Bu yazı, yazılmaya başlandığı sıralarda, 6 Şubat depremlerinin yıldönümü yaklaşırken iki yıl önce yaşananları ve geçmiş diğer felaketleri hatırlatarak bir değerlendirme yapma amacını taşıyordu. Ancak 21 Ocak günü Bolu Kartalkaya’da yaşanan otel yangını konuyu geçmişten bugüne taşıyarak her zamankinden daha güncel hale getirdi. Açlık, yoksulluk ve politik baskılarla boğuşmamızın yanında can güvenliğimizin olmadığı ucuz ölümler ülkesinde yaşadığımız gerçeği bugün artık en yakıcı ve görmezden gelinemez gündemlerimizden biri.
21 Ocak’tan bu yana kamuoyu yangının nasıl olup da hızlıca söndürülemediğini, 36’sı çocuk 78 insanın canına nasıl mal olduğunu, otelde denetimin yapılıp yapılmadığını, sorumlunun kim olduğunu konuşuyor. Aslında ortada ayrıntılı araştırma gerektirecek karmaşık sorumluluk ağları yok. “Binaların Yangından Korunması Hakkında Yönetmelik”teki itfaiyenin denetim yetkisi 2012’de yasal bir düzenlemeyle ortadan kaldırılarak otellerin sorumluluğu ve denetiminin sadece yetkili merciye, konumuz özelinde de Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlandığı anlaşılıyor (1). Dolayısıyla otele yönetmeliklere uygun yangın merdiveni inşa etmeyen, yağmurlama sistemi kurmayan, duman detektörleri ve acil durum butonlarının bakımını yapmayan otel sahibi (2) ile yetki alanındaki bu otel için sorumluluklarını yerine getirmeyen, otelleri belki hiç denetlemeyen, denetlese de eksiklerini saptamayan bakanlık yangının baş sorumlularıdır denebilir. Sözün kısası karşımızda duran, sermaye ve iktidarın bir suç ortaklığı. Ancak bu suç bir seferlik ihmalden, bireysel bir kusurdan ya da bir talihsizlikten kaynaklanmıyor. Kamunun yararını koruması gereken bakanlıkların ve diğer kamu kuruluşlarının görevlerine ilişkin hiçbir şey yapmadıkları için binlerce insanın ölümüne neden oldukları suçların listesi oldukça kabarık (3). Kartalkaya otel yangınıyla sınırlı kalmayan ve aralarında belirli bir örüntünün olduğu artık apaçık ortada olan onlarca felaket sayabiliriz.
Yalnızca birkaç olayı hatırlamak bile katliama dönüşen olaylarda yaşanan bariz benzerlikleri ortaya koymamıza yetecektir. 6 Şubat depremlerinin ardından Kızılay’ın depremzedelere hızlıca temin etmesini beklediğimiz çadırları satması, 2021 Ağustos’unda başta Antalya ve Muğla olmak üzere ülkenin pek çok noktasında çıkan yangınlara müdahale için Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yangın söndürme uçağının bulunmadığının ortaya çıkması, Aladağ’daki kız çocuklarının ücretsiz kalabilecekleri devlet yurtları bulunmadığından tarikat yurtlarına mahkum edilip bu denetimsiz yurtlarda yanarak can vermesi, yenidoğan bebeklerin SGK’dan daha çok para alabilmek için özel hastanelerin acil servislerinde öldürülmesi ve daha nice can acıtan örnek bize tek bir şey söylüyor: bugün iktidarla bütünleşmiş devlet organizasyonu kamuya ait olması gereken hizmetleri ya özelleştirerek elden çıkarıyor ya da elinde tutsa dahi sermayenin çıkarına fiilen bu hizmetleri uygulamıyor, her durumda görevini yerine getirmeyerek binlerce canın yitirilmesine neden oluyor.
Kızılay artık kamusal bir yardım kuruluşu değil, 2018’de kurulan Kızılay Yatırım bünyesindeki şirketlerle ticaret yapan bir holding haline geldiği içindir ki çadırları yurttaşlara ücretsiz biçimde ulaştırmak yerine öncelikle satmayı düşünüyor. Üstelik bu şekilde çoğu yandaş dernekleri, tarikat ve cemaatlerin elindeki vakıfları ihya yoluyla kendine ikame kılıyor.
