Son zamanlarda arka arkaya, Türkiye’den ihraç gıda ürünlerinin yüksek miktarda kimyasal içermeleri nedeniyle yabancı ülke sınırlarından geri döndürüldüklerine ilişkin haberler okuyoruz. Mandalinadan bibere, domatesten Antep fıstığına kadar çeşitli ürünlerin alımı, zehirli ve kanserojen oldukları gerekçesiyle yabancı ülkelerce reddediliyor. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın açıklamaları ise halkın sofrada ne yediğine ilişkin endişelerini gidermeye yetmiyor. Gıda güvenliğinin hiçe sayıldığı bu tür uygulamaların hem bugünümüzü hem de kimyasalların kalıcı etkileri nedeniyle yarınımızı tehdit etmesi karşımıza halk sağlığı bağlamında olası bir felaket senaryosunu çıkarıyor.
Konuyla ilgili merak edilenleri TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Üyesi İ. Uğur Toprak’a sorduk. Ayrıntılı yanıtları ile bilgilendiren söyleşi için İ. Uğur Toprak’a teşekkür ederiz.
***
Ayrım: Öncelikle şuradan başlayalım Uğur bey. Türkiye’de neden bu kadar yoğun kimyasal ve pestisit kullanılıyor? Organik alternatif yöntemlere göre daha ucuz oldukları için mi ya da bilinçsizlik yüzünden mi? Kimyasal ve pestisit kullanımını düzenleyen yasal çerçeve mi yok, yoksa tüm bunlar “zehir lobileri”nin işi mi?
Uğur Toprak: Gerçekten çok önemli bir sorunla karşı karşıyayız. 2024 yılında Avrupa Birliği’nin gıdalar için hızlı uyarı sistemi (RASFF) verilerine göre pestisit nedeniyle en çok bildirim alan ikinci ülke Türkiye. İlk sırada Hindistan bulunuyor.
Öncelikle tarımda ve endüstride kimyasalların aşırı kullanımının bilinçsizlikten kaynaklandığını söyleyebiliriz. Pestisit konusunda yapılan çeşitli anket çalışmalarında; çiftçilerin uygulayacakları pestisitleri, uygulama dozu ve ilaçlama zamanını ilaç bayilerine sordukları tespit edilmiş. Bu bakımdan üreticilerin büyük bir çoğunluğunun teknik olarak konunun uzmanı olan kişilerden bilgi almadan uygulayacakları pestisitleri seçtikleri, uygulama dozunu ve zamanını belirledikleri söylenebilir. Konu bu bakımdan değerlendirildiğinde; çiftçilerin özellikle Ziraat Mühendisleri tarafından eğitim verilerek pestisit kullanımı konusunda yeterli bilgi ve tecrübe seviyesine getirilmesi sağlanmalı. Hayvansal üretim kısmında da özellikle antibiyotik kalıntısı önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Bu noktada da çiftçilere Veteriner Hekimler tarafından eğitimler verilmeli. Ayrıca bilinçsizce kullanılan pestisitler nedeniyle zirai ürün zararlılarında zaman içinde çeşitli tipte dayanıklılıklar geliştiği için artık daha yüksek dozlarda uygulama yapmak zorunluluk haline geliyor.
İşin bir başka boyutu plansız ve kontrolsüz iş yapılması. Örnek vermek gerekirse; buğday, arpa, mısır vb. hayvan yemi üretiminde kullanılan gıda maddeleri mikotoksin barındırması açısından riskli ürün gruplarıdır. Bu toksik maddeleri üreten küfler hasat öncesince, hasat sırasında, depolama aşamasında ya da gerekli analizler yapılıp önlemler alınmadıysa raf ömrü süresince gıda ve yem maddelerinde üreyip çoğalabilirler. Bu ürün grupları kontrolsüz şekilde hayvan yemi üretimine verilirse, toksin içeren ürünlerin hayvanlar tarafından tüketilmesi sonucu hayvanların mamullerine geçmesine neden olurlar. Yani bizler doğrudan mikotoksin içeren bir gıdayı tüketmesek bile yem endüstrisindeki kontrolsüzlük yüzünden bu toksin maddeleri döner gelir, peynir vb. ürünlerle vücudumuza girer. Bu noktada da önümüze maalesef ki yine bilinçsizlik ve denetimsizlik çıkıyor.
