Felaketler Çağında İklim Krizi: Yaşam ve Direnç Mücadelesi

Dünyamız her geçen yıl daha sıcak ve istikrarsız hale gelirken, iklim krizi yalnızca bilim insanlarının hazırladığı uyarı raporlarından çıkıp hayatlarımızın merkezine yerleşti. Çokuluslu yapıların toplantı salonlarından çıktı ve kapımızın önüne, banyomuzun musluğuna, elektrik faturamıza geldi. Sel felaketleri, orman yangınları ve kuraklık gibi olaylarla şekillenen 2024 yılı, tarihin hem en sıcak ve hem de en nemli yılı olarak kayıtlara geçti. Bu kayıtlar, görmek istemeyen gözler için dahi iklim krizinin karmaşık ve yıkıcı etkilerini artık apaçık şekilde ortaya koyuyor.

İçinde bulunduğumuz krizin etkisi, yalnızca doğanın sınırlarını zorlamakla kalmıyor; sınırları zorlanan doğanın bir sonucu olarak aynı zamanda insan yaşamını, ekosistemleri, sosyal hayatı da ciddi şekilde tehdit ediyor. Los Angeles’taki yıkıcı kent yangınlarından İspanya’daki sel felaketlerine kadar, 2024 yılı boyunca yaşanan olaylar, iklim krizinin dünya çapında yarattığı karmaşık etkileşimlerin açık bir göstergesi oldu. (Burada hemen başta bir parantez açmakta fayda var. İnsanlık olarak orman yangınlarına ya da kentte yaşanan yangınlara alışıktık. Fakat bir kent yangını olgusu ile bu boyutta ilk defa karşılaştık.)

İklim krizi, yalnızca çevresel bir sorun olmanın ötesine geçerek sosyal adaletsizlikleri derinleştiren, göç dalgalarını tetikleyen ve küresel ekonomik sistemde kırılmalara yol açan bir küresel kriz haline geldi. Bu durum, bizi toplumsal, ekonomik ve ekolojik krizlerin iç içe geçtiği çoklu krizler çağında yaşamaya zorluyor. Elbette toplumsal ve ekonomik krizlerin kendi öznel sebepleri de var. Fakat çoklu krizler dönemi bir etkileşimi de yanında getiriyor. Dahası, bu krizlerden herhangi birini çözmeden diğerlerini ele almak mümkün değil; artık sorunları sırasıyla çözme lüksümüz kalmadı. Büyük anlatıların geride kaldığını düşünenler için kötü haber şu ki: İklim krizine çözüm bulmadan, diğer krizleri çözmek yalnızca bir yanılsama olacaktır. Özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin olmadığı bir dünya yine günün birinde iklim kriziyle karşı karşıya gelecek.

Odağımıza iklimi alıp konumuza dönersek küresel sıcaklık artışı, iklim sistemlerinde zincirleme reaksiyonlara yol açarak doğal afetlerin sıklığını ve şiddetini artırmakta. Bu durum, sel, orman yangını, kasırga ve kuraklık gibi olayların daha sık ve yıkıcı şekilde yaşanmasına neden oluyor. Bilimsel veriler, atmosferde biriken sera gazlarının, yeryüzündeki sıcaklık dengesini bozduğunu ve bu durumun hidrolojik döngüde ciddi değişiklikler yarattığını ortaya koyuyor. Örneğin, daha sıcak bir atmosfer, daha fazla su buharı tutarak yoğun yağış ve ani sellerin riskini artırıyor. Aynı şekilde, buharlaşmanın hızlanması ve kuraklık periyotlarının uzaması, orman yangınları için uygun koşulları yaratıyor. İşin teknik kısmına çok batmadan şunu görmemiz yeterli: Bir yerden bozulduğunda bu bozulmanın önüne geçmek hem çok zor hem de nerenin bozulacağını tahmin etmek imkansıza yakın. En iyisi ya hiç bozmamak ya da tamir etmeye başlamak. Ne yazık ki hiç bozmama kısmını aşmış durumdayız. Seçeneğimiz tek!

