Şimşek Etkisi: Toplumsal İhraç, Mülteciler ve Aşırı Sağ

Fırat Çoban1 Temmuz 2024

Türkiye işçi sınıfının sıcak ve uzun yazı, Şimşek Programının uygulamaya konulması ile başladı. Kamu hizmetlerindeki kesintiler, asgari ücrete Temmuz ayında zam yapılmayacak olması, pandeminin bakiyesi olan %25’lik kira artış sınırının kaldırılması, ek vergiler başta olmak üzere hayata geçirilen çeşitli tedbirler ile Saray Rejimi geniş kapsamlı bir kemer sıkma politikası uygulamaya koydu. Ayrım’ın Haziran 2024 dosyasında bu iktisadi programın kendisi Özgür Orhangazi tarafından; programın, mevcut durumda hegemonyasını yeniden üretmekte zorlanan Saray Rejimi açısından meydana getireceği krizler İsmet Akça tarafından; düzen muhalefetine doğuracağı sorunlar ve sosyalistler için yaratacağı siyasal olanaklar ise Can Soyer tarafından ele alınmıştı. Bu yazıda ise Şimşek Programı ile açılan yeni dönemin Türkiye’de göç yönetimine ve mülteciler sahasına olası etkileri ile; sermaye sınıfının, Saray Rejimi’nin ve rejimin afet ve acil durum başkanlığı olarak hizmet gören göçmen-düşmanı aşırı sağ siyasetin muhtemel yönelimlerini tartışacağız.

Bazı tekrarlar ile başlamakta fayda var. Amerikan ekonomisinin 150 yıllık seyri içerisinde Meksikalı göçmenlerin ABD emek piyasasına dahil oluşları ve dışlanmalarından[1] ya da başka sayısız emek göçü örneğinden hareketle gösterebileceğimiz üzere; bir kapitalist ülkenin göçmen işçi istihdamının koşulları, istihdamın nicel ve nitel düzeyi, o ülke ekonomisinin ihtiyaç ve talepleriyle, başka bir ifadeyle, iktisadi ve toplumsal büyüme ya da küçülmeyle doğrudan ilişkilidir. Göç yoluyla birikim ve göçmen emeği sömürüsü, yalnızca endüstriyel kapitalizme özgü değildir. Sınıflı toplumlar tarihi boyunca toplumsal artık üreten her toplumsal formasyonda kendisini farklı biçimlerde göstermiştir. Göçlerin yaratılması ya da tetiklenmesi, ücretli ya da ücretsiz emek gücü olarak kullanılacak bedenlerin imal edilmesi ve bu bedenlerin tarih boyunca farklı adlarla -siyah, köle, barbar ya da proleter vb. olarak- damgalanması, kapitalizmin miras aldığı, ileri teknolojisiyle geliştirdiği, tarih boyunca görülmemiş bir düzeyde şiddetlendirdiği ve dünya genelinde yaygınlaştırdığı pratiklerdir.

Göçmen emeği sömürüsünde nitel ve nicel bir sıçramanın yaşandığı kapitalizmde, her zaman gerekenden (verili anda istihdam edilenden) daha fazla emek gücüne ihtiyaç duyulur. Kapital’in “Kapitalist Birikimin Genel Esasları” başlıklı bölümünde Marx tarafından bir işçi sınıfı kategorisi olarak değil, bir kapitalist strateji olarak ele alınan yedek işgücü ordusu adlı bu mekanizma, sistemin, her an çalışmaya hazır artık bir nüfusa duyduğu gereksinimi fade eder. Marx’ın ifadesiyle göçmen işçiler, sermayenin ihtiyaçlarına göre oradan oraya sürülen “hafif piyadeler” olarak, tarih boyunca, göreli artık nüfusun önemli kaynakları arasında yer almıştır. Ücretler ve çalışma saatleri başta olmak üzere emek piyasasının sermaye lehine düzenlenmesi, işçiler üzerindeki kontrol ve denetimin artırılması, işçi sınıfının siyasal birliğinin kırılması ve dağıtılması hedefleri doğrultusunda göçmen emekçilerin araçsallaştırılması kapitalizm için tarihsel ve tekrar eden bir olgudur. İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı klasik yapıtında Engels, rekabet üzerine kurulu olan burjuva toplumunda, İrlandalı işçilerin rakip olduğu her alanda ve özellikle nitelik gerektirmeyen iş kollarında İngiliz işçilerin ücretlerinin düştüğünü söyler ve ekler: Düşen yalnızca ücretler değildir; İrlandalı, İngiliz’in uygarlık düzeyini de kendisinin düzeyine geriletmektedir. Son olarak, bir ülkedeki emek piyasasının özellikleri, sosyalist partiler ve sendikalar başta olmak üzere işçi sınıfı kurumlarının siyasal ve örgütsel kapasitesi, ülkenin sınır ve göç politikası ile ülkedeki yabancı düşmanlığının siyasal etkisi ve mobilizasyonu da göçmen işçilerin istihdam koşullarını etkileyen diğer başlıca faktörlerdir.

