AKP’nin 3 Kasım 2002’de iktidara gelişinden günümüze kadar adım adım inşa edilen yeni “tek adam” rejimine, yeni bir medya rejimi de eşlik etti. Ne var ki bu rejimin temeli, 1980’lerde başlayıp 2000’lerden sonra daha da radikalleştirilen neoliberalizasyon, deregülasyon ve irrasyonelliğe varan bir ticarileşmeye dayanıyor. Kuşkusuz bunlar sadece medya alanında değil, toplumun ve devletin tüm kurumlarında yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. Bu değişimin dinamikleri kurumlardan normlara, örgütlenmeden iş modeli ve iş yapış anlayışına, mülkiyet ilişkilerinden politik ve felsefi yaklaşıma kadar pek çok alandaki anlayış şeklini adım adım ve kökten değiştirdi. Bu değişim sürecinin medya ayağını iyi anlayabilmek için medyanın mülkiyet yapısındaki değişimi mümkün kılan yapısal dönüşümler ve bu dönüşümlere eşlik eden güvencesiz çalışma koşullarını dayatan örgütsüzleştirme sürecini iyi anlamak gerekir. Zira geri kalan bütün sorunlar bu iki sorun alanından neşet etmiştir.
AKP’nin Medya Rejiminin Neoliberal Kökleri
Tek Parti iktidarı ve Demokrat Parti’nin en baskıcı son yılları da dâhil en koyu baskıcı dönemlerde dahi, Türkiye basını/medyası bazı istisnalar haricinde siyasi iktidarla belli bir mesafe içinde ilişki kurmuştur. Misal Sedat Simavi, uzun süren dergicilik deneyimini bir gazeteyle taçlandırmak için varını yoğunu harcayarak 1 Mayıs 1948’de bugünün koşulsuz iktidar destekçisi haline gelen Hürriyet Gazetesi’ni çıkarmaya başlar. Gazetenin programında yer alan “Memleketimizde gelişmeye başlayan demokrasi zihniyetini kökleştirmek ve müdafaa etmek için ortaya atılıyoruz ve demokrasinin memleketimizin bünyesine en uygun bir rejim olduğuna iman etmiş bulunuyoruz”[1] cümlesi gazetenin parlamenter demokrasi içinde ve serbest piyasa koşullarında bir ana akım basın organı olma iddiasında olduğunun en belirgin göstergelerinden birisidir. Gazetenin, liberal basın ilkelerinin en öne çıkanlarından tarafsızlık ve dengelilik ilkelerine sadık kalacağına dair en somut örnek ise gazetenin ilk sayısında hem iktidar lideri İsmet İnönü hem de muhalefet lideri Celal Bayar’ın yazılarına yer vermesidir. Her iki lider de ülkenin içine girdiği “hürriyet ve demokrasi” yolunda Hürriyet gazetesinin önemli hizmetler sunacağından emin olarak gazeteye başarılar dilemiştir.
Döneme damgasını vurmuş Hürriyet’in çıkışında Simavi’nin gazetenin programına dair belirttiği “Hürriyet ne hükümeti ne de muhalefeti destekler, Hürriyet bağımsız ve müstakildir” iddiası, Batıdakine benzer norm geliştirme çabalarının ilk nüveleri olarak okunabilir. Ancak özetle bu çabalar hem ideolojik hem de yapısal sınırlılıklar nedeniyle geliştirilememiştir. Bu yapısal ve ideolojik sınırlılıkların başındaysa devletin resmi ideolojisi olan milliyetçilik gelir. Gazetenin logosunda yazan “Türkiye Türklerindir” ifadesi bu ideolojinin en billurlaşmış halidir. Tam da bu nedenlerle 1980’lere kadar Türkiye basını-medyası elindeki manipülasyon gücünü, sisteme dışsal bir “aygıt” olarak değil egemen blokun bir bileşeni olarak kullanmıştır. Bu süreçte bir yandan medya politikalarına siyasi aktörler, ordu, sermayedarlar, basın patronları damgalarını vurmuş gibi gözükebilir; ama bütün olarak bakıldığında genel eğilimi asıl şekillendiren şey her bir dönemde benimsenen hakim birikim rejimidir. Örneğin, 1970’lerin sonuna kadar bir basın patronunun herhangi bir kamu ihalesine girmesi söz konusu dahi değildir. Zira kamu malları ya da kurumları 80’li ve 90’lı yıllardaki gibi bir ticari nesneye dönüşmemiştir ve gazete sahipleri siyasi iktidarlarla yakın ilişki içinde olsalar da aralarında her zaman belirli bir mesafe olmuştur ve iktidarla doğrudan ilişkiler kamuoyundan gizlenmiştir. İlişkiler daha çok dolaylı ve amiyane tabirle kitabına uydurularak kurulurdu.
