Devletin Derini: Sermayeyi Takip Etmek

Doğan Ergün1 Aralık 2024

Siyaset dendiğinde öncelikle ele alınması gereken konulardan biri doğal olarak devlet. Tanımına ilişkin muamma, “siyaset üstü” olarak atfedilen yönleriyle aslında siyasetin bizzat konusu olan varlığı arasındaki çelişki, yüzyıllar boyunca barındırdığı türlü türlü işlevler, büründüğü farklı şekiller devleti önemli bir tartışma konusu haline getiriyor.

Siyasetin bir başka temel unsuru ise “propaganda”. Bu bakımdan, özellikle Nazi Almanya’sının uyguladığı tekniklerin düzen siyaseti için çığır açıcı olduğu söylenebilir.

Bu yazı, devlete bakışa ilişkin çok yeni şeyler söylemese de kimi notları hatırlatma; “derin devlet”, “devlet aklı” gibi bir kez daha popüler hale gelen propagandif söylemleri de bu notlar çerçevesinde irdeleme amacı taşıyor. Hazır herkes (muhtemelen ismin de etkisiyle) Devlet Bahçeli’yle devleti, derin devleti, devlet aklını bağdaştırıp analizler yaparken, derin devlet aklının ne menem bir şey olduğunu tartışmak daha da değerli hale geliyor.

Devletle başlayalım…

Friedrich Engels, 27 Ekim 1890 tarihinde Conrad Schmidt’e gönderdiği mektubunda devletin ortaya çıkışına ilişkin şunları yazıyor: Toplumsal yaşamda ortaya çıkan ortak işlevleri yerine getirmek üzere seçilenler işbölümünün yeni bir kolunu oluşturur. Bu onlara, kendilerine görev verenlerin çıkarlarından da ayrı, özel çıkarlar yaratır; kendilerini onlardan bağımsız kılarlar ve devlet böylece var olur. Bu yeni bağımsız güç, esas olarak üretim hareketini takip etmekle birlikte, aynı zamanda, içsel bağımsızlığı (başlangıçta kendisine aktarılan ve giderek daha da geliştirilen göreli bağımsızlık) nedeniyle, üretim koşullarına ve gidişatına da tepki/duyarlılık gösterir.[1]

Yani toplumda, ortak işlevler ve bunun için gerekli olan bir işbölümü ihtiyacı oluşmaktadır. Bu işlevin yerine getirilmesi sırasında görevlendirilenlerden oluşan devlet, üretim ilişkilerinin hem bir takipçisidir hem de onlar üzerinde etkide bulunur. Bu ona, ortak işlev ve çıkarların yerine getirilmesi bakımından “kurum”, sınıf egemenliğini yeniden üretmesi bakımından “aygıt” olma gibi ikili bir misyon yükler. Bu misyonlar birbirlerini dışlamaz, birlikte yaşarlar. Metin Çulhaoğlu bu iki misyonu şöyle örneklendiriyor:

Devlet, çok daha oynak ve değişken özellikler taşıyan siyaset ve ideoloji alanlarındaki gelişmeleri süzüp bunlara belirli bir mesafede durabildiği ölçüde kurumdur. Buna karşılık Devlet, toplumda egemen olan sınıfa (sermaye) yol gösterdiği, yeni sömürü alanları açtığı, onun ideolojik egemenliğini pekiştirici müdahalelerde bulunduğu ölçüde aygıttır. Egemen sınıfın uzun dönemli çıkarlarını kollayan, egemen sınıfın çeşitli fraksiyonları arasındaki rekabeti düzene bağlayan devlet, bunları kurumsal kimliğiyle yaparken, sömürülen ve ezilen sınıfların örgütlenme, mücadele ve direnme eylemlerini bastırırken aygıt olma yanını öne çıkarır.[2]

