Kayıp Kentlere Bir Ağıt: Sonra Sebatkâr, Bazen de Cüretkâr Bir Adım

Sinem Yıldız1 Haziran 2024

“İçinizde, nedenini bilmediğiniz hıçkırıklar vardır.
Sanki sizin dışınızda bir şeymiş gibi kıyınızda kalakalırlar,
size kavuşamazlar ki onları ağlayarak atasınız.”[1]

Son yıllarda pek çoğumuzun dilinden “Beyoğlu bitti”, “o mekâna gidilmez artık”, “Galataport’a adım atmam”, “yeni AKM güzel oldu ama oradaki bir etkinliğe bilet alırken iyi hissetmiyorum”, “AVM içindeki Emek Sineması’na ayak basmak ihanettir”, “ya biri beni orada görürse” gibi cümleler eksik olmuyor. Hepimiz Gezi Direnişi’nden sonra o meşhur dondurmacıya aylarca, hatta yıllarca gitmedik, değil mi? Bununla beraber, artan fiyatlardan ötürü önünden bile geçemediğimiz mekânlar, artık yalnızca turistlerin müdavimi olduğu yerlere dönüştü. Biz ise hep kapı dışı ediliyoruz. Hatta yıllar süren kentsel mücadeleler sonucu “bizim” kıldığımız mekânlara bile ağzımızın tadıyla gidemiyoruz artık. Paramız yok, belki de zamanımız. Oysaki Gezi Parkı yanı başımızda duruyor. Çok değil, on bir yıl önce, kentten silinen mekânlara bir yenisi daha eklenmesin diye verilen o mücadelenin bize kalan en güzel, en onurlu hatırası, sanki kentin ortasında bir karadelik gibi. Tüm bu “gidememe hali”nin elbette birçok sebebi var; şüphesiz ekonomik sebepler bunların en başında geliyor. Yalnızca gidip bir film, tiyatro izlemek için verilen bedelin çok yüksek olması değil neden; bu alanlara gitmek için sahip olmamız gereken “boş zaman”a da el konmuş durumda.

Kulağa “umutsuzca” gelebilir ama “kayıp mekânlar” demeyi tercih ettiğim kentin bu kamusal, yarı/kamusal alanları, giderek zihin haritamızdan da gündelik pratiklerimizden de siliniyor. Bilgisayar oyunlarında aşılan görevleri gösteren haritalar vardır. Henüz geçemediğimiz bölümlerin rengi genellikle gridir ve bölüm atladıkça renklenir. Bizim içinse durum tersine işliyor gibi. Kente baktığımızda artık kocaman griler, renklerini kaybetmiş bölgeler görüyoruz. İktidar ve sermaye tarafından el konan bu alanlar, ellerimizden kayıyor ve çoğu zaman naçar kalıyoruz. Büyük bir üzüntü, bazen öfke içinde renklerin soluşunu izliyoruz. Bazen hiçbir şey bile hissetmiyoruz esasen. Yalnızca içimizde “oraya gitme” diye bir ses duyuyoruz sanki ama bu sesi durup anlamlandırmaya vaktimiz bile yok. İçinde bulunduğumuz bu durumu tanımlamanın pek çok ifadesi var şüphesiz; ne yazık ki “yas” bunlardan biri.

Devam etmeden önce, anlatıyı kurduğum “biz”i açma ihtiyacı hasıl oluyor bu noktada. Kendimi de kattığım açık olan bu duygudaşlık, elbette bir sınıfa; ama çoğunlukla kültürel pratikleriyle, gündelik hayatında yapıp ettikleriyle de kentin bahsi geçen mekanlarına değme “fırsatına” erişmiş kentli emekçilere, yani proleterleşmiş beyaz yakalılara ait. Tabii ki hepimizin aynı duyguda buluştuğunu söylemek güç, ancak içerisinde bulunduğumuz toplumsal konumu belirginleştirmek için bazı olguları öne çıkarmak ve bunların üzerinden bir tespit yapmak mümkün.[2] Olguların tespiti, içinde bulunduğumuz koşulları değerlendirmeyi de gerektirir ve tabii kentler üzerine düşen yası seçimler ekseninde de ele almayı.

Kayıp Mekânlara Bir Ağıt
“Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.
Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam;
ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya.”[3]