Milli Eğitim Bakanlığı özel okul patronlarına teslim edildiği içindir ki bakanlığın önceliği kamusal hizmet değil kâr haline geliyor, bakanlığa ayrılan bütçeyle yurt sayısı arttırılmıyor, onun yerine denetimden uzak özel okullara, tarikat ve cemaat yurtlarına alan açılıyor.
Sağlık Bakanlığı özel hastane patronlarına teslim edildiği içindir ki bakanlığın önceliği özel hastanelerin kârı oluyor, yurttaşlar kamu yararı gözetilerek hasta olmaları önlenmesi gereken bireyler değil aksine, sürekli hastalanması, çeşitli tetkiklerden geçmesi, yenidoğan çetesinde gördüğümüz gibi yok yere acil servise yatırılması ve hasta garantili hastaneleri doldurması gereken müşteri haline geliyor.
Felaketler arasındaki örüntü
Son yirmi yılda yaşadığımız çok sayıda katliam ve felaketlerde saptadığımız bu örüntünün adı, kamusallığın tasfiyesidir. İki yıl önce 6 Şubat’ta yetkililerin kendi sorumsuzluklarını arkasına saklamaya çalıştıkları “asrın felaketi” söyleminin gerçek karşılığı ise tam da budur. İnsanlar esasen depremden, yangından, selden değil imha edilen kamusallık yüzünden ölmektedir. Artık ortada ne kamusal yararı gözetecek bir devlet organizasyonu, ne de kamuya dair bir anlayış kalmıştır.
Kamusal hizmetlerin ve denetimin iğdiş edilmesinin, tüm kamusal varlıklarımızın özelleştirmelere kurban verilmesinin iki yönden ağır sonuçlar doğurduğunu görmekteyiz: doğrudan zarar vererek ya da çeşitli nedenlerle oluşan zararlara karşı savunmasız bırakarak.
Doğrudan zarar; sahipliği, kullanımı, uygulaması doğrudan sermayeye devredilen hizmet ve iş kalemlerinin yarattığı ekolojik, ekonomik ve insani yıkımlarla açıklanabilir. Örneğin maden sahalarının özel şirketlere devredilmesiyle maden çıkarma faaliyetleri Kazdağları’nda olduğu gibi doğanın sınırsızca tahrip edilmesine yol açmış, iş güvenliğinin denetimden uzak, tamamen şirketlerin insafına bırakılması ise Soma’daki, İliç’teki gibi faciaları doğurmuştur (4). Ekonomik bağlamıyla doğrudan zarar ise yıllar boyunca yurttaşların ödediği vergilerle inşa edilen, kurulan, işletilen, dolayısıyla her bir yurttaşa ait olan kamusal varlıkların özelleştirme yoluyla tek bir patronun mülkü haline getirilmesi olarak açıklanabileceği gibi, en çarpıcı biçimde, kâr eden bir stratejik kamu varlığı iken özelleştirilen, özel şirketin elinde ise zarara uğratılıp zararıyla birlikte kamuya geri döndürülen Türk Telekom ile örneklendirilebilir (5).
İkinci yön ise kamusal savunma mekanizmalarımızın hem teknik ekipman eksikliği hem de hak mücadelesi verecek öznelerin etkisizleştirilmesi yoluyla ortadan kaldırılmasıdır. Yangın söndürme uçaklarının bakanlık envanterinden çıkarılmasıyla, depremlerin ardından kullanılacak çadır, gıda ya da pandemi gibi sağlık sorunlarına karşı maske stokunun bulunmamasıyla kriz anlarına müdahale araçlarından yoksun bırakıldık. Öte yandan 1980’lerden bu yana iktidarların neoliberal politikalarla uyumlu özelleştirmeci uygulamalarına karşı bir denge unsuru olarak görev yapan, Anayasanın 135. Maddesine göre kamu kurumu niteliğinde, kamunun çıkarını korumakla yükümlü ve buna uygun yetkilerle donatılmış kuruluşlar olan meslek odaları ve baroların yetkileri ve hareket alanları da 2013 Gezi direnişinden bu yana hızla tırpanlandı (6). Ayrıca iktidarın elinde bir oyuncağa dönen yargı sistemiyle de, doğaya, canlılara ve kamusal varlıklara zarar verebilecek projelere “ÇED Olumlu” ya da “ÇED gerekli değildir” kararlarının kolaylıkla çıkarılması sağlanarak doğa ve yaşam savunuculuğunun önüne yasal engeller getirildi. Böylece müdahale ve savunma araçları kamunun elinden alınarak ekolojik, ekonomik ve insani felaketlere yol verildi.