Buna bir başka açıdan şöyle de yaklaşabiliriz. Sermaye sınıfının yeniden şekillendirdiği, uyarladığı ve dönüştürdüğü devlet, ister istemez yurttaşların gündelik yaşamını etkileyen ortak işlevler, hizmetler açısından toplumun bütün kesimleriyle de birinci derecede muhataptır. Dahası, aynı mekanizma, egemen sınıf içinde çatışma yaşayan fraksiyonların da muhatabı olmaktadır. Bu iki muhataplık ilişkisi onun “kurumsal” bir ideolojiye bürünmesini, bu tür bir ideolojiyle şekillenmesini de beraberinde getirir. Bu ideoloji, mesafeyi korumayı, kendini sürekli tartıştırmamayı, çok gerekmedikçe açıktan taraf olmamayı, bazı hizmetlerin herkese mümkün olduğunca eşit sağlanmasını vb. salık verir. Öte yandan, aynı mekanizma, gerek egemen sermaye sınıfının bir bütün olarak önünü açacağı, gerekse karşıt sınıf temsilcilerini baskılayacağı süreçlerde bir baskı ve tahakküm kurma “aygıtı” olma hüviyetiyle kendini gösterir.

Önce Engels’in dile getirdiği, daha sonra Poulantzas tarafından derinleştirilen bu göreli bağımsızlık (özerklik) olgusu, aynı zamanda egemen sınıf ve onun temsilcileri açısından siyasi ve ideolojik mücadelede muazzam bir alan açar.

Ekonomiden bir örnek vermek gerekirse; asgari ücret veya emeklilik yaşı gibi başlıklarda, devletin kurumsal gömleğini kuşanmış temsilcileri “toplumun ortak çıkarları”, “hazinenin korunması” gibi gerekçeler üreterek sınıf karşıtı politikalara zemin hazırlar. Yakın tarihimizden hatırlanacak başka bir örnek, Fethullahçıların başka ülkelerde açtıkları okullar ve düzenledikleri “Türkçe Olimpiyatlarıdır”. Bunlar, Türk kültürünün ve dilinin yaygınlaşması için yapılan siyaset üstü hamleler olarak pazarlanmış, devletin tüm olanakları bunlar için seferber edilmiştir.

Nihayet, devlet aklı ve derin devlet söylemlerine yaklaşıyoruz…

Devletin yukarıda andığımız biçimde çeşitlenen misyonları sayesinde oluşan siyasi/ideolojik mücadele alanının en işlevli bölmelerini güvenlik ve dış politika oluşturur. Dikkat edilirse hem dış politika hem de güvenlik/savunma, devletin bilgi ve faaliyet tekeline en fazla sahip olduğu başlıklardır da aynı zamanda. Devletin istihbarat toplama, zor kullanma, devletler arası ilişkiler gibi alanlarda sahip olduğu tekel; çoğu zaman tek amacı sermaye sınıfının bütününün önünü açmak, onun çıkarlarını maksimize etmek olan büyük ölçekli politikaların propagandası için kullanılır. Ve bu tekel, propagandanın “mistifikasyon” (gizemli bir hava vererek aldatma) tekniğinin işletilmesine olanak verir.

Ülkenin sınır güvenliği, bölgesel jeopolitik riskler, farklı ülke veya uluslararası kurumların planları, iç tehditler gibi ortak çıkarlar parantezine alınabilecek gerekçeler, bu alanlarda tekel olmanın getirdiği sorgulanamazlık haresiyle kuşatılarak topluma enjekte edilir. Kimse merak etmemelidir; devlet aklı devrededir. Derin devlet mevzuya el atmış, sorunları çözmektedir.

