Yargıda, emniyet teşkilatında, üniversitelerde aklınıza gelebilecek her kamu kurumunda cirit atan tarikatlar; gittikçe artan dev bütçesiyle Milli Eğitim Bakanlığı’nın da görevlerini handiyse üstlenmekte olan bir Diyanet İşleri Başkanlığı ve onun elde kılıç vaaz vermeye bayılan başkanı; televizyon ekranlarında ve sosyal ve medyada arz-ı endam eden “hocaefendiler”(!); tramvay hattının tam üzerinde[1], belediye otobüsünün içinde[2] ya da trafiğin tam ortasında, yolda[3], namaza durarak toplumun sinir uçlarını gıdıklamaya bayılan akıl daneler, merdiven altı medreselerinden mezun olan öğrencilere düzenlenen anlı şanlı “icazet törenleri”…
Sokaktaki insanlardan bu konularda kalem oynatan akademisyenlere, gazetecilerden bürokratlara ülkede yaşayan büyük çoğunluk, Türkiye’nin muhafazakârlaştığı, dindarlaştığı, İslâm’ın, İslâmcılığın artık müesses nizamın mütemmim cüzü haline geldiğini söyleyecektir bize.
Bu yazı ise konuya farklı bir pencereden bakmayı denemektedir: Yazı, İslâmî pratiklerin kamusal alanda, devlet kurumlarında ve medyada daha görünür hale gelmesine ve dinsel söylemlerin giderek yaygınlaşmasına rağmen AKP Türkiye’sinin, İslâmcılığın değil nepotizmin yaygınlaştığı; mafyalaşmanın, tek adamlaşmanın ve bir rant ekonomisinin İslâmî bir hegemonya ile meşrulaştırıldığı; dinsel söylem/pratiklerle neoliberalizmin görünmez kılındığı bir ülke haline geldiğini iddia etmekte.
İslâm, İslâmcılık, Dindar ve Dinbaz
Tafsilata girmeden, başlıkta verilen kavramlar arasındaki nüansları vurgulamanın, Erdoğan, AKP teşkilatı, iktidar bloku ve seçmen/kitle arasında İslâm dolayımıyla kurulan siyasî ilişkiyi tanımak/tanımlayabilmek açısından elzem olduğunu düşünüyorum. Din; âdet-durum, ceza-mükâfat ve itaat/inkıyat (boyu eğme, teslim) olmak üzere üç faklı düzlemde tanımlanıyor. Bu açıdan din denilen kavramı 1) “ceza (karşılık), mükâfat, hüküm, hesap, 2) üstün gelme, hâkimiyet, zelil kılma, zorlama ve 3) itaat, teslimiyet, hizmet, ibadete yönelik düşünceler, kurallar ve uygulamalar bütünü olarak tanımlamak mümkündür.[4] İnsan ve onun maddî/mana dünyaları arasındaki düsturları ve uygulamaları kuran bir din olarak İslâm ise bu minvaldeki – inancı/imanı, ibadeti, ahlâkı, felsefeyi, siyaseti, hukuku… kapsayan – büyük anlatılardan birisi olarak tanımlanabilir: Tüm dinler gibi İslâm’ın epistemolojisinde de bilmek değil inanmak yatar. İşlevseldir din; Hegel’e yönelik yarı-ironik aforizmasında[5] Marx, onun, günümüzün ruhsuz dünyasında, “…ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluştur[duğunu]”[6] söyler. Monoteist bir din olarak İslâm ise onun kurumsallaşmış ifadelerinden birisini teşkil eder. Soyut bir kavram olarak din, Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm vb. sayesinde ete kemiğe bürünür; mücessem hâle gelir.