1980’lere gelindiğinde ise, Turgut Özal’ın temsilciliğini yaptığı neoliberalizm ve deregülasyon sürecinin en vahşi, en gösterişli (spektaküler) ve de en fazla göze sokulan kısmı medya alanında yaşanmıştır. Var olan gazetelerin el değiştirmesinden yeni gazetelerin kuruluşuna, ticari radyo ve televizyonların kuruluşundan bu kurulan kanallardaki reklam, rekabet ve yayıncılık anlayışındaki sınırsız esneklik, neoliberal deregülasyona dayalı norm yitiminin gösterişli ve fütursuz işaretleri olarak okunmalıdır. 90’lı yıllardaki gazetelerin kuponla hediye verme yarışını takip etmek için basit bir video taraması yaptığınızda bile kuralsızlaştırma ve kıyasıya rekabetin pek çok ironik örneklerine rastlarsınız. Daha RTÜK Yasası düzenlenmeden dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlunun mevcut yasanın etrafından dolanarak televizyon kanalı açması bile başlı başına kuralsızlaştırma sürecinin topluma dayatılmasının en sarih örneği olarak görülebilir. Demem o ki, günümüzün medya rejimi kendiliğinden ortaya çıkmadı; günümüzde safra olarak dışarı atılan bazı aktörlerin bizzat mimarlığıyla döşenen taşlar günümüz medya rejimine temel oluşturdu. Bunların en başında da uzun yıllar Hürriyet Gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliğini yapmış olan Ertuğrul Özkök gelir. Kuşkusuz Özkök tek örnek değildir. Şimdi burada uzun bir liste yapsak, bu yazı tamamen bu listeden oluşur.
AKP iktidarıyla birlikte 80’li yıllarda başlayıp 90’lı yıllarda iyice radikalleşen medya alanındaki mülkiyet yoğunlaşmasına esastan bir müdahalede bulunulmuştur. AKP iktidara gelmeden önce Türkiye siyasetinin neredeyse kurucu unsurları arasında rol almaya başlayan medya patronları, medyanın bağımsız ve özerk gücü üstünden değilse bile, manipülasyon gücü sayesinde hükümetlerin kurulmasında dahi arabuluculuk üstlenecek özgüvene erişmiştir. Dahası AKP’yi de iktidara getiren 3 Kasım 2002 seçimlerinde, medya gücüyle birlikte başka alanlardaki yatırımlarıyla önemli bir sermaye odağı haline gelmiş olan Uzan Grubu’nun sahiplerinden Cem Uzan, kurduğu partiyle önemli bir siyasi güç odağı olarak da boy göstermiştir. Bunu da liderliğini yaptığı Genç Parti’nin 3 Kasım 2002’deki genel seçimde aldığı yüzde yedilik oy oranıyla da kanıtlamıştır.
AKP ve Anaakım Medyanın “Yutulması”
Bu gelişmelerden önemli dersler çıkaran AKP ve lideri Recep Tayyip Erdoğan, medya alanındaki bu konsolidasyonu dağıtmanın yollarını aramaya başlamıştır. Bu arayış sırasında, mevcut medya kuruluşlarının kuralsız, hukuksuz ve fütursuz güç gösterilerini kendi lehine stratejik adımlar atmak için iyi değerlendirmiştir. Mevcut medya kartellerini ya etkisiz hale getirirken ya da tümüyle yok ederken yine bunların hukuksuz işlemlerini kendi iktidarını perçinlemek üzere araçsallaştırmıştır. Misal Uzan Grubu; yine grubun usulsüz bankacılık faaliyetleri, dönemin Telsim adlı GSM operatörünün uluslararası tahkimdeki davası ve diğer pek çok usulsüz ekonomik faaliyetleri gerekçe gösterilerek devletin kolluk, adli ve bürokratik gücü kullanılarak hızlı bir şekilde tasfiye edilmiştir.
