Türkiye’de uzun süredir bir hegemonya krizi yaşanıyor. İsmet Akça’nın tanımını takip edelim: “Hegemonya krizi ile Türkiye burjuvazisinin ve başta AKP olmak üzere siyasal temsilcilerinin, iktidar blokunun birliğini sağlama ve tabi sınıflar ve toplumsal gruplardan rıza devşirme kapasitesinin ciddi bir erozyona uğramış olmasını anlıyoruz.”
Eğer bir hegemonya krizi tespiti yapıyorsak, şu soruları da tartışmamız gerekiyor: Ne oldu da 2000’ler boyunca hegemonik bir proje (büyüme koalisyonu) yaratabilen AKP, 2010’larda bir hegemonya krizine sürüklendi? Özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne (CHS) geçiş sonrasında ekonomi politikasında daha da sıklaşan ‘u-dönüşlerini’ nasıl açıklayabiliriz ve bunların mevcut hegemonya krizi ile ilişkisi nedir?
Bu yazıda bu temel soruları tartışmak için eleştirel siyasal iktisadın sağladığı olanakları kullanarak bir çerçeve önereceğim.[1] Bu çerçeve iki temel kavrama dayanıyor: (i) iktidar bloku ve (ii) birikim/büyüme modeli ve stratejisi. Kısaca açıklamak gerekirse, iktidar blokunun üç temel bileşeni var; burjuvazi, siyasi iktidar ve bürokrasi. Birikim/büyüme modeli ise belirli bir dönemde büyümenin bileşenlerinde görülen düzenlilikler olarak tanımlanabilir. Aşağıda önce bu kavramları kısaca hatırlatıp, sonrasında bunlar aracılığıyla somut bir konjonktür analizi yapabiliriz.
İktidar Bloku
İktidar blokunun sıraladığım bileşenleri arasında eşit düzlemde kurulan bir ilişki yok. Sermayenin yapısal gücü, kapitalizmde üretimin ve istihdamın büyük ölçüde özel sektör tarafından gerçekleştirilmesinden kaynaklanır. Dolayısıyla iktidar bloku içinde sermayenin çıkarları önceliklidir.
Burada iki açıklama yaparak biraz daha detaya girmemiz gerekiyor. Bunlardan ilki, iktidar bloku içinde sermayenin öncelikli pozisyonu olması, diğer bileşenlerin sermaye ile kurduğu ilişkiyi emir-komuta ilişkisine dönüştürmez. Bu yaklaşım, bizi araçsalcı devlet kavramına götürür. Siyasi iktidar ve genel olarak siyasi partiler, iktidar bloğunun toplumsal meşruiyetini sağlaması ve sermayenin kendi çıkarları için geliştirdiği karlılık stratejilerini ülkenin genel çıkarını yansıttığını vaaz eden hegemonya projelerinin kurucu aktörleridir. Bu açıdan kendi gündemleri ve seçilme stratejileri vardır. Çıkarları, tamamıyla sermayenin çıkarlarına indirgenemez.
İkinci açıklama yapılması gereken husus şudur: Sermaye kategorisi homojen değildir. Marx’ın yaptığı ayrımı takip edersek, genel olarak sermaye (capital in general) ile birden çok sermaye (many capitals) kavramları, farklı soyutlama düzeylerine aittir. Genel olarak sermaye kavramı, daha üst bir soyutlama düzeyinde tanımlanır, sermayenin emek gücüyle ilişkisine odaklanır. Birden çok sermaye kategorisine geçtiğimizde, kapitalizmin temel dinamiklerinden olan rekabeti analize dahil etmiş oluruz. Zira kapitalist üretim biçiminin doğası gereği, sermaye, yalnızca, birbiriyle rekabet içinde birçok sermaye olarak var olur. Bunun önemi şudur: Eğer iktidar bloku sermayenin karlılık stratejileri ile siyasi iktidarın beka stratejilerinin kesiştiği noktalar üzerinden sürekli yeniden tanımlanıyorsa, sermayenin birbirinden farklılaşan karlılık stratejileri olduğunda iktidar blokunun bütünlüğü nasıl sağlanacak?