Evet, büyük bir yas içindeyiz. Elimizden çalınan her bir mekân ve kayıp giden her bir dakika, bizi üzüntüye, umutsuzluğa ve endişeye sürüklüyor; belki de hissizliğe. Öyle ki kayıp karşısında artık öfke bile duyamayacak kadar yorgun ve bıkkınız. Yas içindeyiz çünkü yas, yalnızca birini kaybedince duyduğumuz bir his değil. Yas, aynı zamanda kaybedilen idealler, yurt, bağımsızlık gibi değerlere ve diğer değer verdiğimiz mefhumlara da verilen tepkilerden biri. Zamanı ve mekânı “kayıp” sıfatıyla anmamın nedeni şüphesiz bu. Hatta bunun için Galce bir kelime de var: hiraeth. Hiç var olmamış bir yuvaya, dönemediğimiz eve, ya da kayıp bir mekâna duyulan yas hissini tanımıyor.[4] Bunun yanında zaman da bir “kayıp” olarak önümüzde duruyor. Biri[5] –kapitalizm– zamanımıza el koydu ve hiçbir şeyin yetişmemesi, bizi öfkelendiriyor. Bu duygu içerisindeyken bir şeyler yapmaya, kalkıp adım atmaya dahi takatimiz kalmıyor.  Yirminci yüzyılın başında özellikle kadınların mücadelesi ile kazanılan boş zaman, yine bir avuç sermayedarın elinde tarumar ediliyor. Kapitalist, boş zaman ve tembellik etme hakkının çalışanlara ancak bir lütufmuş gibi sunulması gerektiğini düşünür. Lafargue ise bireyin fiziksel ve zihinsel potansiyelini başkası için değil kendisi için kullanması gerektiğini söyler.[6] Ama biz yine tırnaklarımızla kazandığımız “zaman”a bir ağıt yakıyoruz; “kimselerin vakti yok tabii, durup ince şeyleri anlamaya.”[7]

Yas, genel anlamıyla bir kaybın ardından meydana gelen uzun süreli ve acı veren bir durum olarak tanımlanıyor.[8] Bir diğer ifadeyle yas, bir kaybın ardından kayıp yaşayan bireylerin verdiği davranışsal, bilişsel ve duygusal tepkiler olarak da nitelendiriliyor. Bu his, uzun süre devam ettiğinde ve gündelik yaşamımızı etkilemeye başladığında kronik bir hale de gelebiliyor. Toplumsal olarak uzun yıllardır yaşadığımız kayıpları düşündüğümüzde, içinde bulunduğumuz sıkışmışlık hissi, çoğu zaman pratikte ve bir tepki olarak “eylemsizlik” şeklinde karşımıza çıkıyor. Kayıp mekânlara artık gidemeyişimiz de bu bağlamda anlam kazanıyor.

Bir yandan kayıplarımız ardından duyduğumuz yasa verilen tepkiler çok olağan. Bu sebeple bu tepkileri “hastalık” olarak değerlendiren yaklaşımlardan uzak durulmalı. Yasa verdiğimiz tepkilerden biri de şüphesiz öfke. “Öfke”, bireyin kontrol edemediği duyguları başkalarını suçlayarak, saldırgan davranış göstererek hislerini kontrol altına alma girişiminde bulunma durumu, olarak tanımlanıyor.[9]  “Öfke” duygusuna kendi kent deneyimimden bir örnek vermek isterim. Narmanlı Han’ın restorasyon sürecinde bir değişim programı için bir yıl İstanbul’dan uzakta kalmıştım. Bu aynı zamanda İstiklal Caddesi’ndeki tramvay hattının da yenilendiği ve tüm caddenin inşaat şantiyesi görünümüne büründüğü döneme denk geliyordu. İstanbul’a döner dönmez Taksim Meydanı’ndan Şişhane’ye doğru bir yürüyüş yaptım, biraz da hasret gidermek için. Caddenin görüntüsüyle beraber giderek artan hüznüm Narmanlı Han’ın önüne geldiğimde koskocaman bir öfkeye dönüştü. Şeker hamuruyla kaplanmış gibi gözüken dev pastaya baktım. Tramvay hattından dolayı kazılmış caddenin bir yanından diğer yanına geçmek için tahta kalaslardan kurulan köprünün üstünde öfkeden ağlayarak projeyi çizen Sinan Genim’den[10] buna izin veren belediyeye ve koruma kuruluna kadar büyük bir hınç duyduğumu hatırlıyorum. Öç hissi de öfkemi takip etti ancak aradan geçen zamanda yaptığım tek şey, Narmanlı Han’a adım atmamak oldu. Çünkü yasa verilen tepkilerinden bir diğeri de kendini suçlama, tabii bunu çok sonra fark edecektim. Kendini suçlama duygusu, bunun bireysel bir eksiklik olduğu bilinciyle birleştiğinde içinden çıkılmaz bir hal alabilir. Tek başına müsebbibi olmadığımız kayıplarla tek başına başa çıkmak zorunda olmadığımızı bilmeliyiz.

Tüm bu hisler kaçınma pratiklerinde de hayat buluyor. Öfkeyi “başkasına duyulan bir his” olarak tanımlayan yaklaşımdan bahsetmiştim. Ancak özellikle kayıp mekânlar ve zaman bağlamında düşündüğümüzde, kendimize duyduğumuz öfkeden bahsetmek de mümkün; çünkü “kayıp mekânlar” ile ilgili kendimizi sorumlu tutuyoruz. Yeterince mücadele vermediğimiz, uğruna yeterince savaştığımızı düşünmediğimiz için okun sivri ucunu hep böğrümüze saplıyoruz. Kaybettiğimiz için kendimizi suçladığımız, yalnız bırakılmış hissettiğimiz, öfke duyduğumuz, bazen nostalji hissiyle dolup geçmişi idealize ettiğimiz durumlarla[11] başa çıkamıyor ve çareyi artık bize tüm bu duyguları hatırlatan mekânlara “gitmemekte” görüyoruz. Tüm bunların yas sürecinin tepkileri olduğunu hatırlamalıyız. Yas tutmak kaybedilen kişiyi, mekânı, idealleri unutmak ya da artık sevmemek, istememek anlamına gelmez. “Orası artık güzel değil”, “çok kalabalık”, “her yer turist dolu” cümleleriyle tecessüm eden inkâr, aslında bu alanları unuttuğumuzdan ya da sevmediğimizden değil.