Elbette ülkelerin, ülkelerdeki yönetim biçimlerinin, Türkiye söz konusu olduğunda bazen Cumhuriyet’in bazen de Osmanlı’dan Türkiye’ye bakiye geleneklerin kodları, paradigması, kendini tanımladığı kimlik de bu gerekçelendirmede rol oynar. Bu kimlik, söz konusu devletin ideolojisine içkindir, kuşaktan kuşağa aktarılmıştır ve ona uygun kadrolar yetiştirilmiş, mekanizmalar üretilmiştir. Ancak bunlar çoğu kez, farklı dönemlerde faklı sıvılarla doldurulan boş kaseleri andırır. Örneğin “bağımsızlık” kavramı, ondan türeyen “bağımsız dış politika” söylemi devlet yapılanmasına içkin olsa da, bunun içi Milli Mücadele döneminde Sovyetlerden silah ve para desteği alarak bağımsızlığı kazanmakla, İkinci Dünya Savaşı döneminde tarafsız kalmakla, Soğuk Savaş döneminde NATO’ya üye olup “Sovyet tehdidine” karşı önlem almakla, Irak’ın işgaline ortak olup Kürt devleti riskini ortadan kaldırmakla doldurulabilmiştir. Sorsanız her birinde devlet aklı çalışmıştır. Oysa hemen hepsinde akıl, paranın ve sermayenin izi takip edilerek çalıştırılmıştır. Fırsatlar görülmüş, riskler analiz edilmiş, “hasımların” altına girebilecekleri veya giremeyecekleri maliyetler hesap edilmiş ve adımlar atılmıştır. Sovyetlere karşı tampon olmak, göçmen krizinde Doğu’ya açık, Batı’ya kapalı kapı politikası izlemek gibi kimi örneklerde ise egemen bir aktör olarak devletin, kendi sürekliliğini sağlayacak uluslararası misyonunun ne olduğu tespit edilmeye çalışılmıştır. Böylece sermaye sınıfının belki gündelik değil ama âli uzun erimli çıkarları gözetilmiş, müttefiklerin de ikna olacağı şekilde ulus-devlet ölçeğinin uzun vadede nasıl muhafaza edileceğine göre hareket edilmiştir.

Aynı kavram seti bugün de Ortadoğu ve bölgedeki gelişmeler, Kürt meselesi gibi başlıklarda kullanıma sokulmuştur. ABD’nin Çin’le ekonomik mücadelesinden İsrail’in güvenliğine kadar daralan dünya ve bölge politikasında, Türk sermaye sınıfı için kimi fırsat pencereleri açıldığı değerlendirilmektedir. Hele dış politikada, küresel askeri ve ticari ilişkilerde fırsat pencereleri risklerle kol kola ilerler. Saray Rejimi, bu fırsat ve riskler ortamında, devletin kimisi yerleşik kimisi yeni türetilmiş kodları ve kadrolarıyla uyumlulaştırdığı bir politik hat tespit etmiş ve oradan ilerlemektedir. Kendileri açısından fırsatın en büyüğü ise çeşitli sınamalardan geçmiş rejimin varlığının devamıdır. Çok yönlü fırsat ortamında siyaset, sermaye ve bürokrasi ayaklarıyla büyük ölçüde bütünleşik olduğunu söyleyebileceğimiz bir mekanizma işletilmiş, görev paylaşımları yapılmış, hangi unsurun hangi kesimi ikna edebileceği üzerine özenle çalışılmış ve uygulamaya geçilmiştir.

Devletin derinliğinden anlaşılması gereken de esas olarak bu bütünlüğün sağlanmasıdır. Dahası, ona derinliği kazandıranın, bürokrasiden çok sermaye olduğu söylenebilir. İçinde güvenlik ve istihbarat departmanlarını da barındıran bürokrasi ise o derinliğe, sermaye içi pürüzleri giderme, operasyon yeteneği kazandırma, gündelik telaş ve krizlerde unutulması muhtemel kodları hatırlatma gibi işlevlerle eklenmektedir. Aksi, yani bürokrasinin derinleştirip yol gösterdiği bir zeminde ilerlendiğini iddia etmek, devlet kuramını da ters yüz etmek anlamına gelecektir.

Aynı bugün yapıldığı gibi…

Esas olarak, büyük oranda sermayeden ve onun politik temsilcisinden/iktidarından bağımsızlaşmış bir mefhum olarak derin devletin açtığı, derinleştirdiği bir yolun takip edildiğinin düşünülmesi örneğinde olduğu gibi… O derin devletin sözcüsü olarak anılan Devlet Bahçeli’ye neredeyse “tam bağımsız” bir alan atfederken yapıldığı gibi…

Oysa karmaşadan kurtulmak için tam tersine ihtiyacımız var. Sermayenin ve onun siyasetinin izini takip etmek derindekini yüzeye çıkarmak için fazlasıyla yeterli.

[1] https://www.marxists.org/archive/marx/works/1890/letters/90_10_27.htm
[2] Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler, Haz. Gökhan Atılgan, E Atilla Aytekin, Genişletilmiş 3. Basım, Yordam Kitap, Sf. 342.