Bu sorunun yanıtı için, bir adım daha atıp sermaye fraksiyonlarının farklılaşan çıkarlarını analiz etmek için uygun kriterleri bulmalıyız. Geleneksel olarak yapılan para, üretken ve ticari sermaye ayrımları, kapitalizmin uzun dönemli dinamiklerini takip etmede oldukça açıklayıcıdır. Ancak bunlar sermayenin farklılaşan çıkarlarını yapısal düzeyde ele alır ve çok geniş kategoriler oldukları için somut konjonktür analizi yapmak için yeterli keskinlik sunmazlar. Bunun dışında, yaygın olarak kullanılan bir başka ayrım laik/Batıcı sermaye ile İslamcı/Avrasyacı sermayelerdir. Büyüme modeli ve özellikle büyüme stratejilerinin analizinde bu tip kültürelci ayrımların açıklama kabiliyetinin de oldukça sınırlı olduğunu belirtmek gerek. Bu durumda yapılması gereken, tekil firmaların ve daha genel olarak da sektörlerin kapitalist üretim ve dolaşım ilişkileri içindeki konumlarından hareketle sermayenin farklılaşan çıkarlarını analiz etmektir.
İktidar blokunun bileşenlerinden sonuncusu da bürokrasidir. Sermayenin farklılaşan çıkarları karşısında siyasi iktidarın bir hegemonya projesi kuramadığı dönemlerde bürokrasi daha da önemli hale gelir. Bürokrasi ile siyasi iktidar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde, özerk kurumların öne çıktığı dönemlerde bürokrasi hakim sermaye fraksiyonunun ayrıcalıklı alanı haline gelir.[2] Bunun tam tersi durumu ise bürokrasi ile siyasi iktidarın bütünleşmesi getirir. Bu olasılıklardan ilki teknokratik otoriterizm (ya da otoriter neoliberalizm) olarak adlandırılırken, ikincisi otoriter popülizm olarak görülebilir.
Demek ki, belirli bir dönemde hakim ekonomi politikalarının nasıl şekillendiğini anlayabilmek için öncelikle bir iktidar bloku analizi yapmak gerekir. Hakim sermaye fraksiyonunun çıkarları ile siyasi iktidarın kendi önceliklerinin uyumlulaştığı alanlar, bürokratik filtreden geçerek iktidar blokunun genel eğilimini oluşturur. Ekonomi politikalarının şekillenişindeki kritik mekanizma budur.
Büyüme/Birikim Model ve Stratejisi
Birikim/büyüme modeli kavramına gelirsek, bir ekonomide büyümenin kaynaklarının ve bileşenlerinin neler olduğuna göre yapılan tasniflerle karşılaşırız. İhracata dayalı büyüme modeli ve borçla finanse edilen iç talebe dayalı büyüme modeli, finansallaşma döneminde ortaya çıkan farklı büyüme modelleri arasındaki iki kutbu yansıtır.
Büyüme/birikim modelleri, özü itibariyle yapısal olarak istikrarsız olan kapitalist toplumsal ilişkilerin çeşitli devlet müdahaleleriyle dönemsel olarak nasıl istikrar kazandığını açıklamamıza ya da belirli bir büyüme modelinin sürdürülemez hale geldiği koşulları tanımlamamıza yardım eder.
Belirli bir büyüme modelinin sürdürülemez hale gelmesi, alternatif büyüme stratejilerini gündeme getirir. Bu büyüme stratejisi, iktidar blokunun eğilimlerini yansıtır. Demek ki, ekonomi politikasındaki ani değişiklikler ve yalpalamalar iktidar bloku içindeki çelişkilerin yansımalarıdır.
Buraya kadar yaptığım kısa hatırlatmalar, bize Türkiye’deki güncel kriz dinamiklerini tartışabilmemiz için yeterli kavramsal araçları sağlıyor. Yazının kalanında, somut konjonktür analizi yapmaya girişebiliriz.
Derviş Programı: 2003-2013
Biraz geriden alarak başlayalım. 2001 krizi, Türkiye’nin neoliberal dönüşüm sürecinin önemli bir parçasıydı. Bu dönemdeki birikim modelinin temel özellikleri, kriz sonrası uygulanan politikalarla şekillendi.
2001 krizi, Türkiye ekonomisinde ciddi bir daralmaya ve finansal sistemde büyük bir çöküşe neden oldu. Kriz sonrası IMF tarafından uygulamaya konulan yapısal uyum ve istikrar programı (kısaca Derviş Programı diyebiliriz), Türkiye’de neoliberal politikaların derinleşmesine yol açtı. Bu programın dört temel bileşeni vardı. Bunlardan ilki olan merkez bankası bağımsızlığı, Hazine ile Merkez Bankası arasındaki doğrudan borçlanma ilişkisini keserek paranın yönetilmesini siyasi iktidarın uzanamayacağı bir noktada konumlandırmaya dayanıyordu. Bu şekilde siyasi iktidardan ‘bağımsızlaşan’ merkez bankası TL’nin değerlenmesini istikrar programının odağına yerleştirdi. Faiz politikası buna göre ayarlandı. Bu ise enflasyonu kontrol almaya yardımcı oldu.
