31 Mart Seçim Sonuçları Bize Ne Söylüyor?

Derya Kömürcü1 Haziran 2024

31 Mart 2024 Türkiye siyaseti açısından gerçekten yeni bir başlangıcı mı temsil ediyor? 20 yılı aşkın süredir devam eden AKP iktidarının sonuna mı geldik? Siyaset bundan sonra nasıl şekillenecek? Bu sorular büyük ve anlamlı sorular. Ancak bu tür sorulara ayağı yere basan yanıtlar verebilmek için 31 Mart seçimlerinde ve sonrasında ne olduğunu ve nasıl olduğunu doğru analiz etmek gerekiyor.

31 Mart seçimlerinin sonuçlarını analiz ederken öncelikli olarak vurgulanması gereken, bunun bir yerel seçim olduğudur. Bir yerel seçim elbette siyasetin o andaki durumuna dair pek çok şey söyler ancak yine de özgün dinamikleri nedeniyle yerel seçimleri genel seçimlerle kıyaslama yapmak için kullanmak, hele hele “başkanlık seçimi” gibi Türkiye özelinde çok farklı dinamiklerin devreye girdiği bir seçime dair çıkarımlarda bulunmak için kullanmak çok sağlıklı sonuçlar vermeyecektir.

Seçmenler, yerel seçimlerde öncelikli olarak mevcut belediye başkanının performansını oylarlar. Parti aidiyetini kısmen göz ardı edecek biçimde memnun olduklarıyla devam etme, memnun olmadıklarını değiştirme eğilimi sergilerler. Bunu yaparken de milletvekilliği seçiminden farklı olarak sadece en çok oy alanın belediye başkanı seçileceği bu seçimlerde stratejik oy vermeyi, başka bir deyişle bağlı hissettiği parti yerine kendini yakın hissettiği başka bir partinin kazanacağını düşündüğü adayına oy vermeyi tercih edebilirler. Ek olarak adayın kim olduğu da pek çok yerde seçmenler için parti aidiyetlerini aşmaya katkı sağlayan bir motivasyon kaynağıdır. Bu etkenlerin her biri 31 Mart seçim sonuçlarının şekillenmesinde etkili oldu. CHP’nin mevcut büyükşehir belediye başkanlarından duyulan memnuniyet (İstanbul, Ankara, Mersin, Adana vb.); AKP/MHP’li belediye başkanlarından duyulan memnuniyetsizlik (Bursa, Manisa, Denizli vb.); İYİP, DEM Parti, TİP seçmenlerinin başta büyükşehirler olmak üzere pek çok yerde kazanacağını düşündüğü CHP adaylarını desteklemesi; İmamoğlu, Yavaş gibi isimlerin kendi seçim bölgelerini aşan ve ülke geneline yayılan bir etki yaratması; Kastamonu, Adıyaman gibi yerlerdeki parti kimliğini aşan beğeniye sahip aday tercihleri seçim sonuçları üzerinde belirleyici önemdeydi.

Bunun bir yerel seçim olmasının ötesinde seçim sonuçları üzerinde etkili olan belki de eşit önemde bir diğer etken ise ekonomiydi. Ekonomik krizin etkisinin çok daha şiddetli bir biçimde hissedildiği, önceki seçimlerde gördüğümüz türden seçim rüşvetlerinin iktidar tarafından devreye sokulamadığı, bu bağlamda ekonomik oy davranışı ve iktidarı cezalandırma refleksinin çok daha belirleyici olduğu bir seçim yaşadık. İktidarın 14 Mayıs seçimleri öncesindeki son altı ay içinde asgari ücrete ve emekli aylıklarına yaptığı zam, EYT düzenlemesi, faizleri düşük tutarak piyasayı canlı tutma, kredi musluklarını açma, işsizliği kontrol altında tutma, artan sosyal yardım harcamaları gibi geniş toplum kesimlerinin ekonomik durumunu olumlu etkileyen hamlelerini bu kez yürürlüğe koyamaması seçmenin on ay önce ertelediği tepkiyi bu kez çok daha güçlü bir biçimde ortaya koymasına yol açtı. Kuşkusuz söz konusu tepkinin iktidarı destekleyen seçmenler arasında bu kadar şiddetli bir biçimde ortaya çıkmasında seçim sonucunda bir iktidar değişikliği olmayacağına, Erdoğan’ın iktidardan gitmeyeceğine, ülkenin bekasına zarar gelmeyeceğine dair bir rahatlığın olduğunu da görmek gerekir.

