Varolan otoriter yapıyı açıklamak için “ikili hukuk/ikili işleyiş rejimi” kavramlarını kullanıyorum. Her alana dal budak sarmış “iktidar bağımlısı”na dönüşmüş bir yapı, iktidarının devamı için ve/veya iktidarına engel gelişmeleri hizaya sokmak için “ikili hukuk”u sistematikleştirdi. Örneğin “Çarşı Davası”nda “yasak-usule aykırı delil” olarak görülen tapeler Gezi Davası’nda “yeniden kıymetlendiriliyor”. Yine hiçbir şiddetin olmadığı bir mahkûmiyet kararı tutuklama ile sonuçlanırken malum çevrenin ilgi alanındaki bir davada 16 yıllık mahkûmiyet bile tutuklama ile sonuçlanmıyor. Örnekleri daha da çoğaltmak gerekir mi, sanmıyorum. “İkili hukuk/ikili işleyiş” konularında hem medya hem yurttaşlar öylesine yoğunlaştılar ki, okuyucu hemen art arda örnekleri sıralayacaktır.
Doğal olarak hemen sorular art arda sıralanıyor. Varolan otoriterlik koşullarında hukuksal süreçler anlamlı mı/anlamsız mı, zorluklarla açılan ve yoğun emekle sürdürülen davalarda gerçek kazanımlar elde ediliyor mu, “… davası”nı savunmak böyle bir yargı ortamında ne kadar olanaklı, vb. ?
Ancak durum vahimleştikçe de daha çok hukuk, anayasa, yasa, mevzuat konuşur oluyoruz.
Kendi adıma konuşayım, mesleğimi yaparken, sonucu malum yerlerce belirlendiği ayan beyan belli davalarla boğuşurken bile hiçbir dönem uğraşımı yararsız/sonuçsuz/boşuna görmedim.
Avukatlığımın ilk günlerinde beni çok etkileyen bir deneyim yaşadım. Meslek içi eğitim çalışmasının ilk günü ince ince Yargıtay içtihatları ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararlarının uygulanmasına ilişkin -anlayacağınız sorunlar, engeller, engeller…- çalıştıktan sonra ikinci gün anlı şanlı bir meslektaşın “yani, işte faşizm böyle bir şey” ana fikri üzerinden “çaresizlik” konuşması ile yaşadığım kızgınlığı hiç unutmadım.
Güncel politik durum, koşullar ya da -daha açık söyleyelim- adaletsizlik krizi ne düzeye gelirse gelsin ne kadar derinleşir ise derinleşsin tüm hukukçu arkadaşlarımızın öncelikli görevinin bu hale dönüşmemek olduğuna inanıyorum.
Yine bir örnekle devam edeyim. Sosyal Haklar Derneği’nin düzenlediği mağdur yakınları buluşmasında Hendek Havai Fişek Fabrikası’ndaki patlamada yakınını kaybeden bir yurttaş “anladım ki siyaset, mahkeme salonlarına girmeden bu davalar sonuca ulaşmayacak” dedi. Bu yurttaşlar davalarını sonuna kadar takip ettiler. Önlerine yığılan bütün engellere karşın verili koşulların da ötesine geçip alabilecekleri en etkin sonucu almak için sokakta, mahkeme salonunda oldular. Bu nedenle kastedilen bir çaresizlik, umutsuzluk değildi. “Hukukun yazılı haliyle bile uygulanabilmesi için mahkemelerin, siyasetin -ikili hukuk’un- vesayetinden kurtarılması gerekir. Bunu da ancak yine siyaset başarabilir” fikrini savunmaktaydı.
Bütün meselenin bu birliği sağlamaktan geçtiğini düşünmekteyim. Sorunu yalnızca bir yöne ağırlık vererek halledemeyiz. Verili koşullarda -konumuz özelinde- hukuksal mücadeleye gereken dikkati vermekle verili koşulları esastan değiştirmek çelişik süreçler değildir, iç içedir. Birisini başaran diğerinin de yolundadır. Birisini bırakan diğerinden de vazgeçmiş demektir.