Tüm bu kayıpla çelişir bir biçimde, elimizden kayıp gittiğini düşündüğümüz mekânlar esasen çoğunlukla fiziki olarak yerinde. Hâlâ orada olan bir varlığın kaybolduğuna ilişkin bir hissi tanımlamak daha da zorlaşıyor, doğal olarak iyileşme sürecini yönetmek de. Belirsizlik, çoğu zaman öngörülen olumsuz sonuçlardan daha da stresli.[12] Pauline Boss’un “belirsiz kayıp teorisi ve donmuş yas” olarak adlandırdığı yaklaşıma göre, varlık ve yokluk durumu fiziksel ve psikolojik açıdan iki biçimde tanımlanır.[13] Fiziki olarak artık var olmayan birine ve mekâna duyulan kayıpların sınırları daha belirgin çizilebiliyorken, fiziki olarak var olan bir mekâna gitmeyerek yaşadığımız gündelik pratiklerin kaybını tanımlamak zorlaşıyor. Sansaryan Han’ı ele alalım örneğin. Siyasi tarihte muhaliflerin işkence gördüğü eski karakol binası olarak, azınlık tarihinde ise Erzurum’daki Ermeni çocukların eğitimi için yapılan okulun bütçe açığını kapatması amacıyla inşa edildiği bilinen, Ermeni bir mimara ait bu han, artık lüks bir otel. Orada, hâlâ yerinde; ama bu yapıya sanıyorum pek çoğumuzun gitmesi mümkün değil. Burada toplumsal hafızaya katmanlı bir darbe de söz konusu. Otel işlevi aktifken gitmek de istemeyiz, o ayrı. Bunun yanında yalnızca ekonomik sebeplerle “orada bir mekân var uzakta, gitmesek de görmesek de bizim mekânımızdır” diyemeyeceğimiz yerler mantar gibi her yeri sardı. “Sana bir tepeden baktım İstanbul” dizelerini dizebileceğimiz tüm mekânların teras katları, bir çay bile içemeyeceğimiz kadar pahalı otellere, restoranlara dönüşmüş durumda. Haliyle emin olamıyoruz tam anlamıyla, bu mekân var mı yok mu?  Ya da şöyle sorayım, bu mekan kimin için var, kimin için yok?

Dolayısıyla elimizi eteğimizi çekme sebeplerini anlama çabamızda, içerisinde bulunduğumuz duygu durumunun tanımını iyi yapmanın, ismini doğru koymanın en önemli ilk uğrak olduğunu hatırımızda tutmakta fayda var. İşte o zaman bunun yalnızca bireysel bir geri çekilme olmadığının, toplumsal kaynaklarının çok güçlü olduğunun tespitini yapabilir, yasla mücadele araçlarımızı buna göre biçimlendirebiliriz. Ama önce hissettiğimiz duyguyu tanımlayacak, buna verdiğimiz tepkileri analiz edecek ve ardından bir ağıt yakacağız. Bu ağıt “naçar zamanlarda yükselen yardım ve destek çığlığı”; bir işaret fişeği olacak.

Sokaklarda Dolaşmak (dérive) Yeterli mi?
“Günahlar burada aynı kalmaz, sürekli değişirdi. Bu yüzden kent, bilinen değil her gün öğrenilen yerdi.
Onun gizemi, değişim hevesini kamçılar, geleceğe bağlanma isteğini körüklerdi.”[14]

“Kayıp mekanlar ve kentler” uzun süredir gündemimizde. Bu alanların temellük edilmesi için birçok işaret fişeği de atıldı. Bunlardan biri de ’68 Hareketi’ne verdiği ilhamla, hatta daha fazlası, hareketin ateşleyicisi olmasıyla bilinen Sitüasyonist Enternasyonal (SE) tarafından atılmıştır. Guy Debord’un 1967’de yayımlanan Gösteri Toplumu eseriyle etkilediği hareket, 1950 ve 1960’lar boyunca aktif olmuş, 1972 yılında dağılmış olsa da günümüze kadar, ortaya koyduğu fikirler çeşitli çevrelerden gelen eleştirilerle beraber savunulmuştur. SE, 1957 yılında Avrupa’da avangart sanatçılar, siyasi ve entelektüel çevreler tarafından kurulan sol radikal bir hareket olarak bilinir. Temel amaçları, kapitalist toplumu ve kapitalist toplumda yaşayan bireylerin gündelik hayatını analiz etmek ve eleştirmektir. Mekânların dönüşümü ve kaybı üzerinde durmuşlar ve kentsel mekânların kaybına karşı yaratıcı ve eleştirel birtakım araçlar geliştirmeyi hedeflemişlerdir. Bunu yaparken sanat pratiklerini siyasetten ayrılmaz olarak tanımlarlar ve sanatı mevcut düzeni yıkmada bir araç olarak görürler.