Diğer güçlü medya grubunun, yani Doğan Grubu’nun yok edilip yutulması içinse uzunca bir süre beklenmesi gerekmiştir. Bu bekleyiş sürecinde Doğan Medya Grubu’na da 2005, 2006, 2007 yıllarında başlayan vergi cezaları, uzun yıllar bu medya grubunu itaat ettirmeye yönelik Demokles’in kılıcı işlevini görmüştür. Bu süreçte grup, iktidarla bir pazarlık süreci içerisinde olmuş ve bu durum elindeki gazetelerin haber seçimine, gazetelerin başına geçirilen isimlere kadar yansımıştır. Örneğin, grubun elindeki “muhalif ses” olarak işlev gören Radikal Gazetesi’nin başına Eyüp Can getirilmiştir. Gazete bu görevlendirmenin ardından önce basılı yayın faaliyetine son vermiş, bir süre sonra da yayın faaliyetini tümüyle sonlandırmıştır. En nihayetinde ise, Doğan Medya Grubu, 2018 yılına gelindiğinde daha önce Milliyet başta olmak üzere pek çok yayın kuruluşunu bünyesine katan Demirören Grubu’na kamu bankası Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası’nın sağladığı ballı kredi ile satılmıştır. Bu satış sürecinin tam olarak nasıl işletildiği hala muğlaktır. Zira Doğan Medya Grubu’nun tümüyle medya alanından çekilmesi için ortada akılcı bir gerekçe yoktu.
Taşeronlaşan Medya
2018 yılında Doğan Medya Grubu, elindeki bütün medya organlarını Demirören Holding’e sattıktan sonra AKP, bütün ana akım medyayı mutlak bir kontrol altına almıştır. Öncesinde başlayan medyanın taşeronlaştırma süreci böylece tamamlanmıştır. Buradaki taşeronlaştırmayı hem düz anlamlı hem de yan anlamlı olarak anlamak gerekir. Taşeron sistemi, kuşkusuz büyük sermaye grupları tarafından medya sektöründeki işgücünün örgütlenmesini, kol gücü, kafa gücü ve yıldız gazeteci-köşe yazarı şeklinde bölüp sendikalaşma sürecini baltalamak için yıllardır kullanılan bir pratikti. Ancak gelinen son süreçteki bahsettiğimiz taşeron sistemini “de facto” ve daha çok sembolik bir pratik olarak düşünmemiz gerekir. Burada taşeron olarak çalışan kişiler sınırsız sorumluluğa ama çok sınırlı hukuki güvenceye sahiptir. Bu nedenle iktidara mutlak şekilde biat etmedikçe mevcut medya sisteminin içinde yer almaları mümkün değildir. Bu sistem içindeki taşeron sistemine mutlak biat etmeyenler zaten zaman içinde tamamen tasfiye olmuştur. Geriye mutlak biat edenler kalmıştır. Tam da bu koşullar nedeniyle, hükümetten herhangi bir baskı ya da talimat gelmediği halde, artık bu taşeronlar kendiliğinden bir olayı haber yapmama kararı alabilmektedir. Otosansür, bu taşeron sisteminin içinde yapılan gazeteciliğin yegâne etik değeri haline gelmiştir. Artık gazeteciler, herhangi bir tartışmalı olay hakkında bizzat Cumhurbaşkanından açıklama gelmedikçe kendi inisiyatiflerini kullanarak, araştırma yaparak, soru sorarak haber yapmamaktadırlar.
Bu koşullar altında otosansür, mutlak bir sansürün göstergesidir artık. Ancak mutlak sansür koşullarında hareket kabiliyetini tamamen yitiren ana akım medya (artık kalan kısmına ne kadar ana akım denebilirse tabi ki) aynı zamanda sistem içindeki işlevini de yitirmiş ve artık halka haber veremez hale gelmiştir. Bu nedenle mevcut koşullar içindeki ana akım medyanın varlığı sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. İnsanlar artık, haber almak için yeni arayışlara yönelmeye başlamışlardır. Bu nedenle yayınlanan son raporlara göre, alternatif haber portallarına, video kanallarına, podcastlere ilgi giderek artmaktadır. Artık insanlar ana akım medyadan alacakları propagandaya dayalı bilgilere değil, bu tür alternatif mecralardan dinledikleri, okudukları izledikleri gerçeklere itibar etmeye başlamıştır. Elbette hükümetin kurduğu mutlak biata dayalı medya sistemine itibar eden bir kitle hala mevcuttur. Ancak, geçim sıkıntısı ve yoksulluk derinleştikçe bu yalanlara inanan kitle giderek azalmaktadır. Uzun vadede hükümetin kurduğu bu medya sistemi, işlemez hale gelince beklediği etkiyi yaratamaz hale gelmiş, aksine hükümetin aleyhine işlemeye başlamıştır.