Siyasî bir ideoloji olarak İslâmcılık, teolojik bir tartışma olarak İslâm’dan farklı bir yerde konumlanır ve “…XIX-XX. yüzyılda, İslâm’ı bir bütün olarak… ‘yeniden’ hayata hakim kılmak ve akılcı bir metodla Müslümanları, İslâm dünyasını batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden… kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik yönleri baskın siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket olarak tarif edilebilir.”[7]
Necdet Subaşı da “…bugün daha çok küresel ölçekte ve oldukça değişken sayılabilecek kimi dinsel eğilim ve yönelimleri ifade etmek üzere”[8] kullanılan İslâmcılığın, yani toplum temelinde gelişen İslâmcılığın “…ara[larında] muallim ve münevverlerin bulunduğu bir dizi aktörün rehberliğinde hem devletle hem de gelenekle arasındaki mesafeyi gerektiğinde gözden geçirmeye hazır bir şekilde farklı bir İslâm yorumunun gerekliliğine duyulan ihtiyaca sık sık vurgu yapan yeni bir dil”[9] olduğunu hatırlatır bize.
Kara, İslâmcılık adlandırmasının tarihinin 1913 yılına kadar gittiğini belirtir. “Aynı yıllarda hem [Mehmet] Akif [Ersoy] hem de Ziya Gökalp tarafından ‘İslâmlaşmak’ın da kullanıldığı” görülür. Daha geride İttihad-ı İslâm, Vahdet-i İslâmiye, Tevhid-i İslâm (İslâm Birliği, Panislâmizm), Fikr-i İslâmiyet, İslâmiyet politikası/siyaseti, İslâmlık meslek-i mahsusu, İslâmlık şekillerinde de İslâmcılık düşüncesi dile getirilmiş.[10]
Bora,[11] Türkiye’de İslâm referanslı politik düşünüş[ün], sol-sağ ayrımının geçerlilik kazanmaya başladığı 1940’ların ortalarından itibaren kendini ‘doğallıkla’ sağda konumlandırdığını[n], dahası Türk sağcılığının taşıyıcı sütunlarından birini oluşturduğunu[n]” altını çizer. Ona göre, AKP’yi İslâmcı değil merkez-sağ olarak tanımlamak gerekir[12] ve “AKP’yi Millî Görüş’le kesintisiz bir devamlılık içinde izah edebil[mek]” mümkün değildir. “AKP, kendini muhafazakâr-demokratlıkla tanımlar. Bu tanım ve ideolojik içeriği, bir ANAP esinini yansıtır… İkisinin de modernleştirici işlevi olmuştur: sermaye birikim rejimiyle ilgili bir modernizasyondur bu… AKP, bunu yaparken artık taşralı, orta boy burjuvazi tasnifine sığmayan bir yeni büyük sermaye fraksiyonunun büyüme iştahına dayanmıştır. ANAP gibi AKP de, kitleleri pragmatist yenilikçilikleriyle etkilemişlerdir. Benzerliğin ideolojik zemini, neoliberal-muhafazakârlıktır… AKP’yi İslâmcılık adına bir üçüncü yol açma iddiasından vazgeçmekle, sağcılaşmakla veya İslâmcılığın sağdan/sağcılıktan kopma sürecini kesintiye uğratmakla itham eden bir İslâmcı söylemin filizlendiğini söyleyebiliriz. Bu muhalefeti, fundamentalist, radikal –bazen de gelenekselci- İslâmcılıkların devamlılığı içinde sürdürenler olduğu gibi, az evvel değinildiği gibi kısmen bu köklerden beslenmekle beraber yeni arayışlara yönelenler de vardır.”[13]
Kara, AKP’yi Millî Nizam-Saadet partileri “…hareket[inden] siyaset ölçüleri itibariyle daha başarılı, fikrî olarak daha iddiasız ve geri çekilmiş, İslâmcılıktan vazgeçmiş bir siyasî parti haline getiren[in] de RP ile başlayan uyum ve entegrasyon çizgisini daha ileriye götürmüş olması” olduğunun altını çizerek, “Sermaye, zenginleşme ve varlık sahibi olma” ile İslâmcı düşünce arasındaki gerilime dikkat çeker ve (neo-) liberalizme eklemlenmenin “…İslâmcıların bütün katmanları ve renkleriyle sisteme, sistemin mantığına entegrasyonları, hatta bir aşama sonra sistemin taşıyıcıları oldukları manasına da”[14] geleceğini vurgular.