31 Mart’taki tabloya dair söylenebilecek tartışmasız en net olgu AKP’nin büyük bir seçim yenilgisi aldığıdır. AKP, son on yıldır seçim kazansa da kaybetse de ideolojik, örgütsel ve oy oranı olarak erimekte olan bir parti. 1 Kasım 2015’te yüzde 49,5 olan oy oranı sonraki iki seçimde yedişer puan gerileyerek yüzde 35,5’e çekildi. Bu süreçte AKP, güçlü karizmatik liderin çeşitli siyasi mühendislik hamleleriyle kitle desteğini sağladığı, yeni kadrolar yetiştiremeyen, derinleşen sorunlara çözüm üretemeyen, toplumu kutuplaştırarak oy desteğini konsolide etmeye çalışan bir parti haline geldi. Hatta daha doğru bir anlatımla parti olma vasfını yitirmiş, toplumla bağları kopuk bir çıkar birliğine dönüştü. Bu tabloya rağmen iktidar değişikliğinin bir türlü gerçekleşmiyor olmasının nedenini bu partiden vazgeçmeye hazır milyonların kendi mahallesinden çıkıp karşı mahalleye destek verememesinde aramak gerekir.

Türkiye’de yurttaşların çoğu hayatı kendileri için tehdit içeren, güvenilmez ve öngörülemez bir olgu olarak yaşıyor. Bu da oy davranışları üzerinde kaçınılmaz bir etki yaratıyor. Söz konusu “kaygılı seçmen” özelliği kentleşme, eğitim ve sosyoekonomik statü arttıkça daha az etkili olurken, farklı kültürlere kapalı, düşük ticari etkileşimin olduğu, yerel ağların gücünü koruduğu, siyasal sosyalleşmenin uzunca bir süredir din ve milliyetçilik ağırlıklı bir dil, kültür ve kadro üzerinden sağlandığı yerlerde belirleyici olmaya devam ediyor.

Sanılanın aksine korku ve kaygılar insanların iktidara duyduğu tepkiyi artırıp değişimin önünü açmıyor. Tam tersine değişim durumunda bir istikrarsızlık oluşabileceği düşüncesi var olana daha sıkı sarılmayı beraberinde getiriyor. Dolayısıyla seçmen davranışına etki etmeye çalışırken kaygıları ve tepkiyi canlı tutmakla daha iyi olanı vaat etmek arasında çok özenli bir denge tutturulması gerekiyor. Geriye dönüp baktığımızda bugünküne çok benzer koşulların varlığı ve o büyük zafer beklentisine rağmen Mayıs 2023 seçimlerinin kazanılamamış olmasında iktidarın dağıttığı seçim rüşvetlerinin, yalan ve manipülasyonun yanında Altılı Masa muhalefetinin seçimi “Erdoğan gitsin mi, kalsın mı” ikilemine hapseden kısır söyleminin de payı olduğunu görmek gerekir. 31 Mart seçim sonuçları da gösteriyor ki Erdoğan’ın oylanmadığı bir ortamda iktidar seçmeni AKP’yi çok daha kolay cezalandırabilmekte, istikrarsızlık ve değişimden çok daha az korkmaktadır.