***
Kartalkaya Oteli Yangını -daha açık tanımlamayla Kartalkaya Sosyal Cinayeti sonrasında kamuoyunun dikkat kesildiği “Sorumluların Hesap Vermesi” hukuksal mücadelenin önemli başlıklarındandır. Ne olursa olsun sonuna kadar sorumluların peşini bırakmamalı, hesap sorulan somut sonuçlar elde edilmelidir.
78 yurttaşımızın can verdiği, göz göre göre gelen sosyal cinayet sonrasında bile gözümüzün içine baka baka yapılanlar açıkça bir vadede ipe un serileceğinin kanıtıdır. Görev yurttaştan yana hukukçuların üzerindedir.
Çünkü, bugüne kadar görüldü ki iktidarın ilk önceliği davalarda kamu görevlilerinin yargılanmamasıdır. Bu tutum “siyasi sorumluluk”u reddetme tutumudur. Bu tavır, bazı davalarda yoğun gayretlerle delinmişse de esas olarak çizgisi budur. “İpin ucu nereye varır?” “haklı” endişesiyle açık sorumluluğu olan kamu görevlilerini bile “kurban” vermemek için sonuna kadar direnilmektedir. İktidarın ikinci ilkesi de böylesi davalarda verilecek cezaların “bilinçli taksir” sınırında tutulmasıdır.
(Hukukçu olmayan arkadaşlar için not: Taksir dediğimiz dümdüz kazadır. Öngöremediğiniz ve öngörmenizin beklenemeyeceği bir sonuca sebep olduysanız bunun adı taksirdir. Bunun bir üstü bilinçli taksir ise öngördüğünüz ama istemediğiniz sonuca sebep olmanızdır. Bu hızla bu viraja girdiğinizde arabanın takla atacağı bellidir ama siz inatla gaza basıp alırım ben bu virajı demişsinizdir. Geçmiş olsun, bilinçli taksirle insan öldürme suçunu işlediniz. Olası kast ise istemediğiniz bir sonucu başka bir amaca erişmek için göze aldığınız haldir. Soma’da ve Hendek’te olan budur. Patron, bir tercihte bulunmuştur: kârını maksimize edecektir ama risk de büyüktür. Bunun farkındadır. İstemez tabi işçiler ölsün, onlardan kazanmaktadır parayı. Ama üç beş işçi feda edilebilir, büyük para dönecek çünkü, ölenin tazminatı ödenir, çark dönmeye devam eder.)
Açıktır ki, depremdeki can kayıplarıyla ilgili sorumluluk öncelikle siyasi sorumluluktur. Ancak, 1999 depremlerini bir milat kabul edecek olursak 6 Şubat’a kadar çeyrek asır vakit geçmiş olmasına karşın yurttaşların canını depremden sakınacak önlemler alınmamıştır. Yirmi iki yılın uygulamalarından sorumlu iktidar, eşi görülmemiş bir yıkım olan 6 Şubat Depremi’nin sorumluluğundan da kaçmaktadır. Davalarda, kamu görevlilerinin yargılanmaması ve cezaların bilinçli taksirle sınırlanması gayretindedir. Bu duruma müdahale etmek gerekir. Çünkü yine de istisnalar görülmekte, barajda delikler açılmaktadır. Henüz tam metnine ulaşamadığım Adana Ağır Ceza Mahkemesi’nin bir kararı dikkate alacağımız tek istisnadır.
Malum, inşaat ekonomisi ve siyaseti, yeni dönem iktidarı için öteden beri merkezi önemde oldu. Tam da bu nedenle deprem davalarında kamu görevlilerinin yargılama dışı tutulması da siyasal iktidar açısından merkezi önemdedir. “O kapı bir kez açıldığında nereye varılacağı bilinmez” diye bakılmaktadır.
Örneğin, “yavru vatan” denilerek önemi her fırsatta vurgulanan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Başbakanlığının müdahil olduğu Isias Otel davasında dahi bu sınıra titizlikle riayet edilmektedir.