AKP açısından sermaye ve müesses (kapitalist) nizam ile iç içe geçmek sadece İslâmcı düşünceyi merkez-sağcı, muhafazakâr-demokrat ya da Kara’nın da vurguladığı şekilde söylemek gerekirse, düzenin taşıyıcısı, haline getirmekle kalmaz; bir yandan da AKP nomeklaturası ve dayandığı sınıf fraksiyonunun İslâm’ı ve İslâmcı düşünceyi araçsallaştırmasının da yolunu açar; açtı da -ki, bu aynı zamanda, AKP yönetici-eliti ve dayandığı kitlenin -tamamen değilse de geniş oranda- dindarlık/mütedeyyinlikten dinbazlığa/dinciliğe geçişinin de altını çizer. Yeri gelmişken mütedeyyinliğin dini ahlâkî bir düstur olarak içselleştirmekle, dini bir hayat tarzı, sosyal yaşamın bir kerterizi olarak almakla; dinbazlığın ise dini araçsallaştırmak, bir manivela, bir enstrüman hâline getirmekle alâkalı olduğunun da altını çizmek gerekiyor.
Toparlayacak olursak, AKP’nin 22 yıllık iktidarı boyunca İslâmcı düşüncenin, mevcut yöneticilerin bir politik manifestosu, kök saldıkları toprağı, beslendikleri gıdası, izledikleri politikaların bir nüvesi olmadığını; AKP için İslâm’ın bir politik-esans (essence) değil, nepotizmi örten bir hegemonik şal olarak anlamlı olduğunu; AKP seçmeninin mevcut yönetime gösterdiği rızanın grameri işlevi üstlendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. AKP, henüz kurulduğu günlerde -tam da Erdoğan’ın 2003 yılında altını çizdiği gibi- “Millî Görüş elbisesini dışarıda bırakmış” (Milliyet, 17.03.2003), Demokrat Parti elbisesini çoktan giymişti; içinden doğduğu MNP-Saadet Partisi geleneğinin -yukarıda da tartışılan- İslâmcılığını hiçbir zaman hedeflememişti. AKP, İslâmcı politikalar gütmedi; aksine, kitleler ile İslâm dolayımıyla ilişki kurdu; nepotist politikalarını İslâm’la örttü. İslâm’ı neoliberal politikalarının şalı haline getirdi.
İslâm; nepotizmin, mafyalaşmanın, Reistokratlaşmanın/tek adamlaşmanın hüküm sürdüğü bu ülkede toplumu manipüle etmenin hegemonik dili oldu. On yıllardır, öncesinde de kör topal, ite kaka işleyen parlamenter demokrasinin ve oldum olası mustarip olageldiğimiz hukuk devletinin bile artık bu İslâmî (hegemonik) retoriğe kurban edildiğini görüyoruz. Tüm bunlar İslâm’la sağlanan popüler destekle berkitildi. Muhafazakâr demokrat markası ile siyasî yaşamımıza giren ve İslâmî hassasiyetlerini her daim vurgulamaya özen gösteren AKP için İslâm, 22 yıldır uygulayageldiği rant ekonomisine devşirdiği popüler desteğin manivelası ve bu ekonomik politikalar çerçevesinde şekillendirdiği nepotist politikaların meşrulaştırıcısı olarak işlevsel olageldi; bir siyasî alternatif, bir siyasî düşünce olarak İslâmcılık ise Erdoğan için hiç de işlevsel değildi -ki zaten, Çelenk’in de sıklıkla altını çizdiği gibi, köylülükten dönüşemeyen bu iktidar blokunun/mahallesinin doğru/yanlış ama politik bir düşünce olarak İslâmcılığı kendi içinde yeniden üreterek Türkiye için bir alternatif haline getirmesi, teşkilat/kadro oluşturmayı değil fikir adamı/entelektüel yetiştirmeyi[15] birinci plana çekmesi de zaten pek mümkün görünmüyordu. Nitekim, Erdoğan da/bile farkındaydı ki “Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydi… Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şey”; AKP 14 yıldır kesintisiz iktidar[dı.] Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidar [olma] konusunda sıkıntılar… var[dı.]”