SE, mekânın gündelik pratiklerle dönüştürülmesi amacı çevresinde bazı kavramlar ortaya atmış, hâlihazırda var olan bazı kavramları da kullanmaya devam etmiştir. Kullanmaya devam ettikleri, Charles Baudelaire’in, evinden uzakta ama her yerde evinde hisseden tutkulu bir gözlemci olarak tanımladığı flanör[15] kavramı bunlardan biridir. Esasen Baudelaire’nin flanörünün devamı olarak düşünülebilecek olan ve ilk olarak 1958 yılında Guy Debord’un The Theory of the Dérive yazısında bir psikocoğrafya terimi olarak karşımıza çıkan “dérive”[16] de bunlardan bir diğeridir. Sitüasyonistler, psikocoğrafya kavramını kullanarak mekânların insanlar üzerindeki duygusal etkilerini incelerler. Dérive, “sapmak” “sürüklenmek” anlamlarına gelen Fransızca kökenli, dolaşma pratiğini tanımlayan bir kelime. SE’a göre dérive, amaçsızdır; önceden belirlenmiş bir hedefi ve rotası yoktur; spontanedir; katılımcılar anlık olarak karar verir ve kentin sunduğu fırsatlara göre hareket eder; oyundur; katılımcıların kentsel mekânı keşfetme, yaratma ve eğlenme özgürlüğüne sahip olduğunu söyler; eleştireldir; mevcut kentsel düzeni sorgular, kentin gizli yanlarını keşfeder ve alışılmış yöntemlerden saparak yeni bir yaklaşım geliştirir. Henri Lefebvre’in Modern Dünyada Gündelik Hayatın Eleştirisi ve Mekânın Üretimi eserlerinde gündelik hayatta mekânın sosyal üretimine odaklanması da SE’in mekana ve kente yüzünü tam anlamıyla çevirmesinde etkili olmuştur. Lefebvre, mekânı bir sosyal ürün olarak ele alır ve mekânsal pratiklerin toplumsal ilişkilerle iç içe geçtiğini iddia ederek bu alanı inceler.[17]

1960’lı yıllarda geniş bir coğrafyada etkili olan hareket içerisinde SE’in tezlerini takip eden bir grup, Nanterre Üniversitesi’nde eylemler gerçekleştirir. Devamında kentin pek çok üniversite ve fabrikasında, sokaklarında, kentin hareketli dinamiğini merkeze alıp genişleyen eylem repertuarı yayılır. Esasen ’68 hareketinin ateşini yakmıştır bu eylemler. Debord ve arkadaşlarının kurduğu İşgallerin Sürdürülmesi Konseyi “Bu devrimci bir harekettir ve zafer kazanmak için, ne yaptığının bilincinden başka her şeye sahiptir” [18] diyerek dérive’nin amaçsızlığına ve spontaneliğine vurgu yapacaktır. Ancak mekânları bilince sahip bir politik hareket olarak dönüştürmekle bir birey olarak, sadece “mekânda bulunarak” dönüştürme potansiyeli arasında fark vardır. Aynı zamanda mekânın da dönüştürücü bir etkiye sahip olduğu gözden kaçırılmamalıdır; üstelik bu mekânlar artık büyük sermaye gruplarının tasarrufundaysa. Örneğin “Beyoğlu bitti” söyleminin ardından bölgede bulunan esnafların, bazı mekân sahiplerinin ve küçük işletme sahibi esnafın “Beyoğlu bitti diyorsunuz ama buralara artık gelmiyorsunuz” dediğini işitmişizdir. Bu “mekâna gitme” pratiğinden etkili bir sonuç bekleniyorsa da bu, SE’nin söylediği gibi bilinçten uzak ve spontane olduğunda değil, bilinçli ve kolektif bir hareketin içerisindeyse anlam kazanacaktır. Örneğin geçtiğimiz aylarda Galataport’a kefiye ile girmek isteyen biri, güvenlik görevlileri tarafından engellenmişti. Kısa bir internet araştırması, Galataport ve sair büyük sermaye grupları tarafından yönetilen AVM’lere girişlerde yurttaşların yaşadığı sorunları görecektir. Dolayısıyla bazı mekanlar, artık “anlık, amaçsız, spontane” eylemlere izin vermeyecek kadar mevcut kapitalist ilişkilerin tesiri altındadır.

Harvey, Postmodernliğin Durumu’nda sermayenin dönüştürücü etkisinden şöyle bahseder: “Sermaye bir süreçtir, bir şey değil. Toplumsal hayatın meta üretimi aracılığıyla yeniden üretimi sürecidir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşayanlar olarak hepimiz bu sürecin bir parçasıyız. Sermayenin içselleşmiş işleyiş kuralları, içinde kökleştiği toplumu hiç durmaksızın, sürekli olarak dönüştüren dinamik ve devrimci bir toplumsal organizasyon tarzı olmasını sağlayacak bir yapıya sahiptir. Süreç perdeler ve fetişleştirir, büyümeyi yaratıcı yok etme aracılığıyla sağlar, yeni ihtiyaç ve istekler yaratır, insanın emek kapasitesini ve arzuyu sömürür, mekânları dönüştürür, hayatın temposunu hızlandırır. Aşırı-birikim sorunları yaratır; bu sorunlara ancak sınırlı sayıda çözüm bulunabilir.”[19] Buraya önemli bir parantez açmakta fayda var. Marksist teori ve pratiği bazı yönlerden benimsemiş olan SE, önemli bazı noktalarda da ayrım çizgisi çeker. İki hareket de kapitalizmin toplum üzerindeki etkisini inceler, eleştirir ve devrimci dönüşümle aşılacağını düşünürken Marksizm sınıf mücadelesini ve proletaryanın devrimci potansiyelini temel unsur olarak kabul eder. SE ise bireyin gündelik hayatta yaratıcı yollar, aniden gelişen eylemler, sanat ve kültür alanındaki üretimler yoluyla kapitalizme karşı koyacağını söyler. Peki, kent emekçileri, mavi yakalı ve beyaz yakalı içiler, günlerinin on saatini işte, iki saatini işe ulaşmak için yolda geçirirken; “mekanda bulunmak” ihtimal dahilinde mi?