Eksik gedik de olsa Türkiye’nin bu koşullarında dahi Soma, Aladağ, Çorlu, Sakarya Hendek kararları çok önemlidir. Önemlidir, çünkü sorumluların cezalandırılmasının yanısıra uygulanan bıktırma yöntemine rağmen bazılarında kamu görevlilerinin yargılanması da sağlanmıştır.
***
İktidarın öncelikleri ve yoğun müdahaleleri nedeniyle Ceza Yargılamasının toplumsal/siyasal sorunların kalıcı çözümünde sınırlı bir fonksiyonu olduğunu da saptamalıyız. Siyasi etki, bir yandan sosyal cinayetlere bir “sınır” çiziliyor, diğer yandan kısmi hukuksal gelişmeler boşa çıkarılmaya çalışılıyor -çoğu zaman da sonuç alıyor-. Hukuk mücadelesinin mütevazı kazanımları, ancak siyaset alanında yurttaşlar lehine kalıcı kazanıma dönüştürülebilir.
***
“Hukuk mücadelesi”, Hem müthiş zaman alan hem de yurttaşın, mahalle/yöre derneğinin, meslek örgütünün kaynaklarını kurutan, bütçesini zorlayan bir alandır. Deneyimlerimden de biliyorum, zahmetlidir, zordur. Ancak bu alanı boşlayınca, örneğin dava açmayınca, açılması gereken yeni davaların peşini bırakınca da “kazanım” olanağı neredeyse yoktur. Önümüze çıkartılan her yeni zorlukla/idari işlemle, konuyla ilgili dava açmalı ve tüm bu “süreçleri” ısrarla, sebatla, sabırla sonuna kadar takip etmeliyiz.
Ancak ısrarlı hukuk çizgimizi takip ederken “hukuk”u içinde kaybolacağınız bir labirente çevirmeye çalıştıklarını hiç akıldan çıkarmayacağız. Kendi kuyruğunu yakalamak için dönüp duran kedilere benzer bir akıbete de kendimizi mecbur etmeyeceğiz.
Hukuk mücadelesinin başarısı için kendi maddi gücü ile, yani mağdur yurttaşın kendisiyle buluşturulmasının önemli olduğunu akılda tutacağız.
İş cinayetlerine (Sakarya-Hendek, Soma gibi), sosyal cinayetlere (Akdağ, Çorlu gibi) ve doğal varlıkların korunmasına ilişkin yargılamalarda maddi gücün -yani mağdur yurttaşın- müdahalesi çok önemli olmuştur.
Hukukta ısrar ve haklarımızda sebat etmek, yurttaşın tek tek ve hep birlikte itirazı ile sarılıp sarmalandığında, hukuksal labirentler aşılabilir, etrafından dolaşma, yok sayma çabaları engellenebilir.
Hukuku ileriye, demokratik açılıma doğru ittirebilmek için iki ayağımızın da -hukuk alanına ve siyasete- sağlamca yere basması gerekir. Çünkü aslolan yaşamamız için sahip olmamız gereken haklarımız, taleplerimizdir. Haklarımız somuttur. Bu alanda yalnızca varolan normlara referanslarla yetinemeyiz. Elbette yazılı haklar önemlidir. Ancak hakların esas olarak ve yalnızca Anayasalardan, yasalardan kaynaklandığı bir yönüyle yanılsamadır. Önce hak vardır, ona sahip çıkanlar onu metne dönüştürür yasa haline getiriler. Önemli olan haklarımızın arkasına ne kadar bir güç yığdığımızdır.
***
Yazımı Cerattepe hukuk mücadelesini başarıyla sürdüren Yeşil Artvin Derneği’nin sözleriyle bağlayacağım: “Çöken karanlık, istediğimiz katkıyı sunamadığımız zamanlarda bile ağaçlara, hayvanlara derelere ve birbirimize sahip çıkmanın güzelliğinden güç alıyoruz. Yorgunsak da devam ediyoruz, uzak düşsek de beraberiz ve içimiz buruksa da umutluyuz”.
Adalet! Adalet İçin Sosyal Adalet!