Uygulanan rant ekonomisi AKP nomeklaturasının ve/ya iktidar bloğunun -ki bu, basitçe bir siyasî parti ittifakından, bir Cumhur İttifakı’ndan çok daha fazlasını; farklı sermaye kesimleri, devlet bürokrasisi ve siyasî partilerden oluşan üç bileşenli bir yapıyı ima eder- nepotist iştahı kabarttıkça, İslâm’ın kamusal tezahürü gün geçtikçe arttı; İslâm bu iktidar blokunun geniş toplum kesimlerini, bir başka ifade ile Walter Limpmann’ın hayalet kamusunun (phantom public)[16], şaşkın güruhunu (bewildered herd)[17] ikna etmesinin ve rızalarını devşirmenin manivelası hâline geldi. Yine farklı bir şekilde Limpmann’ın kavramları ile dile getirmek gerekirse, dış dünya ile seçmenin kafasındaki resim arasındaki rabıta İslâm ile tesis edildi.[18] Kitleler İslâm dolayımıyla manipüle edildikçe toplumsal muhalefetin dinsiz, zındık olarak stereotipleştirilmesi kolaylaştı: Bu, çoğunca, ucu bir şekilde İslâmî referanslarla süslenerek/soslanarak toplumsal muhalefetin, kimi zaman “sürtük”leştirilmesi, kimi zaman “kadın mı kız mı”laştırılması, kimi zaman LGBT, kimi zaman “alkolik”, kimi zaman “ateist”, kimi zaman “monşer”, kimi zaman “bölücü”leştirilmesi ile tezahür etti.
Toplumsal muhalefet kitle ile kurulan ilişkiyi örten İslâmî şalın dışına atılıp ötekileştirildikçe, toplumsal muhalefet ötekileştirilip kutuplaşma perçinlendikçe, rant ekonomisinin çarkları daha bir hızlı dönmeye başladı; çarklar hızlı döndükçe nepotist iştah daha, daha da kabarmaya, ihaleler, rüşvet, iltimas, kayırmacılık, kadrolaşma her gün biraz daha artmaya devam etti. Ve nihayet deniz bitti, iktidar blokunun gemisi 2013’te derin bir yara aldı: Gezi Direnişi, AKP’nin meşruiyetini, rıza üretim mekanizmalarını, İslâm’la tesis ettiği hegemonyayı yaraladı. Aynı tarihler “gittikçe daha fazlasını isteyen”[19] Gülenciler ile AKP arasındaki ittifakın da bozulmaya başladığı tarihlerdi. 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında AKP Gülencileri iktidar blokundan ayrılmak zorunda bıraktı; kutsal ittifak dağıldı ve Gülenciler nepotist ağın dışına atıldı. Ardından da rant ekonomisi duvara tosladı ve ekonomik kriz kapıya dayandı. Bu, Erdoğan’ın kitlesi ile konuştuğu dilin gramerini (İslâm) değiştirmesine yol açmadı; kitlelerle kurulan rabıtanın grameri olan bu İslâmî retoriğe, Kürt karşıtı/nefreti bir dil de eklendi; Gülen’den boşalan iktidar bloku diğer tarikatlarla dolduruldu: Yeni yeni tarikatların nepotist ağa dahil edilmesi, Halkların Demokrasi Partisi (HDP, bugünkü DEM Parti) üzerinden Kürt nefreti ve bölünme korkusunun tetiklenmesi ve Gezi Direnişi’nin kriminalleştirilerek dış güçlerle ilişkilendirilmesiyle kitlelerle rabıtayı sağlayan İslâmî dil bir iyice tahkim edilmeye çalışıldı.