İkinci temel bileşen mali disiplin ve faiz dışı fazla hedefinin gözetilmesiydi. Kamu harcamalarının kısılması ve vergi gelirlerinin artırılmasıyla bu hedefe ulaşılmaya çalışıldı. Üçüncü bileşen özelleştirmelerdi. Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin (KİT) özelleştirilmesi, mali disiplinin sağlanması ve kamu borcunun azaltılması gerekçesiyle hızlandırıldı. Ancak bu süreç, emek hareketinin örgütsel kapasitesini zayıflatmak ve sendikal gücü kırmak için de kullanıldı. Son olarak yapılan emek piyasası reformları ile emeğin pazarlık gücünü zayıflatmak amacıyla işgücü piyasasında esnekleştirme adımları atıldı. 2003 yılında İş Kanunu’nda yapılan değişikliklerle taşeron çalışma ve alt işverenlik gibi uygulamalar yasallaştırıldı, bu da işçilerin güvencesiz çalışma koşullarının yaygınlaşmasına neden oldu.
Bu dönemde sert bir neoliberal program uygulanmasına rağmen AKP’ye olan siyasi destek sürekli artmıştır. Bunun gerisinde, AKP’nin değerli TL etrafında oluşturduğu büyüme koalisyonunun halk sınıflarına hitap eden mekanizmaları vardır. Bu dönemde kayıt dışı çalışanlar ve yoksullar, sosyal güvenlik ve sağlık sistemlerinden yararlanmaya başladı, bu da AKP’nin büyüme koalisyonuna destek sağladı. Sosyal yardımlar, özellikle kırsal kesimlerde ve kent yoksulları arasında AKP’ye desteği pekiştirdi. Ayrıca, kent rantı yaratma ve dağıtma üzerinden inşaat sektörüne dayalı politikalar, konut sahiplerini ekonomik olarak güçlendirdi. Tüketici kredileri gibi finansal araçlar da geniş toplum kesimlerinin ekonomik sisteme entegrasyonunu sağladı. Bu süreçte, reel ücretler anlamlı bir şekilde artmasa dahi borçlanma imkânlarının genişlemesi ve değerli TL’nin yarattığı tüketim artışı, işçi sınıfının bazı kesimlerinde geçici bir refah dönemi yarattı.
Bu dönemde, iktidar bloku içinde Yerleşmiş (established) Büyük Sermaye Grupları (YBSG) kategorisinin hakimiyeti sürerken, Diğer Sermaye Grupları (DSG)[3] kategorisindeki sermaye fraksiyonları ekonomik büyümenin sürmesinin nimetlerinden yararlanmaları sayesinde iktidar blokunda yer alsalar da çıkarları büyük ölçüde göz ardı edilmiştir.
Bu dönemde yüksek reel faizler, yabancı sermaye girişlerini teşvik etti. Bu girişler, TL’nin değer kazanmasına ve enflasyonun kontrol altına alınmasına yardımcı oldu. Ancak değerli TL politikası, ithalatı artırdı, bu da cari açığın hızla büyümesine neden oldu. Dolayısıyla 2001 model Derviş Programı, yıllar içinde ekonomik kırılganlıkların birikmesine neden oldu. Bunlar arasında üç tanesini sayabiliriz:
- İç Talebe Dayalı ve Borçla Finanse Edilen Büyüme: 2002-2013 döneminde ekonomik büyüme büyük ölçüde iç talep tarafından desteklendi. İlk başta kamu borcu, sonraki yıllarda da özel borçlar, tüketim harcamalarını destekledi. Özellikle reel ücretlerin anlamlı bir şekilde artmadığı bir ortamda artan kredi olanakları, büyümenin ana itici gücü oldu. Ancak bu model, ülkeyi dış borçlanmaya ve sermaye girişlerine bağımlı hale getirdi.
- Erken Sanayisizleşme: Değerli TL politikası, sanayinin rekabet gücünü azalttı ve yatırımların üretken sektörlerden hizmetler ve inşaat gibi alanlara kaymasına neden oldu. Bu süreç, Türkiye’de literatürde “erken sanayisizleşme” olarak adlandırılan bir olguyu ortaya çıkardı, yani sanayinin ekonomik büyüme içindeki payı azalırken hizmetler ve inşaat sektörleri ön plana çıktı.