“Seçim Kazanmak”, Kenti Kazanmak mıdır?

İçerisinde bulunduğumuz “yas” hissini ve bunu doğuran “kayıp mekanlar” hikayesini bir de seçimler üzerinden değerlendirelim. 2023 yılının Mayıs ayında gerçekleşen genel seçimde, büyük bir hezimete uğrayan muhalefet, adeta bir karabulutla çepeçevre sarıldı; ya da o kadar iktidarın değişeceğine inanmıştık ki, –mış gibi oldu. Geçtiğimiz aylarda gerçekleşen yerel seçimlerde ise, ana muhalefet partisinin ezici çoğunlukla pek çok yerelde seçim kazanmasıyla karabulutlar dağıldı; ya da artık o kadar bıkmıştık ve minicik bir ışığa ihtiyaç duyuyorduk ki, bu da –mış gibi oldu.

Her iki durum için de –mış gibi olma durumunun izaha ihtiyacı var. İlk –mış gibi için, biraz genel seçim öncesini hatırlamak gerek. Ülkenin dört bir yanında bir hareketlilik söz konusuydu. Bir yanda cumhurbaşkanının “yasak”lamasına rağmen greve devam kararı alan Schneider Enerji işçileri, çalışma koşullarının düzeltilmesi için iş bırakan LC Waikiki depo işçileri, ücret artışı için mücadele eden Trendyol Go motokuryeleri gibi sayısız işçi direnişi, bir yanda yüzlerce gündür direnen Boğaziçi öğrencileri vardı. Bir taraftan pek çoğu CHP’nin iktidarda olduğu Çiğli, Bornova, Bakırköy, Avcılar, Çaybaşı belediye işçileri grev kararı aldı, bir diğer taraftan Akbelen’de köylüler, Validebağ’da mahalleliler, İliç’te emekçiler ve meslek örgütleri yaşam ve ekoloji mücadelesi veriyordu. Yurtlarda barınma hakkı, hatta yaşama hakkı için seslerini arşa çıkaran öğrenciler “tarikatlar kapatılsın” dedi. Eşit şartlarda var olmak, yaşamak, çalışmak için kadınlar 8 Mart’larda “geceler bizimdir” diye haykırdı. Sayması imkânsız daha niceleri, “mekân bizim” dedi. Bununla beraber, Şubat ayında büyük bir “felaket” yaşadık ve buna karşın büyük bir dayanışma seferberliği içinde, devletin uğramadığı en ücra köşelere ulaştık. “Yeşereceğini bildiğimiz bahçelere inatla elimizi diktik”. Bir hocamın deyişiyle “umutsuz olmak çok lükstü.” İşte bu atmosfer içinde genel seçimlere girdik. Yirmi yıldan uzun süredir sosyal haklarımız, mekanlarımız, ideallerimiz, geleceğimiz gibi birçok “kaybın” müsebbibi, AKP-MHP blokunu tarihin tozlu sayfasına göndereceğimizden neredeyse emindik. Bu haletiruhiye içerisinde, “Erdoğan’ı gönderememek”, “yenilgi” olarak adlandırmaya çok uygun düştü.

Şimdi bir diğer –mış gibi’ye bir göz atalım. Tarih bu sefer 31 Mart 2024’ü gösteriyor. CHP, bazıları da sürpriz olan pek çok büyükşehir ve ilçe belediyesinde seçim kazandı. Kabaca bir yorumla, halk “AKP-MHP” blokunu göndermek üzere bir çizgide buluştu diyebiliriz sanırım. Bu durum, kentlerin yönetimi konusunda liyakatin gözetileceği, kültürel iktidarın ibresinin döneceği, bazı sosyal hakların yerel politikalar yoluyla kazanılacağı anlamına geliyordu elbet, hala da geliyor. Ama tüm bunlar, bizde biraz da –mış gibi tınlamıyor mu? Sadece ses değil, görüntü de vardı bir yandan. İBB’nin kent lokantalarını çoğaltması, HPV aşısını ücretsiz olarak sunması, bazı vakıflara önceki dönemlerde tahsis edilen alanların belediye meclisi kararıyla iptal edilmesi gibi örnekler de gördük. Şüphesiz bunlar kent yaşamına, kent hakkına dair birtakım iyileştirmeleri ihtiva ediyor, dolayısıyla umudu diri tutuyor, kara bulutları da biraz biraz dağıtıyor. Toplumun büyük bir kesimi de bu “kazanım”lara odaklanmış durumda.