AKP iktidarı, günümüz medya rejimini oluşturmak için devletin kolluk, denetleme, hukuk ve sermaye başta olmak üzere tüm gücünü çekinmeden kullanmıştır. Medya sermayesinin el değiştirmesinde, mevcut sermayedarları önce mali ve hukuki açıdan sıkı denetime tabi tutmuş, bulduğu ilk açıkta ya vergi ve denetleme cezalarıyla yola getirmeye çalışmış ya da son kertede Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF), Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK), Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) gibi denetleyici ve düzenleyici kuruluşları kullanmıştır. Bu tür medya kuruluşlarının el değiştirmesinde, medya gruplarının sahip oldukları medya dışı yatırımlarındaki usulsüzlükler de etkili olmuştur. Misal Sabah-ATV Grubu’nun eski sahibi Dinç Bilgin’den Turgay Ciner’e, ondan da Çalık Holding’e geçişi sürecinde TMSF bir ara durak işlevi görmüş, nihai sahibine geçişi yine sağlanan ballı krediler sayesinde gerçekleşene kadar, devlet bir süre fiilen büyük bir medya kuruluşunun patronluğunu üstlenmiştir.
Örgütsüzleşen Medya
Devlet bu sermaye el değiştirmeleri sürecinde, aynı zamanda sendikasızlaştırma sürecinin de bir anlamda tarafı olarak işlev üstlenmiştir. Zaten 1980 askeri darbesi döneminde yok edilen sendikal mücadele hakkının son kalan kırıntıları da sektörden sökülüp atılmış, yeni girişimlerin önü de kesilmiştir. Bunun en tipik örneği, 2007 yılında TMSF’ye devredilen ATV-Sabah Grubu’nda başlayan Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS) örgütlenme girişiminin grubun Çalık Grubuna devredilirken hukuki görünümde ya da açıktan gayrihukuki çeşitli yollarla önünün kesilmesidir. Bu süreçte ATV-Sabah Grubunda örgütlenen 410 emekçi, tehdit, şantaj ve bazı iş garantisi vaatleriyle sendikaya üyelikten çıkarılmaya çalışılmıştır. Her şeye rağmen bir süre burada grevlerle de devam eden örgütlenme mücadelesi, mahkeme kararıyla sendikanın örgütlenme yetkisinin kaldırılmasıyla sonuçlanmıştır.
Bu süreçte buna benzer gelişmenin Anadolu Ajansı’nda da deneyimlendiğini görürüz. Medya sektöründe Cumhuriyet ve Anadolu Ajansı’ndaki varlığını sürdüren TGS, Anadolu Ajansı’nın Genel Müdürlüğü’ne atanan Kemal Öztürk döneminde bazı manevralarla kurumdaki yetkisini kaybetti. Kemal Öztürk, TGS üyesi ajans emekçilerinin pek çoğunu, mobbing ve türlü baskılarla ya kurumdan çıkardı ya da sendikadan ayrılmasını sağladı. Bu manevralar sonucunda TGS’nin ajanstaki üye sayısı hızlı bir şekilde düştü ve hükümet yanlısı Medya İşçileri Sendikası örgütlenme yetkisini kazandı. 2012 yılında kurulan ve 2013 yılında 560 üyeye sahip olan sendika, 2017’de 2.328 üye sayısına ulaşarak medya sektöründe “lider” sendika haline gelmiştir.[2] Bunun yanı sıra, iktidar yanlısı Medya-İş en çok sarı basın kartı taşıyan üyeye sahip sendika olmuş ve Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü Basın Kartı Komisyonu’nda temsil hakkı da kazanmıştır. Kuşkusuz bahse konu bu kuruluşun yerini Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildikten sonra “İletişim Başkanlığı” almıştır. Bu geçişin ardından sarı basın kartı ve akreditasyon süreçleriyle ilgili geçmişteki bütün işleyişler de değiştirilmiştir.
