19 Mart tarihinde Beyazıt’ta yıkılan polis barikatından bugüne öğrenci hareketi hızla yükseldi, on binler oldu ve bir korku iklimi eşliğinde bayram tatiline girdi. 10 gün boyunca sabahtan kampüslerde kulüp şenlikleri, açık dersler eşliğinde akademik boykotun sesini yükseltip akşamında sokaklara dökülen öğrencilere baktığımızda heterojen bir kitle görmek mümkündür. Yani milliyetçisinden komünistine kadar uzanan geniş bir ideolojik skala mevcuttur. Buna karşın genel eğilim herhangi bir partinin desteklenmemesi, partilerden uzak durulması ve de öğrencilerin kendi özörgütlülük kanallarında örgütlenilmesi yönündedir.
Bu durumun gösterdiği en net şey hiç şüphesiz ki gençlerin siyasetle ilgilenmediği veya apolitik olduğu değil, gençliğin “böyle bir siyasetle” ilgilenmedikleri, mevcut haliyle siyasete bulaşmak istemedikleri. “Böyle bir siyaset” tanımını biraz açmak gereklidir. Saray Rejimi’nin son yıllarda gördüğümüz en net saldırılarından bir tanesi halkın siyasetteki konumuna yönelik olmuştur. Bugün geldiğimiz noktada halk siyasete izleyici olarak dahi katılamıyor, siyaset kapalı kapılar ardında ilerletiliyor ve siyasi aktörler dahi siyaset sahnesinden tasfiye ediliyor. Bu durum, normal olarak siyasi gelişmeleri anlamlandıramama ve de bir belirsizlik hissiyatı yaratmaktadır. İşte bu belirsizlik, düzen muhalefetinin de beslemesiyle beraber halkta siyasete karşı bir öfke, daha doğrusu bir tiksinme yaratmıştır. AKP’nin halkı ve ötesinde siyasi aktörleri dahi siyasetten tasfiye etme girişimleri, düzen muhalefetinin bu düzeni beslemesi halkın pratikte örgütsüz ama öfkeli bir biçimde sahneye çıkmasına neden olmuştur. Bu örgütsüz ama öfkeli halk, özellikle öğrenciler, çalınan gelecekleri, ellerinden alınan hayatları, sahip olmayı diledikleri ama AKP yüzünden olamadıkları her şey için 19 Mart itibariyle sokağa çıkmıştır.
Öfke, Heyecan ve Korku
Hayat, yalnızca hissetmekten yahut düşünmekten ibaret değildir. Bu hisler veya düşünceler pratiğe dökülmediği sürece havada asılı kalacaktır. Ancak, mevzubahis duygu-düşüncelerin gerçeklikle sınanacağı pratik ise siyasal tahliller doğrultusunda şekillenmelidir. Yani birileri barikata yüklenmek ya da yürümek istiyor diye değil, kime karşı yürüdüğünü veya barikata neden yüklendiğini bilerek eylem yapılmalıdır.
Öfke ve heyecan birbirini besleyen iki duygu olarak tarif edilebilir. Bir barikata yürürken ya da evinizde otururken sizi sokağa indiren o haberi aldığınız anda içinizde oluşan öfke, barikatın tam önünde bir heyecana dönüşür. Korku silikleşir, ihtimaller değil barikatın kendisi düşünülür. Polislerle göz göze gelinir, arkadaşlarınla kol kola girilir ve çatışma bitene kadar tüm duygular kaybolur. O eylem anı bittiğinde ise kimilerinde korku başlar. İçinde bulunulan savaş ve taraflar, tarafların neler yapılabileceği ya önceden değerlendirilir ya da yaşayarak öğrenilir. Önceden değerlendirilmediği koşullarda, korkunun kendisini güçlendirmesi muhtemeldir. Kapsamlı bir tahlille önden değerlendirildiği ve barikata yüklenirken ne yapıldığının farkında olunduğu, yani kime karşı savaşıldığının bilincinde olunduğu durumda ise korku yerini heyecana bırakır. Bir barikatı aşmanın, başkalarına umut olabilmenin ve mücadeleyi büyütmenin getirdiği heyecan.