Peki tüm bu şölen içerisinde kent mekanında hep “iyi” şeyler mi oluyor, yoksa sermaye yeni bir debi ve doğrultu mu kazanıyor? Bahsi İstanbul’dan açmıştım, oradan devam edeyim. Gözleri bir “transfer merkezi” olarak tanımlanan Kabataş’a çevirelim. Tanımlanış biçimiyle de “kaybettiğimiz kıyılar”ı geri getirmeyi vadetmiyor. Kadir Topbaş’tan devralınan bu kayıpla başa çıkmanın yöntemi, projeye yapılan “estetik” bir müdahale ile martıyı kaldırmak olarak çizilmiş gibi. Denizi görmek için 11 metre deniz seviyesinden yukarı neden çıktığımız sorusunun yanıtı ise cevapsız kalmakta. Üstelik, kent hakkının bir veçhesi olan “kıyı hakkı” hiç konuşulmadan, kentsel projelerin mimari üslubu ve estetik değeri üzerinden ilerleyen bir yaklaşım da bize kayıp mekanları geri getirmekten çok uzağa düşüyor. İstanbul Kent Savunması’nın Kabataş için verdiği mücadele de İBB’den ısrarla talep ettiği projeye ait detaylar da projenin hemen yanı başında, proje kazısı sırasında ortaya çıkan antik kalıntılar da unutulmuş gözüküyor. Yıllarca, sahilden yürüyemediğimiz bu kayıp hattın geri geleceği günü sabırla bekledik. Gün sonunda bize reva görülen proje, yayaların geçip gideceği, unutulmaya mahkum bir “transfer” alanına dönüştü.

İstanbul’un bir diğer kıyısına geçelim. Haliç Port olarak bilinen ve Haliç kıyısının büyük bir kısmını özelleştiren tersane projesinde, halka meydanda “oynamak” için bırakılan bir alan dışında lüks konutlar, AVM ve iş alanları yer alıyor. Proje bu kadarla da kalmıyor elbette, Okmeydanı’na doğru devam edecek büyük bir kentsel dönüşüm projesi için ilmeğin atıldığı yer esasında, söküğü de ardından geliyor. Hepimizin “Okmeydanı Barınma Hakkı” mücadelesi olarak bildiği bir direniş ağı, Fetihtepe’den başlanan bu kentsel dönüşüm projesine direnmek için kurulmuştu. Yıllardır bu alan için mücadele veren Haliç Dayanışması da dönüşümden yalnızca AKP’nin değil, CHP yönetimindeki İBB’nin de sorumlu olduğunu söyleyenlerden.

“5’li çete” olarak isimlendirilen AKP iktidarına yakın büyük sermaye gruplarından kenti geri almaya çabalarken, restorasyon becerisiyle ve halka açık bir alan sunmasıyla öne çıkan “Bulgur Palas”ın restorasyon projesi, yine iktidara yakınlığıyla bilinen Gürsoy adlı şirkete ihale ediliyor. Sosyal medyadan konuyu dile getirenlere, seçim döneminde Fatih Belediyesi’ni kazanması için büyük bir halk desteği gören Mahir Polat’ın yanıtı ise, bu hesapları engellemek oluyor. “Halk için yaptık, bazı şeylere de göz yumacaksınız” siyasetinin bir diğer örneği. “Katılımcılık” anlayışını anketlere sığdırıp 4 tasarımdan birini seçmek üzere halka sunulan projelere karşı “e)hepsi” diyenlerin yaşadığı kent hakkında bilgi alma hakkı da engelleniyor. Kenti kazanmak değil, kent üzerinden kazanmak için büyük projelerin yapımını “spor” adı altında meşrulaştıran Olimpiyat Oyunları için 2013 yılında Kadir Topbaş’ın yaptığı başvuru, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube’nin de içinde bulunduğu geniş muhalefet kesimleri tarafından eleştirilmiş, kentten ve halktan kaybettirecekleri detaylı bir biçimde açıklanmıştı. En basit örneğiyle, benim mahallemde yürüme mesafesinde; nefes alacağım, spor yapacağım, çocuklarımı götürebileceğim bir park yokken, çevresindeki rantı artıracağı ve o bölgede yaşayan insanların uzun vadede kent çeperine taşınmasına yol açacağı su götürmeyen büyük park ve spor tesisi projelerinin Olimpiyatlar için yapılacak olması çokça dile getirildi. Şimdi geldiğimiz noktada “Avrupa Oyunları”ndan söz ediyoruz ve zamanında Olimpiyatlar için ses çıkaran kent muhalefetinin hatırı sayılan isimlerinin hepsi, oyunlara hoş geldin, deme sırasına girmiş durumda.