Felaketlerle iklim krizinin bağlantısını anlamak için bir kavram ayrımı yapmak önemli: Doğal afetler, insan etkisi olmaksızın da gerçekleşebilirken, iklim krizi bu olayların sıklığını ve yıkıcılığını yıkıcı şekilde artırıyor. Örneğin, atmosferde biriken sera gazları, gezegenin sıcaklık dengesini bozuyor ve doğal afetlerin sıklığını artırıyor. Yüzyılda bir yaşanan olaylar artık her yıl tekrarlanır hale gelirken, 20 yıllık yağışlar birkaç saatte düşüyor. İnsanlık olarak buna hazırlıksızız çünkü o birkaç saatlik yağış tekrarlanmak için artık 20 yıl beklemiyor.

Bu bağlamda, 2024 yılı, iklim krizinin etkilerinin ne denli geniş ve yoğun hale geldiğini açıkça gösterdi. Daha önce kaydedilen en sıcak yıllardan biri olmasının yanı sıra, bu yıl atmosferik nem seviyelerinin de rekor kırdığı bir dönem olarak tarihe geçti. Bu durum, İspanya’daki sel felaketinden Los Angeles’taki yangınlara kadar dünya çapında yaşanan birçok yıkıcı olayı ya tetikledi ya da önüne geçilmesini zorlaştırarak etkisini katladı.  İklim krizinin felaketlere olan bu güçlü bağlantısı, artık yalnızca bilimsel bir tartışma değil, aynı zamanda toplumların varoluşsal bir sorunu haline geldi. 10 yıl önce iklim değişikliği dendiğinde aklımıza gelen hiçbir görüntü artık yerinde değil. İklim krizi ne buzulun üstündeki bir kutup ayısı ne de Afrika’daki çatlamış toprak sadece.

Değişen sadece aklımıza gelen imgeler değil. İklim krizi ile felaket kavramının tanımı da değişiyor. Felaket dendiğinde sadece canımızı yakan olayları da düşünmemek gerekiyor. Ocak ayında 20 dereceye yaklaşan “yazdan kalma bir hava” da bir felaket aslında. Kentlerimizin yarattığı ısı adaları sebebiyle sokaklara kar düşmemesi de… İnsan eliyle hızlandırılan küresel ısınma, atmosferin kimyasını ve gezegenin doğal dengelerini bozarak bu felaketlerin sıklığını ve şiddetini artırıyor. Bu bize bazen yıkıcı bir olay bazen de hoşumuza giden anlar olarak yansıyor fakat uçuruma giden bir otobüste güzel bir müzik dinlemenin ne yazık ki yükseklik açısından çok da kıymeti yok.

Bu bağlamda, “doğal afet” kavramı, yetersiz bir tanım haline geliyor. Günümüzde yaşanan birçok felaket, insan kaynaklı etkilerin sonucu olarak daha karmaşık ve yıkıcı bir hale bürünüyor. Bu nedenle, çözüm yolları yalnızca afet yönetimiyle de sınırlı kalamaz; iklim krizini ve insan faaliyetlerinin doğa üzerindeki etkilerini ele alan daha geniş kapsamlı stratejiler geliştirilmelidir. Ne demiştik? Tamir etmeye başlamalıyız. Bozulmuş bir şekilde yolumuza devam etmenin yollarını aramamalıyız. Bu başka gezegenlere yerleşmek gibi inanılmaz havalı bir öneriyle karşımıza gelse bile!

Felaketlerin Nedenleri… Seller, Yangınlar, Kuraklık…

Son yıllarda dünya genelinde sel felaketlerinin sayısı ve şiddeti dramatik şekilde arttı. Bu artışın arkasındaki nedenleri anlamak, iklim krizinin gezegen üzerindeki etkilerini daha iyi kavramak için kritik bir önem taşıyor. Özellikle 2024 yılında İspanya’nın doğusunda yaşanan büyük sel felaketi, iklim krizinin etkilerini bir kez daha gözler önüne serdi.