AKP’deki gerilemeyi ve bu gerilemenin sürekliliğini tespit etmekle birlikte, siyasetin önümüzdeki dönemde nasıl şekilleneceğini tartışırken Türkiye’de rejimin niteliğini ve Erdoğan faktörünü göz ardı etmemek gerekir. 2023 seçimlerinin sonuçları itibariyle tek adam rejiminin kurumsallaşma sürecini tamamladığını, 14 Mayıs 2023 öncesinde topluma en önemli vaadi güçlendirilmiş parlamenter sistem olan muhalefetin şu anda parlamenter sisteme geri dönüş vaadini neredeyse askıya aldığını ve seçimler söz konusu olduğunda esas olanın “başkanlık” seçimini kazanmak olduğunu unutmayalım. Bu bağlamda 31 Mart seçimlerinde AKP’nin büyük bir yenilgi aldığını, CHP’nin önemli bir zafer elde ettiğini görmezden gelmeyen, ancak seçimlerin yerel niteliğini de ıskalamayan analizlere ihtiyacımız var. Öyle görünüyor ki yerel seçimlerde iktidarı tereddütsüz bir biçimde cezalandıran ve yaşadıkları şehirleri yönetecek belediye başkanlarına karar verirken kutuplaştırıcı siyasetin daha az etkisi altında kalan seçmenler, söz konusu “başkanlık” seçimi olduğunda istikrarsızlıktan korkan, beka meselesini dert eden, Erdoğan’dan vazgeçemeyen, kutuplaştırıcı siyaseti iliklerinde hissettiği için “eli muhalefete gitmeyen” seçmenlere dönüşebiliyorlar.

Erdoğan’ın geçmiş seçim zaferlerindeki en önemli başarısının seçime giden süreçte gündemi belirleme becerisi olduğunu defalarca gördük. Seçim gündemini belirlemek derken, seçmenlerin oy tercihlerini yaparken dikkate aldığı konuların başlığını, içeriğini ve önemini tayin etme becerisinden ve gücünden bahsediyoruz. Bu tabii ki Erdoğan’ın stratejik başarısının yanında sahip olduğu devlet ve medya imkanlarıyla da ilgili bir şey. Hayat pahalılığının sürekli arttığı, geçim sıkıntısının her gün daha fazla hissedildiği bir ortamda siyasi tartışmanın eksenini ekonomik kriz, yoksullaşma ve güvencesizlik yerine ülkenin bekası meselesine endeksleyebiliyorsanız seçim gününe büyük bir avantajla başlamış oluyorsunuz.

31 Mart yerel seçimleri öncesinde Erdoğan siyasi gündemi belirleme konusunda önceki seçimlere kıyasla oldukça zayıf kaldı. Hatta sadece zayıf kalmadı, buna eskisi kadar teşebbüs de edemedi. Erdoğan bu kez sözünü gerektiği kadar gürültülü, yoğun ve diğerlerini bastıracak biçimde söyleyemedi. Yorgunluk, tükenmişlik, 2023 seçimlerini zaten kazanmış olmanın verdiği rahatlık, muhalefetteki ittifak ve işbirliği siyasetinin dağılmış olmasından kaynaklanan aşırı özgüven ve daha bir sürü şey Erdoğan’ın 31 Mart öncesindeki performansına etki etmiş olabilir. Ancak en önemlisi Erdoğan’ın artık yapabilme sınırına gelmiş olduğunu görmektir. Bazen yapısal sorunlar öyle bir noktaya gelir, toplumda öyle bir tepki birikir ki geçmişte yapabildiklerinizi yapamaz hale gelirsiniz.

Tam da bu yüzden AKP’nin 31 Mart’ta aldığı yenilginin sınıfsal boyutunu gözden kaçırmamak gerekir. AKP’nin özellikle metropollerde devam eden gerilemesi sadece yaşam tarzı tepkisi olarak değerlendirilemez. Bu aynı zamanda, hatta öncelikle kent yoksulluğundaki artış, orta sınıfın yok oluşu, beyaz-mavi yakalı ayrımının giderek belirsizleşmesi, çok küçük bir azınlık hariç toplumun genelinin güvencesizlik ve geleceksizlik sarmalına hapsolmuş olmasıyla ilgilidir. Burada özellikle toplam seçmenin yaklaşık olarak yüzde 25’ini oluşturan emeklilerin yaşam koşullarında göstermelik de olsa bir iyileştirmenin 31 Mart seçimi öncesinde yapılamamış olmasını da sonuçlar üzerindeki etkisi ve ekonomik durumun vahametini göstermesi açısından vurgulamak gerekir.