Ülkenin “kazanılan” diğer kentlerinde de durum çok farklı değil. Ardı ardına satışa çıkarılacak belediyelere ait taşınmazlarla ilgili haberler duyuyoruz; Ankara Büyükşehir Belediyesi’nden, Çankaya’dan, Eskişehir Tepebaşı’ndan, Manisa Kula’dan ve daha nicesinden. Bir yandan en onurlu mücadelemizin “kazancı” olarak orada duran Gezi Parkı’nın da içinde bulunduğu Taksim’e 1 Mayıs’ta yürümek için çağrı yapan muhalefetin önü, en sert müdahaleler ile “kazandığına” ve kazandıracağına inanmak istediğimiz kesimler tarafından kesiliyor. Bir yandan da Hatay’da devam eden bölüşüm ve paylaşım savaşları var. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı ile yapılan protokoller ile Türkiye Tasarım Vakfı’na devredilen Hatay için, en yıldızlı, sözde en muhalif mimarlar, plancılar, kurumlar, varlığını reddettiğimiz müzakere masalarında ceket ilikliyor.

Artan kreş fiyatlarından ve enflasyon karşısında adlı adınca eriyen maaşlardan ötürü evde çocuk bakmayı yeğleyen kadınlar varken nereden ortaya çıktığı belli olmayan Fetih Kutlaması için binlerce lira harcanıyorken, emekçiler, gençler salt bayramlarda ücretsiz olduğu için kentin “güzel” yerlerine gidebilirken, özel uçakla Roma ziyareti yapılıyorken, üstüne üstlük “bir enkaz devraldık” reklamı yapan borç tabloları “kemer sıkma” politikaları” için halktan beklenen fedakarlığa meşru zemin yaratmak için kullanılıyorken, planlanan büyük ölçekli projelerle artan rant, bizi her geçen gün kentin çeperine hatta kentin dışına atıyorken, kenti kazandığımızı söyleyebilir miyiz? Ya da şöyle dile getireyim, kenti “bazı kesimlerden” kazanmış olmak yeterli mi? Dertler şimdilik halı altına süpürülmüş gibi, ne ara gün yüzüne çıkacağı meçhul bir şekilde bekliyor. Yas öteleniyor, ya da herkesin ihtiyaç duyduğu “birazcık rahatlama” hissi uğruna, saman altı ediliyor.

Kayıp Mekânlara Bir Adım
“Yarın olur da güneş unutursa
Yolumuza ışık saçmayı,
Bir yolunu bulur bu delinin hayali,
Boğar tekmil dünyayı ışığa…”[20]

Kısıtlılık içerisinde özetlemeye çalıştığım “sınırlı sayıda çözüme” odaklanmakta içinde bulunduğumuz yas süreci sebebiyle zorlanabiliriz. Ancak deneyimi biriktirmek, umudu diri tutmak için kolektif olarak tasarlanmış yollar her zaman gündelik hayatın ihtimalleri içinde de bilinçli eylemlerde de bulunuyor. Bunu yas sürecini olağan bir biçimde geçirmek için de söyleyebiliriz. Ancak yas süreciyle başa çıkmak her zaman doğrusal bir süreç değildir. İnişleri, çıkışları ve geri dönüşleri içinde barındırır. Özellikle yıllardır yaşanan kayıpların yasını tutamamış, bunun üstüne her gün yeni bir kayıpla güne başlayan toplumlar için sürecin daha fazla geri dönüşler barındıracağını söylemek gerek. Bir yandan binlerce insanın, yuvanın, kültürel mirasın, cumbalı taş evlerin, kedinin, köpeğin; kısaca koca bir kentin kaybının, Hatay’ın yasını tutuyoruz. Ama “birlikte inşa edeceğiz” deme iradesini gösteriyor, sokaklarında buhur yakıyor, “bir Hatay vardı, bir Hatay gene var” diyoruz. Yas tutmanın yollarını da iyileşmenin yollarını da birlikte arıyoruz. Bir diğer yandan kentsel dönüşüm mahallelerinde yaşanan bilindik, tanıdık seslere, tuğlalara, kaldırım taşlarına duyulan kayıplar da üstüne ekleniyor. Hatta herkesin “kazandık” dediği yerel seçimler sonrasında, kayıplara kayıp ekleyen müdahaleleriyle yerel yönetimler de sahnede yerini alıyor.

Kayıplarımızla ilgili daha çok konuşmaya ihtiyacımız var. Konuşmanın, -nostalji hissine kapılmadan ve geçmişi idealize etmeden- anılardan bahsetmenin sağaltıcı etkisi bulunuyor. Mekânın savunulmasının ön koşullarından olan aidiyet hissini zedelendiği yerlerden onarmak için çeşitli araçlar mevcut. Örneğin kente dair “bellek haritaları” bu araçlardan biri. Yine toplumsal deneyim, tarihi ve belleği yansıtan yas ritüelleri de. Her yıl 19 Ocak’ta Sebat Apartmanı önünde toplanmamızın, her cumartesi Galatasaray Meydanı’na çıkmamızın, Ahırkapı’da, Hıdırellezlerde atılan göbeklerin nedenleri var. “Kayıp çocukların”, “kardeşliği ve arkadaşlığı”  savunan birinin kaybına doğrudan o mekânda bulunarak, adeta o mekânlarda inat ederek sahip çıkmak için şekillenen pratikler de bundan. “Hayal etme”yi, eğer bu mümkün olmayacak kadar umutsuz isek de “hayal etmenin imkanlarını” yaratmayı önümüze ilk hedef olarak koymamız gerek. Hayatta gedikler açmak, kendimiz gibi var olacağımız alanlar yaratmak, grilere biraz renk püskürtmek mümkün. “Karamsarlar haklı, bu böyle sürüp gidemez. İyimserler de haklı. Başka bir dünya mümkün. Araçlar elimizin altında. Türümüzün özelliği dünyalar inşa etmek.”[21]

