Bebek ve kadın cinayetleri, çocuk istismarları, cinsel şiddet, uyuşturucu, köşe başlarını tutmuş silahlı çeteler, yerli ve yabancı her türden mafyanın hesaplaşmalarına yurt olmuş kentler, kurumlara ve bir bütün olarak hukuk sisteminin kendisine olan güven yitimi ile genelleşmiş adaletsizlik duygusu, derinleşen yoksulluk, işsizlik, güvencesizlik, belirsizlik ve tüm bunların sonucu olarak bugünü ve geleceği kapkaranlık bir nokta olarak görmek… Bu kısa paragraf belki bir solukta okunabiliyor ancak tüm bu süreçleri eşzamanlı olarak yaşayanların her gün başka düzeylerde soluğunu kesiyor, bireysel ya da kolektif infialler yaratıyor, bu infialleri ise çoğunlukla ya bu ülkede artık yaşanmaz ya da burası bizim değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi gibi talihsiz önermeler takip ediyor.
Geride bıraktığımız haftalar boyunca Türkiye’de yaşanmakta olan bu süreç, sıklıkla kimya ve biyolojiden, mühendislikten ve hatta ahlaktan ödünç alınan çürüme, çöküş, yozlaşma, erozyon ve bunlara benzer terimlerin gelişigüzel kullanımlarıyla açıklanmaya çalışıldı. Tarih, politik ekonomi ve sosyoloji gibi sosyal bilimlerin kavram setlerini bir kenara iten ya da onlara hiç sahip olmayan analiz sahiplerine göre, yukarıda özetlediğimiz süreçlerin hem sebebi hem de sonucu olarak Türkiye’de toplum çürümekte, çökmekte, yozlaşmakta veya erozyona uğramaktaydı. Toplumsal çürüme, bu süreçte yaşanmakta olan her şeyi açıklayan, yalnızca yukarıdan değil, aşağıdan da üretilen oldukça popüler bir söylem haline geldi. Hatta daha öteye giderek ekonominin her zaman toparlanacağı ama sosyal çürümenin geri dönüşünün olmayacağı gibi popüperleştirilmiş kanaatler eski sokak röportajlarının yeniden dolaşıma sokulmasıyla ortalığa saçıldı.
İlk bakışta Durkheimci anlamda bir anomiyi çağrıştıran ancak mevcut durumda iktidar teknolojisinin ulaştığı nokta, otoriterlikte ve toplumsal kontrolde aşılan eşik düşünüldüğünde açıklayacılığını yitiren bu analizlerin sahiplerinin; edebiyat sahasına da pek uğramadıklarını, hele hele 19. yüzyıl romanının sokağından bile geçmediklerini söyleyebiliriz. Aksi halde bugün çeşitli biçimlerde ilgi, hayranlık ya da haset duyulan bir imge olarak Batı toplumunda henüz iki yüzyıl önce, dört yaşından itibaren bacalarda, madenlerde, fabrikalarda çalışan çocuklardan; 40 yaşını göremeyen, ayakkabı ve giysi nedir bilmeyen, patatesten başka bir şeyi düzenli olarak tüketemeyen işçilerden, göçmenlerden; bu vahim çalışma ve yaşam koşullarının beraberinde getirdiği salgın hastalıklardan; gittikçe artan alkolizmden, cinayetlerden, hırsızlıklardan ve 19. yüzyıl piyasa toplumundaki kolaylıkla “çürüme” olarak nitelendirebilecekleri nice durumdan bihaber olmamaları gerekirdi.