Neoliberalizmin açmazı
Felaketler arasında tarif ettiğimiz örüntü kahredici olsa da ne yazık ki şaşırtıcı değil. Bugün, 1980’lerden başlayarak neoliberalizmin Türkiye’ye yerleştirilmesi ve ilk kez o yıllarda kamuya ait fabrikaların özelleştirilmesiyle başlayan sürecin gelip tükendiği noktadayız. Kamuda yaratılan yıkım Türkiye’de ne yazık ki zirveye ulaşmış olsa da bu tükeniş Türkiye ile sınırlı değil. Sistemin küresel bir kriziyle karşı karşıyayız. Covid-19 pandemisi sırasında ABD dahil birçok ülkede kamusal sağlık hizmetlerinin yetersiz bırakıldığına, bununla birlikte halkların aşı, vb. tedariğini ve uygulanmasını özel hastanelerden ya da ilaç firmalarından değil açık bir biçimde kamusal bir görev olarak devletten beklediğine tanık olduk. Söz konusu can olduğunda insanların sadece kârını düşünen şirketlere güvenmediğini, kendilerini kamu kurumlarının çatısı altında güvende hissettiklerini, birçoğu iklim krizi kaynaklı afetlere müdahaledeki eksikliklere sadece Türkiye’de değil, Valencia’daki sel felaketinde İspanya’da da, Los Angeles’taki yangınlarda ABD’de de afetzedelerin “Ödediğimiz vergiler nerede?” sorusuyla tepki verdiğini gördük. İçinden geçtiğimiz çoklu krizler çağında insanlar güvenle sırtlarını yaslayabilecekleri bir yapıya ihtiyaç duyduklarını her bir felaket örneğinde açıkça ortaya koyuyorlar.
Serbest piyasa uğruna kuralları ve devlet müdahalesini tümüyle ortadan kaldıran neoliberal sermaye birikim modeli uzun süredir tüm dünyada, halkın ihtiyaçlarını karşılayamadığı böylesi açmazlar yaşıyor ve krizlere çözüm üretmekte zorlanıyor. Her felaketten sonra devletsizlik gerçeğiyle yüzleşen insanlar ise kendilerini daha yalnız, daha çaresiz, daha güvensiz hissediyorlar. Bu duygu durumu kişilerle neoliberal düzen arasında bir yarık, çatlak oluşturuyor. Buradaki çatlağı büyütebilecek sistem karşıtı tehlikeyi gören düzen aktörleri ise güvensizlik duygusunun yarattığı boşluğu kamuyu geri çağırarak değil, sermayeden asla ödün vermeyerek güçlü bir otoriterlikle doldurmaya çalışıyor. 2000’li yılların ana eğilimi olan otoriter kapitalizm böylece, “Nerede bu devlet?” sorusuna yasaklamalar, ihraçlar, sınırlara çekilen duvarlar, seri gözaltı ve tutuklamalarla yanıt vermiş oluyor (7).
Sonuç olarak sistem çatlaklara rağmen ayakta kalabilmek için otoriterlik, içe kapalılık, yüksek gümrük duvarları gibi ilk bakışta neoliberalizmle uyumsuz görünen önlemlere başvursa da başat özelliklerinden olan kamusallığın tasfiyesine dokunmuyor, dokunmayacak. Dolayısıyla kendini güçlü kılmak için ne yaparsa yapsın, daha sık yüzleşeceğimiz felaketlere karşı hazırlıklı olamayacak ve kapatmakta zorlanacağı daha fazla çatlaklar oluşacak.