Küresel ısınma, atmosferdeki su buharı miktarını artırarak daha yoğun yağışlara yol açıyor. Daha sıcak bir atmosfer, daha fazla nem tutma kapasitesine sahiptir ve bu durum, yağışların kısa sürede yoğun bir şekilde gerçekleşmesine neden olur. 2024 yılı boyunca dünya genelinde atmosferik nem oranlarının %86’nın üzerine çıkması, bu ilişkinin çarpıcı bir örneğidir. İspanya’daki sel felaketinde yoğun yağışların yanı sıra toprak ve altyapının suyu emememesi büyük bir yıkıma neden oldu. İspanya örneği bize şunu gösterdi: İklimin dengesini bozduğumuz hızla, bu dengesizliğe kentlerimizi, yaşamımızı hazırlayamıyoruz. Bu da mümkün değil zaten.

Hatta hazırlamanın aksine şehirleşme, sel felaketlerini daha da şiddetlendiren bir faktör olarak karşımıza çıktı. Modern şehirler, genellikle doğal su yollarını engelleyen beton ve asfalt gibi geçirimsiz yüzeylerle dolu. Bu durum, yağmur sularının doğal yollarla emilmesini zorlaştırır ve suyun kontrolsüz bir şekilde birikmesine yol açar. İspanya’nın selden en çok etkilenen bölgelerinde, eski ve yetersiz altyapılar bu durumun başlıca nedenleri arasında yer aldı. Türkiye’deki şehirlerin bu tarz bir sel sınavından kaç alacağını düşünmek bile insanı korkutuyor.

Küresel iklim krizi ile yangınlar da yeni normalimiz halini aldı. Yangınlar, yalnızca ormanları ve içinde barındırdığı ekosistemleri yok etmekle kalmıyor, aynı zamanda yaşam alanlarını tehdit ederek milyonlarca insanı etkiliyor. Geçtiğimiz ay Los Angeles’ta yaşanan yıkıcı yangınlar, bu sorunun ciddiyetini bir kez daha gözler önüne serdi. Ancak bu yangınların ardında sadece doğal faktörler değil, iklim krizinin giderek büyüyen etkileri yatıyor. Doğa faktörlerle başlayan yangınlar da iklim krizinin etkisiyle durdurulamaz bir hal alıyor.

Küresel sıcaklık artışları, orman yangınlarının başlaması ve yayılması için ideal koşulları oluşturuyor. Daha sıcak bir atmosfer, bitki örtüsünü kurutarak yangınların çıkma olasılığını artırıyor. Los Angeles’ta meydana gelen yangınlarda, uzun süren kuraklık ve yükselen sıcaklıklar alevlerin hızla yayılmasına neden oldu. Santa Ana rüzgarlarının etkisiyle bu yangınlar kontrolden çıktı ve on binlerce kişiyi yerinden etti. Anadolu’nun kuraklık haritasının koyulaşması ile yangınların sıklığı ve etkisinin artması da bu bağlamda tesadüf değil; geleceğin bir fragmanı olarak karşımıza çıkıyor. Bilim insanları bu durumu açıklamak için “yangın pandemisi” ve “Pyrocene” (Ateş Çağı) gibi terimler kullanıyor.

İklim krizinin yanı sıra, insan faaliyetleri de orman yangınlarının yaygınlaşmasında önemli bir faktör. Doğal dediğimiz yangınların da birçoğu tespit edilemeyen insan faaliyeti olarak görülebilir. Endüstriyel tarım için tarım arazilerinin genişletilmesi, enerji hatlarının döşenmesi ve kontrolsüz şehirleşme gibi nedenlerle orman alanları küçülüyor. Bu durum hem doğal yangın döngülerini bozuyor hem de yangın riskini artırıyor. Los Angeles yangınlarında elektrik hatlarının kısa devre yapması gibi olaylar, insan etkisinin bu felaketlerdeki rolünü gösteriyor.

Yangınlar ormanlarda değil kentlerde yaşandığında bir başka durum da ortaya çıktı. Yalnızca çevresel değil, aynı zamanda sosyal adaletsizlikler de alevlerin ve küllerin arasında kendini gösterdi. Los Angeles yangınlarında bazı varlıklı kişilerin özel yangın söndürme ekipleri tutarak mülklerini koruma altına alması, buna rağmen kentin emek gücünün yoğun olarak yaşadığı yoksul kesimlerinde yangının bir türlü önünün alınamaması bunun en güzel göstergesi. Aklımızdan çıkarmamız gereken formüllerden bir tanesi şudur: İklim krizinde, afetlerde bu durumun yaratıcıları bir şekilde kendilerini koruma altına almayı başarırken, sürecin ortaya çıkmasında hiç “günahı” olmayan milyonlar, yani biz, olumsuz etkilerle karşılaşıyoruz. Milyon dolarlık malikaneler sigortadan gelen paralarla yeniden yükselirken, kent emekçileri yangının etkisinden aylarca kurtulamıyor. Felaketlere sebep olanlar özel jetleriyle kaçtıkları çok uzak bir coğrafyada “marifetlerini” izliyorlar. Bizlerse yetersiz kamu kaynakları ile kaderimize terk ediliyoruz.