Yas olgunlaşacaktır
(yani zamanla bir meyve gibi dalından düşecek ya da bir çıban gibi patlayacaktır.)[22]

Kişisel bir not: Bu yazının İstanbul odaklı muhtevasının bilincindeyim. Yazının girişinde açıklamaya çalıştığım “biz” tanımı, umarım okurken bunu aşmaya yetecek açıklamaya sahiptir. Bir yandan, bu yazının da benim yaktığım bir ağıt olmasını arzuladım. Okurların anlayışına sığınırım.

Kişisel bir not daha: Bu yazıyı paylaştığım ilk kişi olan; fikirlerini ve eleştirilerini açık yüreklilikle dile getiren Utku Özmakas'a dostça selamlar.
[1] Marguerite Duras (2021), Ölüm Hastalığı, çev: Nilüfer Güngörmüş, Metis Yayınları.
[2] “Sınıfın duygusu”na ilişkin daha detaylı bir değerlendirme için Merve Turgan’ın Corpus Dergi’de çıkan yazısı: https://corpusdergi.com/2024/duygusal-olan-politik-midir-sinifin-duygusu/
[3] Constantino Kavafis (2021), Bütün Şiirleri, “Kent”, Çeviri: Herkül Millas ve Özdemir İnce, Can Yayınları.
[4] https://en.wikipedia.org/wiki/Hiraeth#cite_note-3
[5] Kapitalizmi bir “birey” olarak dile getirmemin nedeni, bizim olduğunu düşündüğüm “hikayemiz”de etkisi olan bir özne oluşu.
[6] Paul Lafargue (2020), Tembellik Hakkı, çev: Ebru Erbaş, Can Yayınları.
[7] Gülten Akın (2014), Kırmızı Karanfil, 1956-1971, Bütün Eserleri, Toplu Şiirler-I, “İlkyaz”, s: 116, Yapı Kredi Yayınları.
[8] Robert Stuart Weiss (2001), Grief, Bonds, and Relationships, Stroebe MS, Hansson RO, Stroebe W, Schut H (eds). Handbook of Bereavement Research: Consequences, Coping, and Care. Washington, s: 47-62.
[9] Kübler-Ross E, Kessler D (2014) On Grief and Grieving: Finding the Meaning of Grief Through the Five Stages of Loss. New York, Scribner.
[10] Bir kent suçu olan bu projenin mimarı, aynı zamanda Karaköy Fransız Geçidi’nin restorasyon projesine imza atan, Galata Kulesi’ne hiltilerle girilen restorasyon projesinin sorumlularından olan Sinan Genim'e, Beyoğlu Belediyesi tarafından 2018 yılında Beyoğlu Nişanı ve Üstün Hizmet Beratı ödülü “layık” görülmüştür.
[11] Elisabeth Kübler-Ross (1969), On Death and Dying. New York: Macmillan.
[12] Berker, A. O., Rutledge, R. B., Mathys, C., Marshall, L., Cross, G. G., Dolan, R. ve Bestman, S. (2016). Computations of Uncertainty Mediate Acute Stress Responses in Humans. Nature Communications.
[13] Pauline Boss, (1999). Ambiguous Loss: Learning to Live with Unresolved Grief. Cambridge, MA: Harvard University Press.
[14] Burhan Sönmez (2022), İstanbul İstanbul, s: 96, İletişim Yayınları.
[15] Charles Baudelaire (2021), Modern Hayatın Ressamı, Çev: Ali Berktay, İletişim Yayınları.
[16] Guy Debord (1958), The Theory of the Dérive, Internationale Situationniste dergisinde yayımlanmıştır.
[17] Henri Lefebvre (2014), Mekânın Üretimi, Çev: Işık Ergüden, Sel Yayınları.
Henri Lefebvre (2016), Modern Dünyada Gündelik Hayat, Çev: Işın Gürbüz, Metis Yayınları.
[18] Ali Artun (2009), Sanat ve 1968 Baharı: Bir Kronoloji, Sanat Dünyamız, Bahar, s: 32-47.
[19] David Harvey (1997), Postmodernliğin Durumu, Çev: Sungur Savran, s: 376, Metis Yayınları.
[20] Pierre-Jean de Beranger (1780-1857), “Madman” adlı şiirinden çevrilmiştir.
[21] Mckenzie Wark (2014), Kaldırım Taşlarının Altında Kumsal Var, Çev: Arda Çiltepe, Sel Yayıncılık.
[22] Roland Barthes (2016), Yas Günlüğü, Çev: Mehmet Rifat, s: 158, Yapı Kredi Yayınları.
[Görsel] Orijinal adı "Are You With Me Beneath the Reign of Grief?" olan ve benim "Yasın Hükümdarlığında Benimle Misin?" olarak çevirdiğim eserin sahibi Merle A. Davison'dır.