Her durumda, halihazırda yaşamakta olduğumuz sürecin açıklanması için başvurulan toplumsal çürüme söylemi, tıpkı göç ve mülteciler üzerinden yürütülen tartışmalarda olduğu gibi, bir tür depolitizasyon sahası işlevi görmektedir. Toplumun çürümekte olduğu iddiası; sorunlar ve nedenleri arasındaki bağı kopartmakta, bu sorunların sorumlularını/faillerini ve iktidarı silikleştirme, dahası bir bütün olarak Türkiye’nin de yaşamakta olduğu büyük dönüşümü ideolojik bir hale arkasına saklamakta, amacı ile olmasa da sonucu ile hedef şaşırtmaktadır. Bunun da ötesinde “geri dönüşsüzlük” ve benzeri iddialarla desteklenmiş çürüme söylemi; bir bütün olarak bu dönüşüme karşı gelişen mücadeleleri zayıflatan bir umutsuzluk fabrikası olarak işlev görmektedir. Oysa mesele, belirli bir siyasal/ekonomik ajanda ile hareket eden sermaye güçlerinin topluma yönelik saldırıları ve bu saldırılar sonucu gerçekleşen toplumsal dönüşüm meselesidir. Bugün buraya nasıl geldiğimizi anlamaya, bu büyük dönüşümü anlamaya çalışarak başlamalıyız. Böylelikle sorunları, gerçek nedenlerini, müsebbiblerini, bu sorunlara karşı gelişen mücadelelerin alanlarını, biçimlerini ve hedeflerini daha isabetli biçimde ortaya koyabiliriz.
1970’li yılların ortalarından bu yana neoliberalizm olarak adlandırdığımız iktidar biçimi, küresel ölçekte etkili olmaya, çalışma ilişkilerinden kent mekanına, eğitimden sağlığa, dünyayı yaşama ve anlamlandırma biçimlerimizi köklü biçimde değiştirmeye başladı. Sermayenin emeğe, topluma ve doğaya karşı dizginsiz bir saldırıya geçtiği bu dönemin en belirgin özellikleri arasında çalışma ilişkilerinin esnekleştirilmesi, işçi sınıfının güvencesiz, örgütsüz ve yaralanabilir kılınması, işçi sınıfı partileri ve sendikaları başta olmak üzere topluma ait kurumların dağıtılması, yurttaşların borçlandırılması, kamusal varlıkların özelleştirilmesi, eğitim ve sağlık başta olmak kamusal hizmet sunumlarının zayıflatılması ve bunu takip eden topyekun bir metalaştırma/piyasalaştırma saldırısı sayılabilir.
Türkiye’de de bu küresel ajanda doğrultusunda, 12 Eylül’den bu yana sistematik olarak ücretlilerin milli gelirden aldığı pay azalmış ve ücretli çalışma her geçen gün daha fazla anlamını yitirmiş, yüksek eğitim işçi sınıfı çocukları için geçtiğimiz yüzyıldaki değer ve işlevini kaybetmiş, sağlık hizmetleri ve temel eğitim başta olmak üzere kamu hizmet ve kuruluşlarının özelleştirilmesi ve bu alanda piyasalaşma dizginsizce gerçekleştirilmiş ve yine küresel bir eğilim olarak yasama erki, yürütme karşısında gücünü yitirmiştir. Tüm bu saydıklarımız, neoliberalizmin evrenselleştirilebilir, ayırıcı nitelikleridir.
Türkiye’de yaşamakta olduğumuz büyük dönüşüm sürecini, Bahadır Özgür’ün yakın zamanda üzerinde durduğu iki ayrı ayırıcı süreçle daha açıklayabiliriz. Bunların birincisi, Latin Amerika ülkelerine benzer biçimde, Türkiye’de 12 Eylül ile başlayan finansal liberalleşme sürecinin beraberinde yeraltı ekonomisini de büyütmesidir. Özellikle 1980’li yıllarla birlikte Türkiye’de uyuşturucu ticareti, kaçakçılık, kara para aklama ve yeraltı ekonomisinin kapsamına girecek nice suçun yaygınlığı ve bunların genel ekonomik aktiviteler içindeki payında bir artış gözlemlenmektedir. Büyümekte olan yeraltı ekonomisi ile devlet alanındaki aktörler arasında kurulan ilişki, informal bir zoru devletin kullanımına sunmakta, güvenlikleştirmenin toplumsal bir talep olarak belletilmesini desteklemektedir. Yalnızca kentsel dönüşüm merkezleri ve uyuşturucu çeteleri arasındaki ilişkiyi düşünmek bile, bu informel zorun işlevine ve otoriterleşmenin bir toplumsal talep olarak inşa edilmesine dair bir fikir verecektir.