Göç ve İklim Mültecileri

İklim krizine bağlı olarak zorunlu göç eden insanların sayısı her geçen yıl artıyor. Sel, kuraklık ve orman yangınları gibi felaketler, yaşam alanlarını yaşanamaz hale getirerek milyonlarca insanı yerinden ediyor. Özellikle tropikal ve subtropikal bölgelerde, küresel emisyonlara en az katkıda bulunan topluluklar, krizden en çok etkilenenler arasında yer alıyor. Bu durum, iklim adaletinin önemini daha da vurguluyor. İklim göçlerini sadece ülkeden ülkeye ya da bölgeden bölgeye gerçekleşen ve gerçekleşecek olan bir olgu olarak da görmemek gerekiyor. Kaynaklara erişim konusundaki adaletsizlik büyüdükçe ülkeler içerisinde de büyük yer değiştirmeler yaşanacağını öngörmek sürpriz olmaz. İklim krizinin etkileri arttıkça su, gıda ve enerji gibi temel ihtiyaçlara erişim, yoksul topluluklar için daha büyük bir mücadele haline geliyor. Yaşanamaz hale gelen yerlerden yaşanabilir yerlere göç kısa süre içerisinde bizi bekliyor. Kötü haber: Yaşanabilir yerler giderek azalıyor.

Peki Çözüm?

Yaşanan her felaketten ders çıkarma ve geleceği daha sürdürülebilir bir şekilde inşa etme gerekliliğini tartışma gerektirmez bir gerçek. Ancak bu derslerin hayata geçirilmesi, yalnızca farkındalık yaratmakla sınırlı kalamaz. Biz işlediği çevre suçlarını gizlemek için farkındalık çalışmasına milyonlar akıtan sahtekâr bir şirket değiliz. Somut ve köklü politika değişikliğine ihtiyacımız var.

İklim krizine karşı alınacak derslerin en önemlisi, uluslararası iş birliğinin hayati olduğudur. Paris İklim Anlaşması gibi küresel girişimler, sera gazı emisyonlarının azaltılmasında ve iklim krizinin etkilerinin yönetilmesinde kritik bir role sahiptir. Paris İklim Anlaşması eksik yanları, tamamlanması gereken açıkları olsa da önemlidir. Donald Trump’ın attığı ilk adımlardan bir tanesinin Paris İklim Anlaşması’ndan ülkesini tekrar çıkartmak olması bu anlaşmanın elde olan ve savunulması gereken bir anlaşma olduğunu bize gösteriyor. Uygulanabilirliği artmalı, hedefleri keskinleştirilmesi ve genişletilmeli. Felaketlerden çıkarılacak en önemli ders, küresel bir soruna yalnızca küresel bir yanıtın çözüm olabileceğidir. Bu küreselliği bozacak herhangi bir adım atmak tehlikeli olacaktır.

Felaketlerin etkilerini azaltmak için yerel düzeyde dayanıklılığı artırmak da aynı derecede önemlidir. Los Angeles yangınlarında olduğu gibi, kriz yönetiminde yerel altyapının yetersizliği felaketin etkisini artırıyor. Su kaynaklarının korunması, enerji yönetimi ve yeşil alanların artırılması gibi yerel düzeyde alınacak önlemler, toplulukları daha dirençli hale getirebilir. Ne yazık ki geldiğimiz noktada iklim krizinin bir yere kadar geri dönülmez etkilerinin olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bu bilinçle iklim adaletini odak noktaya oturtarak uyum politikaları geliştirmemiz gerekir.