Seçim sonrası yapılan kamuoyu araştırmaları gösteriyor ki 14 Mayıs milletvekilliği seçiminde AKP’ye oy vermiş seçmenlerin yaklaşık olarak yüzde 30’u 31 Mart’ta AKP’li belediye başkan adaylarını desteklememiş. Desteğini AKP’den çekenlerin üçte birini oy kullanmaya gitmeyenler oluştururken üçte birini de CHP’li adaylara oy verenler oluşturmuş. Geri kalanlar diğer partileri, ağırlıklı olarak da Yeniden Refah Partisi’ni destekleyenlerden oluşuyor. Dolayısıyla CHP, AKP’den oy alamıyor efsanesi de doğru değil, bir sonraki seçimde iktidar kesinlikle el değiştirecek bakış açısı da. Oy kullanmayanların AKP’ye geri döndüğü ve Yeniden Refah’ın yeniden Cumhur İttifakı’na dahil edildiği tabloda Erdoğan’ın bir seçim daha kazanacak iddiayı ortaya koyması ihtimal dışı olmayacaktır.

Bu uyarıları yaparken amaç, CHP’nin büyük ve tarihsel bir seçim başarısı elde ettiği gerçeğini ya da genel olarak muhalefet lehine bir siyasi iklim değişikliğinin eşiğinde olduğumuzu göz ardı etmek değil. Ancak CHP’nin seçim başarısını küçümsememekle birlikte, söz konusu başarının konjonktürel, yerel dinamiklerle ve muhalefetin diğer unsurlarıyla ilgili boyutları olduğunu da görmezden gelmemek gerekir. CHP’nin 31 Mart sonrasındaki birinci parti pozisyonunu değerlendirirken 14 Mayıs 2023’te Yeşil Sol Parti (DEM Parti), İYİP ve TİP’e oy vermiş seçmenlerin önemli bir kısmının yaşadıkları şehirlerde stratejik düşünerek kazanacağını düşündükleri CHP adaylarına oy verdiğini, bunların bir kısmının CHP’de kalıcı olabileceğini ancak bir kısmının da bu partilere geri döneceğini akıldan çıkarmamak gerekir.

31 Mart seçim sonucu pek çok açıdan Sosyaldemokrat Halkçı Parti’nin (SHP) 1989’daki yerel seçim zaferine benzetiliyor. Benzerlikler olmakla birlikte 1989’daki başarıyı getiren, Anavatan Partisi (ANAP) iktidarına karşı işçi hareketi önderliğindeki güçlü toplumsal muhalefet rüzgârı olmuştu. Ancak benzerliklerden daha önemli olan söz konusu seçimden birinci parti olarak çıkan SHP’nin iktidar olabileceğini somut olarak kavradığı andan itibaren yaptığı iki ölümcül hatadır. Birincisi, 1989 yerel seçim zaferinin ardından SHP içinde toplumda hiçbir karşılığı olmayan amansız bir parti içi güç mücadelesi yaşanmaya başladı. “Sol kanat” marjinalleştirildi ve etkisizleştirildi, Kürt siyasetinin parti içindeki temsilcileri tasfiye edildi ve o sırada genel sekreter olarak parti örgütü üzerinden önemli bir güce sahip olan Deniz Baykal 1990 ile 1992 yılları arasında üç kez Erdal İnönü’ye karşı genel başkanlık yarışına girdi, üçünü de kaybetti. Sonunda da partiden ayrılarak 1992’de yeniden açılan CHP’nin başına geçti. SHP bu süreçte seçmen gözünde müthiş bir itibar kaybına uğradı ve oy oranı hızla düştü. İkinci ve daha önemli hata, SHP için iktidar olma olasılığı belirdiği andan itibaren partinin SHP’yi SHP yapan bütün özelliklerinden vazgeçerek son derece ılımlı bir söylem benimsemesi, politika revizyonlarına gitmesi ve devleti, sermayeyi, farklı güç odaklarını ülkeyi gerektiği gibi yönetebileceğine ikna etmeye çalışmasıdır. Bu süreçte parti kimliği, ideolojisi, söylemi ve politikaları iktidar hedefi doğrultusunda yeniden şekillendirildi. Söylemini radikal unsurlardan arındırarak merkeze çekmek suretiyle revize eden SHP, “emeğin kitle partisi” olma iddiasından uzaklaşarak tüm toplum kesimlerine güven veren bir “Türkiye partisi” olma hedefiyle bu dönemini geçirdi. Sonuç, 1991 seçimlerinde HEP’le yapılan ittifaka rağmen 1989’daki yüzde 28,7 oy oranından yüzde 20,7’e ve üçüncü parti pozisyonuna gerileme oldu.