Mülkiyet yapısında zaman içinde ortaya çıkan el değiştirmeler, sermaye aktarımları, sendikasızlaştırma ve güvencesiz çalışma koşulları gazetecilik mesleğinin zaten tam anlamıyla yerleşik hale gelmemiş çalışma ve işleyiş normlarını iyiden iyiye aşındırmış, mesleğin saygınlığını neredeyse yok etmiştir. AKP iktidarı döneminde ana akım medyanın saygınlığına dair kalan son kırıntılar da ortadan kalkmış, gazetecilik mesleğinin toplum nazarındaki itibarı yok olmuştur. Rejimin lideri Erdoğan, sadece gazetecilerin değil, aynı zamanda medya patronlarının kaderinin de kendi varlığına bağlı olduğunu her fırsatta dile getirmiştir. 2014 yılında Milliyet Gazetesi’nde BDP-Öcalan görüşmesinin “İmralı Zabıtları” manşetiyle yayınlanmasının ardından, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan haberi yapan muhabire “batsın sizin gazeteciliğiniz!” şeklinde tepki göstermiştir. Ardından Erdoğan ile Demirören Grubu’nun o dönemki patronu Erdoğan Demirören arasında geçen konuşma kamuoyuna sızmıştır. Sızdırılan bu konuşmada, Erdoğan, Demirören’i sert bir şekilde azarlıyor, Demirören de “üzdük mü seni patron?” diyerek ağlamaklı şekilde yanıt veriyordu. Hatta Demirören, konuşmanın bir yerinde “nasıl girdim bu işe, kimin için girdim?” diyerek medya sektörüne girdiğine pişman olduğunu dile getiriyordu.[3] Bu ve buna benzer çıkışlar, bir yandan medya sektörüne yönelik baskıları göz önüne sererken, diğer yandan da medya sektörünün son kalan kısmi özerklik ve saygınlık kırıntılarını da ortadan kaldırıyordu. Bu saygınlığın ortadan kalkması, medyaya olan güveni tümüyle yok ediyor ve gazetecilik mesleğini hakkıyla yerine getirmeye çalışan gazeteleri ve gazetecileri de töhmet altında bırakıyordu.
Dijitalleşirken Küçülen Medya
Gazetecilik mesleğindeki güvenilirlik, itibar ve kalite kaybının yaygınlaşmasının tek nedeni kuşkusuz Türkiye’de yaşanan bu mülkiyet değişimleri ve güvencesizleşme değildir. Bu Türkiye’ye özgü olan koşulların yanı sıra dünyada da genel bir kalite düşüşü söz konusudur. Bunun en önemli nedeni medya sektörünün hacim olarak küçülmesidir. Bu küçülmenin en önemli nedeni konvansiyonel medya kuruluşlarının reklam gelirlerinin yıllar içinde radikal bir şekilde düşüşe geçmiş olmasıdır. Bu ise, dijital platformların ana akım medya sektörünün elindeki reklam pastasının büyük bir kısmına el koymuş olmasından kaynaklanmaktadır. Google başta olmak üzere, dijital platformlar, büyük ölçüde dijitale aktarılmış olan haber ve diğer içeriklerin okur ve izler kitleye dağıtıldığı yegâne platformlar haline gelmiştir. Ana akım medya kuruluşları, önceleri doğrudan sahip oldukları reklam gelirlerini bu platformlarla paylaşmak, hatta aslan payını bunlara kaptırmak durumunda kalmışlardır. Bu gelir kaybının en önce vurduğu alansa istihdam olmuş, istihdam kaybı ise içeriklerdeki kalitenin düşmesine yol açmıştır. Bunun en çarpıcı örneği ABD’de yaşanmış; ABD’de 2008’den 2028’e on yılda medya sektöründeki istihdam yarıya düşmüştür.[4]
Türkiye’de 2018’den bu yana dijital platformların yarattığı sektörel daralmaya bir de döviz ve ekonomik kriz eklenmiş, bu kriz nedeniyle pek çok basılı gazete kâğıt baskıdan tümüyle vazgeçmiştir. Elbette bu krize özgürlükleri kısıtlayan darbe girişimi sürecinin yarattığı tahribatı da eklemek gerekir. 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminin ardından iki yıl süren OHAL döneminde toplamda 131 yayın organı kapatılmıştır. Bunların arasında 3 haber ajansı, 16 televizyon, 45 gazete, 23 radyo, 15 dergi ve 29 yayınevi yer almaktadır.[5] Basın ve yayın organlarının kapanmasında dolaylı da olsa yine hükümetin rolü vardır. Özellikle de öz sermayesi zayıf yerel yayın organlarında olmak üzere, pek çok yayın organı ekonomik krizin ve döviz artışının yol açtığı kâğıt maliyetlerindeki yükselme nedeniyle ya tümüyle faaliyetine son vermek ya da yayın periyotlarının sıklığını azaltmak zorunda kalmıştır.