Gün gün ilerlemeye gerek yok ancak öğrenci kitlesinin örgütsüzlüğü, sol/sosyalist kurumların iletişim eksikliği ve 22 Mart Cumartesi gününden beri süren şafak baskınlarının yarattığı tedirginliğin getirdiği iklim, sonunda 27 Mart Perşembe günü yaşanan Cevahir eylemini doğurmuştur. Düzen muhalefeti sokak eylemlerini bırakmış, kitlenin öncüsü öğrenciler şanslarını denemiş, gün boyu bozgunculuklar kimi kurumlar tarafından örgütlenmiş ve sonucunda ani bir kararla kitlenin bir kısmı tahliye edilebilirken bir kısmı gözaltına alınmıştır. Bu noktada yapılabilecek en büyük hata birisinde suç aramaktır. Suçlu hem herkestir hem de hiç kimse. 6 gün boyunca devlet tarafından sindirilmeye çalışılan örgütsüz bir öğrenci kitlesi on binleri sokağa dökmüş, yeterli siyasi bilinci kitleye taşıyamamış ve sonunda kötü bir deneyimle sınanmıştır. Öğrenci hareketi için Cevahir eylemi bir son değildir, ancak önemli bir ders olmuştur.
Gençlik, Kendi Siyasetine Kendisi Karar Verecek
Gençliğin artık siyaset sahnesine bir özne olarak adım atma fırsatı yakaladığı ve örgütsüz ancak örgütlenme ihtiyacı güttüğü tespitlerinde bulunmak yanlış olmaz diye düşünüyorum. Bu noktada bizlere düşen en temel sorumluluk, gençliğin mücadelesini örgütlü bir hale getirmek ve kalıcılaştırmaktır. Aksi takdirde, örgütsüz bir halkı birçok güç yenebilecektir.
Öncelikle kitlenin öz örgütlenme araçlarının partili mücadeleyle ilişkisinden bahsetmek gereklidir. Partili mücadele, süreklilik ve kolektif hareketin bir program çerçevesinde, aynı zamanda kitlesel bir şekilde farklı toplumsal mücadele alanlarının sınıf mücadelesiyle ittifakının kurulmasını sağlamaktadır. Bu doğrultuda, öğrenci temsilcilikleri, kulüpler, üniversiteler arası koordinasyonlar gibi kitle araçlarının siyasi yatağının partili mücadeleden beslenmesi, sınıf mücadelesiyle öğrenci hareketinin ittifakının kurulabilmesi için zorunluluktur. Ancak, bunun önündeki en büyük engel gençliğin siyasi partilere bakış açısıdır. Düzen muhalefeti yüzünden gençliğin önündeki siyaset tanımı, gençliğin tamamen tasfiye edildiği, yalanlar ve çıkarlar üzerine kurulu bir haldedir. Bunu değiştirmenin yolu ise ne parti örgütlenmesini arka plana atmak ne de parti bayrağının olmadığı hiçbir yerde bulunmamaktır. Aksine, gerek kulüp kortejinde bir döviz tutarken gerekse de 8 Mart’ta İstiklal’i zorlarken partili kimliği saklamamak, tüm bu eylemlerin örgütlenmesini partili bir şekilde gerçekleştirmektir. Ancak o zaman, partili mücadelenin gençlikle bağı tekrar kurulabilir. 2024 Ağustos ayından bu yana gerek Ayşenur ve İkbal için düzenlediğimiz eylemlerde gerek yılbaşında Hatay’a giderken, gerekse de 19 Mart tarihinden bugüne gelen eylemlerde bunu büyük ölçüde başarmış bulunmaktayız, ancak yeterli değildir. Bu konuda yolumuz uzundur, ancak bizim aşamayacağız bir yol da değildir.
İstanbul’da öğrenci hareketinde kitle araçlarının en geniş örgütlenmesi mevcut durumda Öğrenci Temsilciliği Kurulları ve “İstanbul Üniversite Koordinasyon” adlı yapıdır. Daha detaya girmeden önce şu iki noktayı unutmamak gereklidir:
ÖTK deneyimi en net olarak Boğaziçi’nde elde edilmiştir. Bu sebeple diğer okullardaki deneyimler Boğaziçi’nden doğru şekillenmekte, ancak ne bu deneyimin hatalarından çıkartılan dersler diğer okullarda uygulanmakta ne de diğer okullardaki deneyimler Boğaziçi’ni etkileyebilmektedir.
“İstanbul Üniversite Koordinasyon” grubunun nasıl ortaya çıktığı meçhul durumdadır. Buna dair birçok şey söylenebilir, ancak mevcut koşullar sebebiyle bu tartışmayı daha sonra bir başka başlık altında ele almak en doğrusu olacaktır. Koordinasyon, yapısı gereği kitle ve kitlenin mücadelesi tarafından var edilmesi gereken bir kurumdur. Üniversitelerdeki ÖTK’ların mücadelesi ve örgütlülüğü arttığı ölçüde Koordinasyon’un gücü artacaktır. Bu sebeple tartışmalarda Koordinasyon’a kimin gideceği değil, hangi siyaseti taşıyacağı asıl gündem olmalıdır.