Bugüne dönecek olursak CHP’nin birinci parti olmak ve bir sonraki “başkan”ı belirlemek konusunda önemli bir avantaja sahip olduğu görülüyor. 31 Mart sonrasında bir siyasi iklim değişikliği olduğunu, Erdoğan’ın yenilmeye çok yakın olduğu hissinin sadece seçmenlere değil partisinin içine, iktidar ortakları ve uluslararası aktörlere de geçtiğini görmezden gelmemek gerekir. Ancak bu avantajın hem CHP içinde yaşanması muhtemel güç mücadeleleri hem de iktidarla girilecek bir “yumuşama” süreci içinde heba edilme riski de var.

Erdoğan 31 Mart seçim sonuçlarıyla birlikte ekonomiyi düzeltmeden bir kez daha kazanamayacağını gördü. Bu yüzden en az iki yıl seçim gündemi olmayan, iktidarla muhalefetin görüntüde iyi geçindiği, hatta bu uğurda 28 Şubat tutuklusu generaller, Osman Kavala, Gezi tutukluları gibi konuları havuç olarak kullanacağı ancak o yumuşama görüntüsü altında toplumun geniş kesimlerine tam bir savaş ilan edeceği, emeğiyle geçinenlerin mutlak bir yoksullaşma süreci yaşayacağı bir stratejiyi yürürlüğe koyuyor. Siyasi olarak erken seçim bahsini çok zorlanmadan geçirmeyi ve bu arada toplumsal muhalefeti olabildiğince baskılamayı umut ettiği bu iki-üç yılın sonunda, yeniden seçim ekonomisini yürürlüğe koyabilecek, istihdamı artıracak, piyasayı ucuz kredilerle canlandıracak, sosyal yardımları ve genel olarak alım gücünü artıracak politikalara dönüşü hayata geçirmesi muhtemeldir.

Bu süreçte siyasi tartışmanın eksenini belirleyebilmek için yeni anayasa tartışmasını canlı tutacak, müzakereleri olabildiğince kapsayıcı bir şekilde ve geniş zamana yayarak gerçekleştirmeyi tercih edecektir. Ekonomiyi yeniden kendisine hareket alanı yaratacak hale getirdiğine ikna olduktan sonra yeni anayasa tartışmasını bir kez daha siyaseti kutuplaştırıcı bir gündem maddesine dönüştürerek kendi anayasa anlayışını dayatıp hem gücünü test etme hem de muhalefeti yeniden “bizden olmayanlar” statüsüne hapsetme hamlesini yürürlüğe koyacaktır.

Günümüzdeki “yumuşama” arayışına yol açan baskıcı uygulamalar, Erdoğan ya da Bahçeli öyle istediği için değil, Türkiye’de 2015’ten sonraki süreçte inşa edilen rejimin varoluşu ve devam etmesi bu baskıya ihtiyaç duyduğu için bu şekilde işliyor. Buna bir de ekonomik krizin derinliğini, geniş toplum kesimlerindeki rahatsızlıkları ilave ettiğimizde yumuşamak bir yana daha da sertleşmesi muhtemel bir iktidar var karşımızda.

Bugün Türkiye, Erdoğan iktidarı altında uslu uslu siyaset yapılabilecek bir yer olmaktan fazlasıyla çıktı. Ülkenin sorunlarını ve toplumsal sıkıntıları göz önünde bulundurduğumuzda geniş toplum kesimlerinin de uslu muhalefet diye bir beklentisi var gibi görünmüyor. Bu yüzden önümüzdeki dönemde siyasetin yeniden şekillenmesinde iktidardan çok muhalefetin, sadece CHP değil, genel anlamda muhalefetin yaptıkları ve yapamadıkları esas belirleyici olacaktır.