Kalitesizleşen Medya
Bu gelişmeler, gazetecilik alanındaki iş yapma biçim ve yordamlarını kökten değiştirmiş, gazetelerdeki pek çok birimin kapatılmasına yol açmıştır. Bu istihdam daralmasının da etkisiyle örneğin artık haber kuruluşlarında “çalışma yaşamı”na bakan bir muhabir istihdam edilmemektedir. Dahası eskiden neredeyse her bakanlığa ayrı muhabir bakarken, bugün her muhabir gerekirse her türlü kurum ve kuruluşu ilgilendiren her türlü olaya bakmak zorundadır. Bu ise gazetecilik alanındaki uzmanlaşmayı ortadan kaldırmış, haber içeriklerindeki kalitenin düşmesine yol açmıştır. Böylece hiç yapmaz denilen pek çok kurumsal gazete dahi “masa başı haberciliği” denilen haberciliği yapar hale gelmiştir. Yanı sıra, haber kuruluşlarının editoryal aşamalarında da ciddi zaaflar ortaya çıkmaya başlamış, haberlerde nitelik bir yana maddi hatalarla karşılaşmak da yaygın bir durum haline gelmiştir. Hem istihdamdaki daralma hem de iktidarın “muhalif ve itaat etmez” diye kodladığı deneyimli gazeteciler medya sektöründen çıktığı/çıkarıldığı için, genç gazetecilere usta-çırak ilişkisi üzerinden deneyim aktarımı da imkânsız hale gelmiş, bu ise kalitenin düşüşünü hem hızlandırmış hem de derinleştirmiştir.
Bütün sorun ve sıkıntılarına rağmen, medya parlamenter demokrasinin ve bütün toplumların olmazsa olmaz kurumlarından, gazetecilik de insanlık var oldukça asla yok olmayacak mesleklerden birisidir. Ancak görünen o ki, bildiğimiz anlamdaki konvansiyonel medya ve gazetecilik hem toplumsal-siyasal, hem teknolojik değişimler sonucunda anlam, boyut ve işleyişte ciddi dönüşümler geçirmek zorunda. Ne var ki, medyanın en önemli işlevi olan haber verme işlevinin önemi en yakıcı haliyle devam ediyor. Bu meyanda yazıyı İletişim Sosyoloğu Michael Schudson’dan yapacağım şu alıntıyla bitirmek yerinde olacaktır:
“Dünya, günümüzün pek çok gazetecilik türü olmaksızın varlığını sürdürecektir, ancak bazı gazetecilik türlerinin yokluğu, iyi bir toplum, özellikle de iyi bir demokratik siyasi sistem inşa etme umutları bakımından yıkıcı olacaktır ya da ben burada bunu ileri sürüyorum. Özellikle de muhabirlerin, fotoğrafçıların, belgesel filmcilerin, blog yazarlarının, podcast yapımcılarının ve profesyonel gazetecilik normlarına göre çalışan diğer kişilerin, hükümetlerin hem genel hem de özgül şekillerde hesap verebilir olmalarını sağlayan orijinal gazetecilik üretimlerini savunmak istiyorum.”[6]
[1] Gökman, Muzaffer (1970), Sedat Simavi Hayatı ve Eserleri, Apa Ofset Basımevi, İstanbul, s. 77. [2] , http://www.medyais.org/menu/sendikamiz.html (Erişim Tarihi: 26/09/2024). [3] https://platform24.org/arsiv/basbakan-rezillik-dedi-demiroren-telefonda-agladi/ (Erişim tarihi: 25/09/2024). [4] Çevikel; Tolga (2020), Dijital Çağda Gazeteciliğin Krizi ve Finansmanı, Ankara: um:ag Vakfı Yayınları, s. 52. [5] http://bianet.org/bianet/medya/177253-131-yayin-organi-kapatildi (Erişim tarihi: 31/05/2020), https://halagazeteciyiz.net/2018/07/17/mayis-2018-2-rapor-medya-izleme-raporu/ (Erişim tarihi: 31/05/2020). [6] Schudson, Michael (2022), Gazetecilik Neden Önemli?, Çev. Gülseren Adaklı, Ankara: um:ag Vakfı Yayınları, s. 4.