Türkiye’nin dönüşümünün, toplumun içinde bulunduğu mevcut halin inşasının, ikinci ayırıcı noktası ise yine neoliberalizmle kol kola toplumu kuşatan siyasal İslamcı ideoloji ve kurumlardır. Yukarıda özetlediğimiz kamusal hizmet sunumlarından çekilen ve her alanda piyasalaşmanın önünü açarak bu alanlarda silikleşen devlet; eğitim başta olmak üzere toplumsal yaşamda bir dinselleştirme sürecinin önünü açmış; başta öğrenci yurtları, okul öncesinden üniversiteye, kuran kurslarından dershanelere eğitim kurumları, özel sağlık kuruluşları ve nice iktisadi girişimde bulunan holdingleşmiş tarikat ve cemaatlerin önünü açarak dinselleştirme sürecini desteklemiş, kamunun boşalttığı ya da isteyerek doldurmadığı alan ve kurumlar, tarikat ve cemaatler tarafından doldurulmuştur.
“Toplum diye bir şey yoktur, yalnızca bireyler ve aileler vardır” sözlerinin imlediği büyük dönüşümün başlamasının üzerinden yarım asır geçti. Endüstriyel kapitalizmin, neoliberalizmden önceki iki yüzyıllık dönemini baz aldığımızda, toplumsal güçlerin, sermaye güçleri karşısında sürekli ve istikrarlı biçimde böylesine gerilediği, güç yitirdiği başka bir yarım asırlık dönem olduğunu söyleyemeyiz. 19. yüzyılın piyasa toplumu, işçi sınıfına, yukarıda özetlediğimiz çalışma ve yaşam koşullarını dayatmasına, eski dünyaya dair bildiğimiz güvenli, korunaklı, anlamlı ve hatta ahlaki olan her şeyi büyük bir hızla buharlaştırmasına karşın, yine aynı dönemde toplumsal güçler, işçi dernekleri, sendikaları, partileri, uluslararası işçi birlikleri, yardımlaşma kurumları, hatta dini örgütlenmeler yoluyla, kendisini savunmuş, sermayenin hareketini sınırlamış, bu yolla kendi hak ve kazanımlarını ilerletmişti. Karl Polanyi’nin çifte hareket ile tarif ettiği toplum yasasına göre, sermaye güçlerinin hareketi/saldırıları karşısında toplum her zaman kendini korumak için bir karşı hareket örgütlemektedir.
Yarım asırlık neoliberal dönüşüm süreci boyunca, Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından dahi toplumsal güçler, neoliberalizmin saldırılarına karşı kendini savunmak adına geleneksel kurumlar ve yenileri aracılığıyla toplumun karşı hareketini örgütlemeye çalıştı. Ancak bu karşı hareketin, daha önceki iktidar teknolojileri ile nitel ve nicel olarak kıyaslanamayacak düzeyde bir kuşatıcılığa sahip olan; istisnai olanı norm haline getiren, güvenlik tehdidini ve esareti süreklileştiren neoliberalizmin saldırılarını yavaşlatmak, geciktirmek dışında uzun dönemli bir etkisi olduğunu söylememiz çok güç. Elbette bu durum bütünüyle, hem edebi değeri hem de politik projesi bağlamında korkunç olarak nitelenebilecek bir Rand distopyasında yaşadığımız anlamına gelmiyor. 1960’lı yıllarda güç kazanmaya başlayan toplumsal hareketler ve geleneksel işçi sınıfı mücadelesi, yerel ve ulusal ölçekte sınırlı da olsa yeni mevziler ele geçirebiliyor, saldırı altındaki mevzileri oldukça uzun süreler savunabiliyor, kısmı zaferler ve düşmana ağır zarar bırakan mağlubiyetlerle mücadeleye devam ediyor. Özetle, canavarlar zamanında sermaye güçleri yok edilemese yahut engellenemese de toplumsal güçler toplumun karşı hareketini -çifte hareketin ön gördüğü biçimde- bütünüyle teslim alınmaksızın örgütlemeye devam ediyor.