Çatlağa müdahale etmek
Kapitalistler için her kriz bir fırsattır, aslında işçiler, emekçiler için de öyle. Sınıf mücadelesinde her sınıf karşısındakinin zayıflıkları üzerinden güçlenmenin yollarını arar. Şimdi, neredeyse tüm kamusal hakları elinden alınmış, örgütsüz bırakılmış ve zayıflamış emekçi halkın önünde patronların düzenini aşil topuğundan yakalama fırsatı duruyor. O aşil topuğu bugün, kamusallığı tasfiye ederek yarattıkları felaketlerin sistemde oluşturduğu çatlaklardır. Kamuculuk savunusunu kesintisiz mücadelenin başına yerleştirmek, kriz anlarında ise çelişkileri belirginleştirmek, devletin yokluğunu ısrarla teşhir etmek ve yokluğun boşluğunu dolduracak dayanışmayı tereddütsüz ve hızlıca örmek sistemin çatlaklarını derinleştirerek onu kırılganlaştıracak, karşısındaki halkı ise güçlü kılacaktır (8). Felaketlerle sarsıldığımız tüm bu karamsarlık ve umutsuzluk döneminden çatlaklara böylece müdahale ederek çıkılabilir. Her geçen gün daha da otoriterleşip kendini alternatifsiz ve sarsılmaz hissettiren sistemin yaldızlarını söküp atmak ise asla imkansız değildir.
1) https://www.gazeteduvar.com.tr/muteahhitler-istedi-itfaiyenin-denetim-yetkisi-alindi-makale-1751366 2) https://www.imo.org.tr/Eklenti/8874,8873imo-ankara---grand-kartal-otel-raporupdfpdf.pdf?0 3) https://x.com/faynstudio/status/1882033500288958574 4) Kazdağları’nda madencilik faaliyetleri için 700 bine yakın ağaç kesildi. 2014 yılında gerçekleşen Soma Katliamı’nda 301 madenciyi yitirdik. 2024 Şubat’ında İliç altın madeninde meydana gelen faciada ise yaklaşık 10 milyon m³ siyanürlü liç yığının kaymasıyla 9 işçi toprak altında kalarak can verdi, devasa miktarda siyanürün toprağa karışmasıyla büyük bir ekokırım suçu işlendi. 5) Türk Telekom, 2005 yılında Türkiye’nin en çok kâr eden kamu kuruluşlarından birisi ve dünyanın 13’üncü büyük telekomünikasyon firması iken ayrıcalıklı bir özelleştirme ile Lübnan sermayeli OTAŞ’a satılmıştı. Yıllarca OTAŞ’ın elinde içi boşaltılan ve 5 milyar dolar zarar eden Türk Telekom 2022 yılında yeniden kamulaştırılarak Türkiye Varlık Fonu’na devredildi. Ancak bu devir, zaten sözleşmeye göre 2026 yılında bedelsiz ve borçsuz olarak kamuya devredilecek olan firmanın dört yıl erkenden ve üstelik 1 milyar 650 milyon dolar ödenerek zararın üstlenilmesiyle gerçekleşmiş oldu. Dolayısıyla OTAŞ’ın bankalara borcunun faturası halkın sırtına yüklendi. https://www.birgun.net/haber/turk-telekom-da-kamu-zarari-halkin-sirtinda-380313 6)2013’te Gezi Parkı’nın yıkımını engellemede büyük halk direnişi kadar, ayaklanmadan önce elindeki tüm yetki ve olanaklarla yıkıma karşı çıkan, davalar açan ve konuyu gündemde tutan TMMOB’un da etkisi olduğunu bilen iktidar, olası başka büyük direnişlerin elini zayıflatmak amacıyla benzer kamu kurumlarını tasfiye yöntemlerine ivedilikle giriş 7) Kuşkusuz, ikinci kez ABD başkanlığına seçilen Trump da “Make America Great Again” derken ABD’nin gücünü ve büyüklüğünü eğitimde, sağlıkta, bakım hizmetlerinde, kamusal denetimde ya da afet yönetiminde değil inşaatta, savunma sanayisinde, Elon Musk’ın işaret edeceği tekno-girişimci alanlarda ve ticaret savaşlarında sınayacak. 8) Üstelik bu deneyim 6 Şubat depremlerinin yarattığı yıkım ve yalnız bırakılmışlığın ardından yaşanmıştır da. Unutmamak gerekir ki o korkunç felaketten asrın dayanışmasını yaratan ve özgücümüzü fark ettiren, birbirimize uzanan ve birbirinden güç bulan ellerimizden başka bir şey değildi.