Evet, belki, AKP İslâmcı bir siyasal parti değil ama İslâmî pratiklerin gerek kamusal alanda, devlet kurumlarında ve gerekse de medyada ve dolayısıyla gündelik yaşamın genelinde daha görünür hale geldiğinin, dinî söylemlerin sosyal yaşamda gün geçtikçe daha da yaygınlaştığının da altını çizmek gerekiyor. Yazının iddiası, makalede sadece ana hatlarıyla yer verilen sorunun ne “Türbanlılar her yeri doldurdu!” şeklindeki sol-Kemalist bir tavırla hayıflanmak, ne de “İnanan inanır, inanmayan inanmaz” şeklindeki liberal bir sinizme bulanmak olduğu yönünde. Sorun, AKP nepotizmini ve neoliberalizmini örten İslâm’ın, sadece bu işleviyle değil, aynı zamanda, gündelik yaşamda, Füsun Üstel’in[20] tanımıyla makbul vatandaşla, makbul olmayan vatandaş arasındaki kerteyi de çizmesi; makbulü, makbul olmayandan ayıran bir turnusol vazifesi de görmesidir. İktidarını dayandırdığı popülist dilini İslâm’la kuran; ötekine/düşmana karşı tahkim edegeldiği “biz”ini İslâm’a referansla tanımlayan AKP dinbazlığının giderek yayılmasının, toplumdaki polarizasyonun tek değilse de en önemli dinamiklerinden biri olduğunu unutmamak ve gerek bu polarizasyon gerekse de onu besleyen dinamiklerle, başta da bu dincileşmeyle, mücadele etmek gerekiyor.
[1] Tramvay Namaz Kılan Adamı Bekledi (youtube.com) [2] (20+) Video | Facebook [3] İstanbul'da yol ortasında namaz kıldı; "Kıblen yanlış, kıblen" (youtube.com) [4] Tümer, G. (1988), “Din”, İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yay. [5] Baker, U. (1996), "Marx'ın Bir Çift Sözü Var", Birikim, Nisan 1996, sayı 84, s.20-31. [6] Marx, K. (2009). Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, (Çev: K. Somer), Sol Yay., s.192. [7] Kara, İ. (2011), Türkiye'de İslâmcılık Düşüncesi Metinler / Kişiler-1, Dergâh Yay., s.18. [8] Subaşı, N. (2013), “Devlet, Cemaat(ler) ve İslâmcılık”, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi Sempozyum Tebliğleri, (Der.: İ. Kara- A. Öz), Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yay., s. 571. [9] A.g.e., s. 568. [10] Kara, İ. (2013), “Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi Üzerine Birkaç Not”, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi Sempozyum Tebliğleri, (Der.: İ. Kara- A. Öz), Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yay., s.17. [11] Bora, T. (2013), “Sağ- Sol ve İslâmcılık”, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi Sempozyum Tebliğleri, (Der.: İ. Kara- A. Öz), Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yay., s. 519. [12] Bora, T., (2009), “AKP: Yeni Merkez Sağ”, AKP Yeni Merkez Sağ mı? (Haz. Ümit Kurt) içinde, Dipnot Kitabevi Yay., s. 123-130. [13] A.g.e., s.532. [14] Kara, İ. (2013), A.g.e., s. 38. [15] Çelenk, T. (2024) Mahallenin Krizinden Memleketin Krizine, Görgüsüzleşme, Yozlaşma, Çürüme, Beyoğlu Kitapevi Yay. [16] Lippmann, W. (2018), The Public Opinion, Suzeteo Enterprises Publ. [17] Lippmann, W. (1925), The Phantom Public, Transaction Publ. [18] Lippmann, W. (2018), The Public Opinion, pp. 3-34. [19] 24 Mart 2014’te Trabzon’da halka hitap eden Erdoğan şöyle sesleniyordu: “17 üniversite kurmak için geldiler hepsini onadım, bu muydu hainlik? Bu ne vicdandır? Okullar için yer istedi, verdik. Uluslararası camiada davet ettiler, devlet başkanlarına, hükümet başkanlarına bunları biz refere ettik. Olimpiyat dediler her türlü desteği verdik. Ne nankörlük bu ya. Ne istediniz de alamadınız? ..."Dert başka…Bunlar söğüşlediler, bunların okullarından da çocuklarınızı alın. Devletin okulları bize yeter. Dünyanın parasını alıyorlar, ondan sonra bir de ne yapıyorlar?” https://akparti.org.tr/haberler/bu-bir-istikbal-ve-istiklal-mucadelesidir/ . [20] Üstel, F. (2021) Makbul Vatandaşın Peşinde, II. Meşrutiyet'ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi, İletişim Yay.