Bu büyük dönüşüm koşulları altında Türkiye’de, siyasal olarak sakıncalı, tarihsel olarak yanlış olan ama toplumda elde ettiği yer ile bir o kadar önem verilmesi gereken toplumsal çürüme söylemi ile çerçevelenen sorunlar bütününe karşı, Türkiye’de sosyalist siyasetin öncelikli görevi yeni bir toplumsal tahayyülün ve gelecek projesinin, yani karşı bir bütünlüğün, etik-politik birlik inşasının yollarını aramaktır. Bu bütünlük, büyük dönüşüm ortamında sermayenin dizginsiz saldırılarına, siyasal İslamcı ideoloji ve yeraltı ekonomisinin aktör ve pratiklerine karşı, eşitlikçi ve özgürlükçü hak talepleriyle örülmüş bir yurttaşlık ideali ile çerçevelenebilir. Taleplerin toplumsal olarak kazanılması, yani bu taleplerin doğrudan geniş halk kesimlerinin talebi haline getirilmesi ve bunun da ötesinde toplumsal güçlerin fiili müdahaleleri yoluyla mücadele kapasitesini güçlendirici kazanımlara dönüştürülmesi bu inşa sürecinin parçasıdır.
Örgütlenmiş ve meta olmaktan çıkarılmış emek, toplumsal cinsiyet eşitliği, laiklik, sosyal adalet, güvenli konutlar ve kentler, ekolojik uyum ve en temelde bir bütün olarak ekonominin toplumun içine gömülü olması gereken bu yeni toplumsal inşa için gerekli olan bütünleyici siyasal stratejinin sacayaklarını; (1) toplumsal çürüme ile çerçevelenen sorunlar ile bir bütün olarak Türkiye’deki düzen güçleri arasındaki illiyet bağını geniş yurttaş kesimlerine kurdurtacak ve eşitlikçi-özgürlükçü bir yurttaşlığa dayalı yeni bir toplumsal tahayyülun sacayaklarını oluşturacak bir ideolojik mücadele; (2) bu taleplerin toplumsal olarak kazanılması ve doğrudan toplumsal güçlerin hareketi yoluyla mevcut iktidar ilişkileri içerisinde kalsa da güçlendirici kazanımlar elde edilmesine dayalı siyasal/toplumsal mücadele olmak üzere iki başlıkta kategorize edebiliriz.
Bitirirken üç esaslı uyarıda bulunacağız. Öncelikle, bütünlükçü, yeni bir etik-politik tahayyül sunan siyasal projenin inşası için gerekli ideolojik mücadele ve siyasal/toplumsal mücadele ayrımı, bir inceleme sürecinin gerektirdiği nesneleştirmeden, kağıt üzerindeki ayrımlardan ibarettir. Gerçek yaşamda bu iki kategorinin birbirinden ayrı olarak bulunması mümkün değildir. İkinci olarak, eşitliközgürlük idealine dayalı yeni toplumsal inşa; toplumun içine gömülmüş bir ekonomi anlayışı ile insan özgürlüğünü merkezine almış bir siyasal/toplumsal mücadelenin konusudur, bir tür yukarıdan sosyal mühendisliğin değil. Üçüncü ve son olarak, eşitliközgürlük idealine dayanan yeni bir toplumun inşası için gerekli olan sosyal ve siyasal talepler bu yazıda bahsi geçenlerle sınırlandırılamaz.