Tüm bu süreçlerde denetimi yapması gereken kurum olarak Tarım ve Orman Bakanlığının geçtiğimiz aylarda yayınladığı taklit-tağşiş listeleri çok konuşulmuştu. Bu listelerin yeterli olup olmaması bir yana, benzer bir teşhir mekanizmasını pestisit kullanımında neden göremiyoruz?
Öncelikle, ülkemizde riskli ürün grupları için belli limitler ilgili kanun ve yasaların eklerinde belirtilmiş olsa da bu kontrollerin sağlandığını reel verilerle söyleyemiyoruz. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın belli kontroller ve analizler sonucunda mikotoksin tespit ettiği ürünlerin üreticilerine para cezaları kestiği biliyoruz. Ancak bu ürünleri üreten firmaları ve ürünlerini taklit ve tağşiş ifşaları gibi toplumla paylaştıkları herhangi bir ağ yok. Ayrıca toplum sağlığını hiçe sayan bu işletmelere sadece para cezası kesmenin yeterli olmadığını her fırsatta, her platformda dile getiriyoruz. Bu gibi riskleri barındıran ürün partilerinin geri toplanması ve imhasının belgelerle toplumla paylaşıldığı bir ağ oluşturulmalı. Bu işletmelerin tarladan pakete girene kadar işledikleri her ürünün bu riski barındırmadığından emin olana kadar üretim izinlerini durdurmalı. Tarım ve Orman Bakanlığı çiftçilerin ve işletmelerin yaptığı iyileştirmeleri takip etmeli. Hatta gerektiği yerlerde iyileştirme yapacak çiftçilere ve gıda işletmelerine gerekli desteklerde bulunmakla yükümlü olmalı. Ayrıca ilgili bakanlıklar analiz numune sıklıklarını her sene güncellemeli. Bakanlıkta istihdam edilen kontrolör sayısının yetersiz olduğu da aşikar. Tüm bunlara baktığımızda hem yetersizlikten hem de kimi yaptırımlarla ilgili tercihlerden kaynaklı ne yazık ki olumlu bir ilerleme göremiyoruz.
Öte yandan gıda ihracatında yaşanan bu sorunlar ve geri dönen ürünler, Türkiye’nin uluslararası arenadaki itibarını olumsuz etkiliyor. İhraç edilen ürünlerin sürekli olarak geri dönmesi, Türkiye’nin gıda güvenliği ve kalite standartlarına uyum konusunda zayıf olduğunu gösteriyor. The Economist tarafından derlenen gıdaya ekonomik gücün yetmesi, erişebilme, kalite ve güvenlik unsurlarını içeren Küresel Gıda Güvenliği Endeksi 2022 Raporunda Türkiye, 113 ülke arasında 49’ncu sırada yer alıyor. 2020 raporunda 47’nci sırada idi. Yani daha da geriledik. Burada sorunu sadece ticari kaygılar değil, esasen etik ve sağlık standartları açısından değerlendirmek kritik bir öneme sahip. Bakanlık gerekli düzenlemeleri yaparak taklit ve tağşiş için yapmış olduğu uygulamayı meyve ve sebzeler için de yapmalı, pestisit, aflatoksin ve mikrobiyal yük sınır değerlerini aşan ürünleri üreten firma ve kişileri de ifşa etmeli.
Geçtiğimiz ay Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı, gümrükten geri dönen ürünlere ilişkin, “Geri dönen hiçbir ürünün biz içeride satışına izin vermiyoruz, imha ediyoruz. AB’nin tüketmediği herhangi bir şeyin Türkiye’de tüketilmesine izin vermiyoruz.” dedi. Bu söyleme inanıyor musunuz? Zehirli ürünler soframıza ulaşmıyor olabilir mi gerçekten?
Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı’nın açıklamasına şuradan başlayalım isterseniz. Sayın Bakan diyor ki “Öncelikle burada eli öpülesi çiftçilerin suçlandığını görüyoruz. Elbette uygulamada hata yapanlar olabilir ancak bunların oransal büyüklüğü bizlerin hassasiyetiyle doğru orantılı değil. Çok küçük veya toplam üretim içinde büyük payı yok.” Bizim sorunları ortaya koyarken kimseyi suçladığımız yok elbette. Söylemimiz çiftçilerimize eğitim desteği sunulmasının elzem olduğu. RASFF verileri de bu noktada Bakanlığın acil olarak bizim söylemimizi eyleme çevirmesi gerektiğini gösteriyor. Yani Sayın Bakan sadece söylemde değil, eylemde bulunmalı.
Sayın Bakan, sizin de soruda söylediğiniz dediğiniz gibi, iade edilen ürünlerin durumuna ilişkin bilgi verip bu ürünlerin analize tabi tutularak imha edildiğini söyledi, bu konuda tereddütü olan varsa da kendilerini imhayla ilgili süreci ve prosedürü görmek için imha alanlarına davet etti. Ama imha tutanaklarının şeffaf bir şekilde neden kamuoyuyla paylaşılmadığına yönelik daha önce Gıda Mühendisleri Odası olarak sorduğumuz soruyu ise yanıtsız bıraktı.
Evet aklımızda imhayla ilgili makul bir şüphe olabilir. Bu tereddüdü ortadan kaldırmak ise ilgili bakanlığın görevi. Bunun yöntemi de her imhada imha tutanaklarının ve görüntülerinin kamuoyuyla şeffaf bir şekilde paylaşılması. İlgili açıklamada dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli nokta da “zaten imha edilecek ürünlerin toplam içinde bindelerle ifade edilen bir oranda olduğu” ama oranın bindelik düzeyde olması ortada bir gıda güvenliği zafiyeti olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Gıda güvenliği sorunun azı çoğu olmaz. Gıda güvenliği ya sağlanır ya da sağlanamaz. Sağlıklı, yeterli, dengeli ve güvenli gıdaya sürdürülebilir bir şekilde ve ekonomik olarak ulaşmak bir insan hakkıdır. Bunu sağlamak da kamunun en önemli görevlerinin başında gelir. Tarım ve Orman Bakanı Sayın Yumaklı’ya bu görevi bir kez daha bu vesileyle hatırlatmakta fayda var.
İktidarın son yıllarda yaptığı yasal düzenlemelerle birçok alanda kamu denetimini azalttığını görüyoruz. Kamu yararına hizmet eden bir meslek kuruluşu olarak Gıda Mühendisleri Odaları’nın bu konudaki yetki ve sorumlulukları nelerdir? Gıda güvenliğini sağlamakta nereye kadar müdahil olabiliyorsunuz?
Türkiye’de gıda güvenliğinin sağlanması konusunda yetkili otorite Tarım ve Orman Bakanlığı. Oda olarak hazırlanan yönetmelik vb.leri için görüş bildirip var olanların uygulanması konusunda ısrarcı oluyoruz. Yurttaşın bilgilendirilmesi konusunda çalışmalar yapıyoruz. Bilindiği üzere TMMOB’nin uzun yıllardan bu yana siyasal iktidarların hedefinde olmasının temel nedeni, sahip olduğu kamusal nitelik ve toplumcu mücadele çizgisidir. İktidarların gündelik siyasal menfaatleri için hayata geçirmek istedikleri proje ve uygulamaların bilime, doğaya, insan sağlığına ve kamusal çıkara uygunluğu konusunda toplum adına denetlenmesi odamızın bir anayasal sorumluluğudur. Odamız da mesleki ve toplumsal konulara bu kamusal sorumluluk ve bilinçle yaklaşmaktadır. Bu bilinç ve sorumlulukla, her türlü platformda; gıdaya erişim ve gıda hakkı konusunda yaşanan sorunlarda, afetlerdeki kırılganlıklar gibi konularda sorunun çözümüne yönelik olarak kuşkusuz bilimin çok önemli bir rolü olduğunu; ancak atılması gereken en önemli adımların da politik olduğunu, kamu sağlığının korunabilmesi için gıda güvenliğinin ve gıda güvencesinin sağlanmasının zorunluluk olduğunu, afetlere dirençli bir gıda ve tarım sisteminin kurgulanmasının zorunlu olduğunu, gıdaya erişimin sağlanamamasında temel sorunun adil olmayan gelir, vergi ve gıda dağılımı olduğunu, dolayısıyla açlığın nedeninin temelde yoksulluk olduğunu, yoksulların gıda yardımının nesnesi değil, gıda hakkının öznesi olduğunu yüksek sesle ve inatla söylemeye, savunmaya devam edeceğiz.