İlk maddeden başlamak gerekirse, 2022 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde devrimci öğrencilerin Boğaziçi Direnişi’ne kalıcı bir mevzi katmak amacıyla başlattıkları ÖTK kampanyası, bugüne çok önemli bir deneyim bırakmıştır. Bu kampanya sayesinde ÖTK kariyerist öğrencilerin elinden alınmış ve geleceği için mücadele eden öğrencilere geçmiştir. Ancak, bugün geldiğimiz noktada, Boğaziçi özelinde, örgütsüz solcuların örgütsüzlüğü örgütlediği, kimi kurumların alan tutmaya çalıştığı bir yer haline gelmekle beraber iyisiyle kötüsüyle çok önemli bir mevzi, çok öğretici bir mevzi olmuştur. Yaşanan tüm tartışmaların sonrasında herkesin bir arada mücadeleye devam edebiliyor olması ise Boğaziçi’ne bıraktığı en önemli deneyimlerden birisidir.
Bunun yanında Boğaziçi Üniversitesi hariç üniversitelerin birçoğunda 19 Mart tarihinden bugüne bölüm/fakülte forumları alınarak temsilciler seçilmiş, bunlar Boykot Komitesi veya ÖTK adı altında örgütlenmiştir. Çoğu üniversitede konuşulan konunun talepler değil de akşamki eylem, eylemde atılan sloganlar veya “koordinasyona kimin gideceği” olması ise önceki deneyimlerimizden öğrendiklerimizi uygulamada eksik kaldığımızı göstermektedir. Unutulmamalıdır ki adı ister ÖTK olsun ister Boykot Komitesi isterse de Koordinasyon, bunlar birer araçtır ve yalnızca fikirler üzerinden var olabilirler. Eğer ki bir üniversitenin öğrencilerinin o üniversitenin geleceğine dair bir fikri yoksa, bu aracın da bir anlamı kalmayacaktır. Bu sebeple elimizdeki bu araçlar, mücadelemizi besleyecek talepler ile somutlaştırılarak güçlendirilmek zorundadır. Gençlik, kendi geleceğine, kendi üniversitesinin kaderine kendisi karar verecektir. CHP’nin ya da Zafer’in bir vekilinin konuşma yapmasını bekleyerek değil, kendi taleplerini haykırarak, bu talepleri örgütlü bir şekilde kazanıma dönüştürerek ve de AKP’yi geri adım atmaya zorlayarak bunu yapacaktır. Bunu yapmanın ön koşulu ise önyargılarını kırıp, hayatında bir şeyleri değiştirme adına partili mücadeleye örgütlenmek olacaktır.
Boykottan Boykota, Kampüsten Sokaklara
Bu kadar çok taleplerden bahsetmişken, talebin ne olduğunu ve ne olması gerektiğini kısaca açmak lazım. Hiç şüphesiz ki en genel talep, Erdoğan’ın istifasıdır. Gençliğin geleceğini çalan, üniversiteleri diploma fabrikası haline getiren, bizleri umutsuzluğa sürükleyen bu düzenin baş mimarı olan kişinin istifası istemek, her gencin en büyük sorumluluğudur. Şunu unutmamak gerekir ki talepler, onu yükselten hareket tarafından kazanıma dönüştürülebilmelidir. Bu sebeple, istifa talebinin kazanıma dönüşmesinin yolu, bilerek tekrara düşeceğim, partili mücadeleye yüzünü dönmek, öğrenci hareketinin sınıf mücadelesiyle ittifakını kurabilmektir.