- Cari Açık ve Dış Borçlanma: Cari açık, bu dönemde kronik bir sorun haline geldi. Özellikle 2011 yılında cari açık milli gelirin %9’una ulaştı, bu da sürdürülebilir olmayan bir ekonomik büyüme modelinin göstergesi oldu. Dış borçlanma, özellikle özel sektör borçlanması hızla arttı ve 2010’lu yılların sonunda Türkiye’yi dış şoklara karşı daha kırılgan hale getirdi.
Derviş Programının Krizi ve Nebati Programı: 2013-2023
2013 yılı, hem küresel ekonomik koşullardaki değişimler hem de iç siyasi dinamikler nedeniyle Türkiye ekonomisinde bir dönüm noktası oldu. Bu dönemde birikim modelinde bazı tıkanmalar ve dönüşümler yaşandı.
İlk kırılma 2013’te gerçekleşti. Bu tarihte ABD Merkez Bankası Fed’in açıklamalarıyla, Türkiye gibi ülkeler için bol sermaye girişlerine dayalı dönemin sonunun geleceği ortaya çıktı. 2013 sonrasındaki bu uluslararası dinamik, Türkiye gibi ülkeler için yerel paranın (TL’nin) değer kaybetmesine ve döviz kuru baskılarının artmasına yol açtı.
2013 sonrasının ikinci önemli kırılması 2018’deki döviz krizidir. 2018’deki döviz krizi, Türkiye ekonomisinin dışa bağımlılığının ve kırılganlıklarının bir sonucuydu. Dikkat edilmesi gereken husus, 2001 sonrasındaki Derviş Programının başarılı bir şekilde uygulanmasının doğrudan bu kırılganlıkları yaratmasıdır. Yüksek dış borç ve cari açık, sermaye kaçışlarıyla birleşince ekonomik istikrarsızlık derinleşti. Bu dönemde, döviz kurlarını kontrol altına almak için Merkez Bankası rezervleri kullanıldı ve yönetilen döviz kuru sistemine geçildi. Bir başka ifadeyle Derviş Programından (standart neoliberal reçeteden) uzaklaşmak siyasi iktidar için bir tercih değil zorunluluk halini almıştı.
Bu hususu biraz daha açmak gerekiyor. AKP, 2013 sonrası dönemde seçmen desteğini korumak ve ekonomik büyümeyi sürdürmek için yeni bir büyüme koalisyonu kurmaya yöneldi. Bu yeni büyüme koalisyonunun odağında YBSG değil DSG kategorisindeki sermaye fraksiyonları vardı. Kredi Garanti Fonu, kamu bankaları ve genel olarak düşük faiz gibi araçlarla kredi genişlemesi sağlanarak ekonomik canlılık ve istihdam artışı sürdürülmeye çalışıldı.
Bu büyüme koalisyonu oluşturulurken, devlet içindeki güç mücadelesinde AKP yeni bir milliyetçi-muhafazakâr ittifaka yöneldi. Özellikle 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişimi sonrasında bürokrasinin yeniden yapılandırılması odaklı bu yeni milliyetçi-muhafazakâr ittifak, 2018’deki siyasi rejim değişikliği ile nihai şeklini aldı.
2018 sonrasında iki kritik gelişme, iktidar blokundaki yeniden yapılanmaya hız verdi. İlki, 2018’deki döviz krizi sonrasında yapılan faiz artışının 2019’da AKP’nin büyükşehirleri kaybetmesine yol açmasıydı. Bu tarihten sonra AKP için iktidarın kapısı ancak faiz indirimleriyle aralanabilir hale geldi. İkincisi, ihracatçıların Covid-19 salgını sırasında takip edilen ‘şalter indirmeme’ politikasıyla küresel pazar paylarını artırmasıydı. Bu özellikle DSG kategorisindeki sermaye fraksiyonunun giderek güçlenmesi anlamına geliyordu.