Gıda sisteminin kurgulanmasının temeli tarım sisteminin kurgulanmasından geçiyor ama ülkemizde tarım aslında bitme noktasına geldi diyebiliriz. Tarımdan geçinen çiftçiler, köylüler toprağını bırakma noktasına gelirken uluslararası tekeller tarıma egemen oldu. Bu süreçte 80’lerden itibaren tarımda başlayan neoliberal dönüşümün etkileri nedir sizce? On yıllardır sürdürülen tarım politikalarının bugün sağlıklı gıda yerine zehir yer hale gelmemizde payı olduğunu düşünüyor musunuz?
Özellikle sanayi devriminden sonra kalkınmanın sadece katma değeri olan ürünlerle olabileceği konusunda bir anlayış gelişmeye başladı. Ekonomi, kalkınma, sanayi alanında yapılan gelişmeler tarımsal kalkınmaya ters etki yaratmaya başladı. Tarımsal üretimler azaldı, köyden kente göç arttı, nüfus arttı, işsizlik katlanarak artışa geçti. Sorunun en büyük nedenlerinden birini, üretim süreçlerinin ve mevcut kaynakların neo-liberal politikalar ile beslenmiş toplumun, oluşmuş tüketim algısına ve sahte ihtiyaçlarına yetmemesi olarak gösterebiliriz. Artan nüfus ile birlikte artık kitlesel üretim sadece mevcut kaynaklarımızı hızla tüketmedi, aynı zamanda geleceği de ciddi şekilde tüketmeye başladı. Aslında insanlar gelecekte dünyanın doğal kaynaklarının ne derecede tükeneceğini tahmin edebiliyor. Ama buna rağmen bu tehlikeyle savaşan çok az bir kesim olduğunu görmekteyiz. Bireysel bilincin artması gıda arzlarında farkındalık yaratacak, bu sayede üreticinin yönelimleri de sürdürülebilirlik yasalarına doğru kayacaktır. Bireysel bilinç burada kilit nokta, çünkü sektörel üretimler büyük çaplı üretimlerdir ve ekolojiye yarattığı etki aynı çapta büyük olmaktadır. Bireysel yönelimler değiştikçe sektör de arzlara yönelik üretim yapacaktır. Bu üretim de çevreyi koruma bilinciyle iç içe olmalı. Aksi durumda ne yazık ki zehir solumaya ve zehir yemeye devam edeceğiz.
Depremler, yangınlar gibi felaketlerle mücadelede ne yazık ki yetersiz bir ülkeyiz. Gıdalarımızda kimyasal ve pestisit kullanımı bir vadede kanser vakalarında artışı tetikleyebilir. Bu da başka türlü bir felaket senaryosunu, halk sağlığına karşı büyük bir tehdidi karşımıza çıkarıyor. Kimyasal ve pestisit kalıntılarının gıda güvenliği ve halk sağlığı üzerindeki kısa ve uzun vadedeki etkileri üzerine neler söyleyebilirsiniz? Bu konuda da felaketi öngöremeyen ve önlemini alamayan bir ülke miyiz?