CHP’nin açıklamış olduğu boykot listesi, bu noktada sandığımızdan daha büyük bir öneme sahiptir. Bu CHP’nin boykotuna destek verelim gibi bir yerden değil, CHP’nin sermayeyi neden boykot ettiği sorusu üzerinden okunmalıdır. Hatırlayacak olursanız, Boğaziçi Üniversitesi’nde 10 Şubat 2025 tarihinde Kuzey Kampüs’e açılan EspressoLab francheise’ı bir kafe öğrenciler tarafından kamulaştırılmış, adına İşgal Kafe denmiş ve bir boykot kampanyası başlatılmıştır. O eylemlerde en temel duygu, AKP’li sermayenin kampüslerde istenmemesi üzerinden kurulmuşken örgütlü mücadele sayesinde “Sermaye Karşıtı” bir çizgiye doğru eğilebilmişti. Eylemlerde Kafe’nin kasasına asılmış olan, “Boğaziçi’nde Sermayeye Geçit Yok” yazılı TİP’li Öğrenciler pankartı, tüm haber sayfalarında eylemlerin yüzü haline gelmişti. CHP’nin boykot listesini gençliğin dinamizmiyle beslemek, yalnızca AKP’li değil, bizi sömüren sermayeye karşı genel bir eğilim yaratmak açısından büyük önem taşımaktadır. Unutulmamalıdır ki CHP’nin boykot kararı kendi siyasal çıkarları ve toplumun AKP nefreti doğrultusunda şekillenmektedir, ancak mevzubahis parti, gençliğin gerisinde kalmaktadır. Bu sebeple bu listeye yüklenmek ve oradaki öncülüğü devrimci öğrencilerin öncülüğünde düzen muhalefetinden alabilmek, denenmesi gereken bir yol olarak önümüzde durmaktadır. Bu yolu değerlendirirken dikkat etmemiz gereken en önemli nokta ise odaklanacağımız yerin yalnızca nasıl başaracağımız değil, sürecin sönümlenmesi durumda geriye ne bırakmış olacağımızdır.
Boykot listesi gündemindeki bir diğer önemli nokta ise mevcut durumda gençliğin politizasyonunun yalnızca kampüsten değil, ana odak olarak sokaktan çıkmasıdır. Bu sebeple, özellikle EspressoLab, D&R gibi kampüslerden rant elde etmeyi deneyen şirketlerin boykotu kampüs gündemi haline getirilmelidir. Akademik boykot taleplerinin EspressoLab boykotu gibi Saray Rejimi’ni ve kayyumlarını sıkıştıracak taleplerle şekillendirilmesi akademik boykotun zemininin güçlendirilmesi için önemli fırsatlardan bir tanesidir.
Gençliğin boykot dışındaki gündemlerinden bir tanesi de 1 Mayıs’tır. Her sene nerede yapılacağı büyük tartışma konusu olan, her kafadan farklı bir ses çıkan, 2024 yılında Bozdoğan Surlarında çatışmaların yaşandığı, 2023 yılında yüzbinlerin kortejler kurduğu 1 Mayıs. Gençlik de yaklaşık 1 aydır barındırdığı enerjisini 1 Mayıs’a bağlamak istemektedir. Peki gençlik 1 Mayıs’a sınıfla buluşmaya, gücünü sınıfın ve kendi müstakbel sınıfının gücüyle birleştirmeye mi gidecektir, yoksa yalnızca takvimdeki önemli günlerden biri olduğu için mi? Bu soru kritiktir, çünkü öğrenci hareketi, ancak kampüsten çıkabildiği, kampüsü aşabildiği ve sokakla, halkla, kendisinden farklı olanla buluşup etkileyebildiği zaman devrimci bir harekettir. Ancak böyle yaparak siyaset sahnesinde bir özne olma fırsatı yakalayabilir. Eğer ki gençlik sınıfla buluşmak ve gücünü emekçilerle birleştirmek için 1 Mayıs’a gidiyorsa, sendikalarla, partilerle beraber yürümeli, ortak bir iradeyi temsil etmelidir. Ama takvimdeki önemli bir gün olduğu için 1 Mayıs’a gidecekse, kampüsten çıkmasına rağmen kampüsteymiş gibi kalmayı seçmiş olacaktır. 2025 1 Mayıs’ı, gençliğin 19 Mart Direnişinden ne öğrendiğinin, devrimcilerin gençliği ne kadar dönüştürdüğünün test edileceği önemli bir uğraktır. Ve öğrenci hareketinin devrimci bir iradeyi inşa edecek yol haritası da bu 1 Mayıs’ın tarihsel ve siyasal önemini kavrayanlar tarafından çizilecektir.
Yavaş yavaş toparlarken şunu unutmamak gerekir ki gençliğin öfkesi kendisi dahil herkesedir. CHP, AKP, MHP ve hatta yanındaki sıra arkadaşınadır. Bu sebeple hem çok kolay parlamakta hem de hedefinden hızlıca sapabilmektedir. Biz örgütlü öğrencilere düşen sorumluluk ise bu öfkenin hedefinin Saray’dan sapmamasını sağlamak, öfkeyi diri tutmak ve kalıcı bir mücadeleyi beslemektir. Tüm tutuklamalara, şafak baskınlarına, iftiralara ve tehditlere rağmen öğrenciler örgütlenmeye devam edecek, sınıf mücadelesini kampüslerden sokaklara taşıyacaktır.