmenlik Mesleğinin Dönüşümü”, içinde Sınıftan Sınıfa – Fabrika Dışında Çalışma Manzaraları, (Der.) Ayşe Buğra, İletişim Yayınları, 2010, s. 125. [14] Ebru Işıklı; “Ofis Çalışanlarının Yalnızlığı”, içinde Sınıftan Sınıfa – Fabrika Dışında Çalışma Manzaraları, (Der.) Ayşe Buğra, İletişim Yayınları, 2010, s. 182. [15] Ahmet Haşim Köse; “Toplumsal Sınıf Perspektifinden Çapulculara Bakmak”, içinde 18 Brumaire’den Taksim Direnişine – Gezi’yi Soldan Kavramak, (Der.) Akif Kara, Özgür Karaduman vd., Kalkedon Yayınları, 2014, s. 62. [16] a.g.e.; s. 64. [17] Richard Sennett; Karakter Aşınması – Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri, Çeviren: Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları, 2005, s. 125.