Bu iki kritik gelişme 2021’deki düşük faiz politikasının arka planını oluşturdu. Bir başka ifadeyle, bu dönemde izlenen politika, siyasi iktidarın kendi öncelikleri ile DSG fraksiyonunun çıkarlarının YBSG fraksiyonu karşısında uyumlanmasıyla oluşan yeni bir iktidar bloku dengesinin sonucunda hayata geçti. Bu yeni denge, 2021’deki düşük faiz koalisyonunun, yani Nebati programının sınıfsal zeminini oluşturuyordu. Düşük faiz koalisyonu, DSG fraksiyonundaki firmaların önderliğinde ihracata dayalı büyüme modeline geçiş denemesiydi. Ancak bu deneme, enflasyonun patlamasıyla sonuçlandı.
Hegemonya Krizi Derinleşiyor
Derviş programı yüksek cari açık, dış borçlanma, sanayisizleşme ve sosyal eşitsizlikler gibi birçok yapısal sorun yarattı. Bu bağımlı gelişme modeli, sermaye girişlerine dayalı olduğundan ekonomik büyüme dışsal şoklara karşı daha kırılgan hale geldi. 2013 sonrası dönemde ise küresel ekonomik koşulların değişmesi ve iç siyasi dinamikler, bu modelin sürdürülemez olduğunu ortaya koydu.
Nebati programı, Derviş programının krizi nedeniyle ortaya çıktı. Nebati programının neoliberal reçetenin dışına çıkması, onu sistem içi karşıt bir uç olarak kalkınmacı politikalara yaklaştırmıştır. Merkez bankası bağımsızlığının kaldırılması, enflasyon hedeflemesinin askıya alınması, sermaye kontrolleri ve seçici kredi tahsisi gibi adımlar bu yönde atılmıştır. Ancak bu adımlara rağmen, Nebati programını tam anlamıyla kalkınmacı olarak nitelendirmek zordur; en fazla, kalkınmacı devlet örneklerinin “utangaç” ve başarısız bir taklidi olarak görülebilir. Bu “utangaçlık”, Nebati Programının piyasacılıktan kopamamasını ifade eder. Programın piyasacı yönü, ekonomik dönüşümün, fiyat sinyallerine göre yatırım yapan firmalarca sağlanacağı varsayımında yatar. Rekabetçi kur politikasıyla ithalatın pahalılaştırılması ve düşük faizli TL kredilerinin yerli üretime yönlendirilmesi, ekonomik yapının dönüşümü için yeterli görülmüştür. Bu ise, bir döviz kriziyle ve enflasyonun patlamasıyla sonuçlanmıştır.
Şimşek Programı, bir anti-Nebati programı olarak kurgulandı. Amacı neoliberal programdan sapan utangaç kalkınmacı girişimleri tasfiye etmekti. Ancak bu tasfiye sadece ekonomi politikası araçlarını kapsamıyor. Aynı zamanda iktidar blokunun yeniden yapılandırılmasını ve DSG kategorisindeki sermaye fraksiyonun yeniden eski (etkisiz) konumuna geri döndürülmesini de içeriyor. Bu kategorideki firmaların krediye erişiminin kısıtlanması, sanayideki durgunluk, iflasların başlaması, işsizlik artışı ve bunların sonucunda gelebilecek olan ekonomik kriz, bu tasfiye hareketinin adımları olarak görülebilir.
Günümüzde Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in görevine devam edip etmeyeceğine ilişkin ortaya çıkan söylentilerin arkasında, iktidar bloğundaki bu değişimin gerçekleşme sancıları yatıyor.
Sonuçta, karşımızda sermayenin farklı fraksiyonları tarafından desteklenen iki farklı birikim/büyüme modeli var. İkisinin de geniş toplum kesimlerine refah ve mutluluk getirmediği tescilli. Türkiye kapitalizminin yaşadığı bu hegemonya krizi, sistem dışı alternatiflerin tartışılması ve hatta hayata geçirilmesi için önemli olanaklar barındırıyor. Yeter ki buna uygun siyasi stratejiler, bir karşı-hegemonya projesi haline getirilebilsin.
[1] Bu çerçevenin daha geniş bir açıklaması için şuraya bakılabilir: Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl (2018-2023): Türkiye`de Kriz, Siyaset ve Sermaye, (İkinci Bölüm), https://www.dogankitap.com.tr/kitap/krizin-golgesinde-en-uzun-bes-yil-2018-2023 [2] Burada sözü edilen durum devletin ‘göreli özerkliği’ değildir. Ya da alt sınıflardan gelen baskılar nedeniyle hakim sınıf çıkarlarından özerkleşmek zorunda kalan bir bürokrasiden bahsetmiyoruz. [3] Bu ayrımın detayları için Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl kitabına (özellikle de İkinci Bölüm’e) bakılabilir.