Gelelim üzerine konuşması en kolay ama uygulaması en zor olan kısma. Köklü bir politik dönüşümün gerekliliğine! İklim krizine karşı mevcut sistemin bireysel ve piyasa merkezli çözümleri, krizin kök nedenlerini ele almakta yetersiz kalmaktadır. Hem çevresel tahribatı hem de toplumsal adaletsizlikleri ortadan kaldırmayı hedefleyen kapsamlı bir çözüm ortaya koymamız gerekir. Aşamalı bir çözümde ilerleyecek kadar zamanımız yok. Ortaya koyacağımız yaklaşım ile kapitalist üretim (endüstriyalizm) ve tüketim kalıplarının radikal bir dönüşümünü öngörerek, iklim krizinin temel nedenlerini doğrudan hedef almalıyız. Sloganlaştırırsak 2025 yılında kapitalizmi geriletmeden yaşamı savunamayız.

Öncelikle, günümüzde, iklim krizinin, kapitalizmin sınırsız büyüme ve kâr odaklı yapısından kaynaklandığını net olarak ortaya koymalıyız. Bunu bilim insanları raporlarında yapamazlar ama bizler yapabiliriz. Bu neden sonuç ilişkisi tartışma götürmeyen bir gerçektir. Doğal kaynakların sınırsız bir şekilde sömürülmesi, çevresel tahribatın başlıca nedenidir. Kapitalist sistemin yarattığı eşitsizlikler ise krizlerin toplumsal ve ekonomik etkilerini daha da derinleştirir. Bu nedenle, iklim krizine karşı verilen mücadelede, sadece teknik çözümlerle sınırlı kalamayız; aynı zamanda ekonomik ve toplumsal yapıyı köklü bir şekilde değiştirmeliyiz.

Çözümümüz, doğal kaynakların özel mülkiyet yerine kamu mülkiyetine geçirilmesini savunmalıdır. Su, enerji ve tarım gibi stratejik sektörlerin demokratik kontrol altında olması, bu kaynakların gelecek kuşaklara taşınır şekilde yönetilmesine olanak tanır. Aynı zamanda, çevresel etkileri azaltmak için ekonomik faaliyetlerin planlı bir şekilde yürütülmesi gerekir. Bu, üretim süreçlerinin çevreye olan etkisini minimize ederken, toplumsal ihtiyaçları önceleyen bir ekonomik modelin temelini oluşturur. Doğanın sınırsız bir sermaye olarak görüldüğü bir anlayış ile iklim krizi ile mücadele edemeyiz. Bu anlayışın üzerinde yeşil badana (green washing) de durmaz. Büyümek için değil yaşamak için doğaya ihtiyacımız olduğunu unutmamalıyız.

İklim krizine karşı verilen mücadelede sosyal adaletin temel alınması gerektiğini savunmalıyız. İklim krizinin etkilerine karşı en savunmasız gruplar iklim krizinin nedeni olmayan küresel yoksullardır. Bu nedenle, zengin ülkelerin ve şirketlerin tarihsel sorumluluklarını yerine getirmesi, küresel emisyonların azaltılmasında kritik bir adımdır. Ayrıca, düşük gelirli ülkelerde yeşil altyapı yatırımları, eğitim ve teknoloji transferi gibi adımlar, iklim adaletinin sağlanmasında kilit bir rol oynar. Geldiğimiz süreçte yaşadıklarımızın sorumluları, sorumluluklarından kaçarak dünyayı kaderine terk edemez. Kirleten öder gibi iklimi de piyasanın bir nesnesi haline getiren bir anlayışı reddederken tarihsel sorumlulukları da tahsil etmenin yolunu bulmalıyız.

Yaklaşımımız, iklim krizine karşı verilen mücadelenin yalnızca teknik ve politik bir konu olmadığını, aynı zamanda toplumsal bir devrim gerektirdiğini savunmalıdır. Bu mücadele, çevreyi koruma ve eşitliği sağlama hedeflerini birleştirerek, daha adil ve sürdürülebilir bir dünya için kapsamlı bir yol haritası sunar. Bu dönüşüm, yalnızca krizlerin etkilerini azaltmakla kalmayacak; aynı zamanda insanlık ve doğa arasında yeni bir denge kurarak, felaketler çağından çıkışın temelini oluşturacaktır.