Pestisitlerin tarımsal amaçlı olarak kullanımının, ortamda bulunan canlılar ve çevre üzerinde olumsuz ekolojik etkilerini, bağışıklık sistemi ve farklı dokularda toksik etkilerini gösteren bilimsel çalışmaların sayısı gün geçtikçe artıyor. Bunun yanı sıra pestisit kullanımı ile yabancı otların yok edilmesi sonucunda yabancı otların nesli tehlikeye giriyor ve canlı kaynakların temelini oluşturan biyoçeşitliliğin azalmasına neden oluyor. Ülkelerin sahip olduğu biyolojik çeşitlilik, özellikle genetik kaynaklar anlamında büyük bir güç durumuna geliyor. Pestisit kullanımı ekosistemin yapısının ve tür sayılarının değişmesi gibi uzun süreli etkileri nedeniyle ekosistem tahribatına yol açıyor. Az önce sözünü ettiğim mikotoksinler bazı küfler tarafından üretilen toksik metabolizma ürünleridir. Bunların halk arasında en bilinenleri ise Aflatoksin ve Okratoksinlerdir. Günlük hayatımızda bolca tükettiğimiz sert kabuklu yağlı-kuru meyveler (fındık, yer fıstığı, Antep fıstığı), bazı kuru meyveler (kuru incir, kuru üzüm), yağlı tohumlar (pamuk tohumu), bazı tahıllar ve baharatlar (kırmızıbiber, karabiber) ayrıca bazı hayvansal ürünlerde de (süt, peynir) gerekli koruyucu tedbirler alınmazsa aflatoksin ve okratoksin oluşumu meydana gelebilir. Bu mikotoksin türlerinin uzun süreçte fazla tüketilmesinin insanlar ve hayvanlarda kansere neden olduğu kanıtlanmıştır. Ayrıca bağışıklık sistemini güçsüzleştirme, hafıza kaybı, kas krampları ve gen değişimine kadar sonraki nesillere aktarılabilecek hasarlar bırakabilmektedirler. Bunları biliyoruz ve aslında felaketi öngörüp önlemini almak üzere bir şeyler yapılmıyor değil. Bu noktada birçok yasamız, yönetmeliğimiz gayet muazzam. Lakin kötü olduğumuz şey yasalarımızı uygulamamamız. Söylemde varız, lakin eylemde yokuz ve sonuçta önlem almamış oluyoruz.
Son olarak “ne yapmalı” diye sorayım. Görmezden gelemeyeceğimiz, yaşamsal önemde bir sorunla karşı karşıyayız. Gıda güvenliğimizi, çocuklarımızın geleceğini tehdit eden kimyasal ve pestisit kullanımına karşı nasıl mücadele etmeliyiz?
Tarımda “milli ve yerli” söylemini yerine getirmek istiyorlarsa bunun gereği; taşıma suyla değirmeni döndürmeye çalışmak yerine kendi öz kaynaklarımıza yönelmektir. Tarım açısından yeterli toprak büyüklüğü ve verimliliğine sahip ülkemiz; kendi öz kaynaklarına yönelmeli. Tarımsal girdi fiyatlarının ucuzlatılmasıyla başlayacak reform hareketi, getirilecek muafiyet ve özendirmelerle yükseltilmeli, insanımızın ihtiyacı olan bitkisel ve hayvansal üretim gerçekleştirilmeli, toplumun dengeli beslenmesi için gereken et üretilmeli ve tüketimi gelişmiş ülkeler seviyesine yakınlaştırılmalı, bu koşulların sürdürülebilirliği sağlanmalı. Tarımsal üretimde yerel anlamda üretime ciddi destekleri olan, geleneksel üretim girdilerini kullanan, biyolojik çeşitliliğin, gıda egemenliğinin ve sağlıklı beslenmenin temel unsuru aile tarımcılığı ya da küçük çiftçilik desteklenmeli, gıda güvenliğini sağlayan bir biçimde, katma değerli ürün üreten sistemlere entegrasyonlarını teşvik edici ve sosyal korumaya yönelik devlet politikaları geliştirilmeli, ortaya çıkan ürünlerin tüketiciyle buluşabileceği pazarlar yaratılmalı. Atılan her adımda, hedef sürdürülebilir üretim olmalı. Tarımın, serbest piyasa koşullarına terk edilemeyecek kadar stratejik bir sektör olduğu akıldan çıkartılmamalı. Sofralarımıza gelen gıdanın güvenliği ilk olarak tarımsal üretimin güvenliğinden; tarımsal üretimin güvenliği ise ürünlerin, köylülerin, çiftçilerin, balıkçıların, daimi ve mevsimlik kır emekçilerinin ve dağıtım kanallarının güvenliğinden geçiyor. Bunu sağlayabilmek ise gıda egemenliği ve agroekoloji ile mümkün. Gıda egemenliği ve agroekolojinin halk sağlığından, doğa dostu üretimden, adil üretim ve paylaşımdan yana anlayışını; yerel bilgi ve pratikleri dışlamadan, bilimin yol göstericiliğinde ve doğru uygulamalarla yayacak toplumsal bir hareketi inşa etmek için çalışmalıyız.