2014 yılına kadar çoğunlukla sınır kentlerinde kurulu mülteci kamplarında ikamet eden ve bitti bitecek denen savaş sonrası Suriye’nin yeniden inşasında Türk dış politikasının yumuşak gücü olarak yurtlarına dönmesi planlanan Suriyeli mülteciler; ekonominin görece daraldığı ve AKP’nin hegemonya krizinin Gezi isyanı sonrası belirginleştiği bir ortamda, Türkiye’de sermaye sınıfının dinamik ihtiyaç ve talepleri doğrultusunda enformelliğin kalbi kentlere doğru yayılmışlardı. Kayıtsız, belgesiz ve güvencesiz mülteci emeği sömürüsüne can simidi gibi sarılan Saray Rejimi, aynı zamanda da müphem bir gelecekte yurtlarına dönmesi beklenen ama o zaman için 3 milyonu aşan sayılarıyla yönetilmesi gittikçe güçleşen mülteci nüfusunu “proleterleştirerek” idare edebileceğini keşfetmişti. Bu tarihten itibaren Türkiye’de mülteciler, başta inşaat, tarım ve imalat sanayi olmak üzere, enformelliğin yüksek olduğu sektörlerde yüksek sömürü oranlarıyla istihdam edilmeye başlandılar. Kağıt üzerinde Suriyeli mültecilerin kayıtlı çalışma hakkı 2016 yılında yapılan düzenleme ile sağlanmış olsa da uzun hukuki süreçler, çalışma izninin işverenin talebine bağlı olması, dil engelleri, bilgi eksikliği ve tüm bunları ve ötesini içeren Türkiye kapitalizminin göçmen emeği ile kurduğu bütünlüklü ilişki dolayısıyla Suriyeli mülteciler, kayıtsız-belgesiz biçimde, vatandaş işçilerden daha uzun saatlerde ve daha ucuz ücretlerle[2], ücret gaspı ve benzeri hak ihlallerini günlük hayatta sıklıkla maruz kalarak[3], her türlü güvenceden ve güvenlikten yoksun biçimde çalışmayı ve yaşamayı sürdürdüler.

Kayıtsız-belgesiz emek sömürüsünün önemli etkisiyle büyüyen ve misafirlik söylemleri ile kurulan Suriyelilerin Türkiye’deki “geçiciliği” inancı ile biçimlendirilen ve dış politikadaki gelişme ve ihtiyaçlardan hareketle araçsallaştırılan bir saha olarak Türkiye’de mülteciler sahasının; Türkiye’nin bölüşüm şoklarıyla sarsılmaya başladığı, yurttaşların gıda enflasyonunun ve barınma krizinin yakıcı etkisiyle yüzleştiği pandemi dönemine değin, bir sorun olmakla birlikte başat bir sorun olarak görülmediğini, siyasal temsilcilerini yaratmadığını söyleyebiliriz. Örneğin, Kadir Has Üniversitesi’nin 2011 yılından bu yana gerçekleştirdiği Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırmasında mülteciler ilk kez 2018 yılında bir sorun olarak belirmiş; Türkiye’nin en büyük sorunu, sorusunun yöneltildiği katılımcıların %3.2’si “mülteciler” yanıtı vermiştir. Bu dönemlerde, toplumda infial uyandıran suçların zanlıları yabancılar olduğunda ya da Suriye’ye yönelik sınır ötesi operasyonlarda Türk askerleri yaşamını yitirdiğinde Türkiye’de göçmen karşıtlığının yükselip indiğini, çoğunlukla CHP ve İYİ Partili siyasetçilerin göçmen karşıtı pozisyon ve açıklamalarıyla  beslenen, genişleyip daralan bir hüviyete sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak yukarıda değindiğimiz, bölüşüm şoklarıyla birlikte açılan supra-prekarizasyon döneminde Türkiye’de göçmen karşıtlığı; önce siyasal temsilcilerini yaratmış, ardından sistematik ve örgütlü bir depolitizasyon sahası[4] olarak Saray Rejimi’nin belirleniminde olmasa da doğrudan onun etkisinde olarak işlemeye başlamıştır. 26 Ağustos 2021 tarihinde kurulan Zafer Partisi, geride bıraktığımız üç yılda, mülteci karşıtı siyasetin merkez üssü olarak, Türkiye’deki siyasi kriz ve bölüşüm şokları dolayısıyla şiddetlenen barınma krizi, işsizlik, alım gücü krizi başta olmak çeşitli sorun alanlarında, sorunlar ile nedenleri arasındaki ilişkinin üzerini örten, bu sorunlar dolayısıyla yurttaşlar arasında açığa çıkan tepkileri sistematik biçimde yabancılara yönlendirmeyi hedefleyen ve bu yolla siyasal iktidarın sorumluluğunu görünmezleştiren pek çok açıdan başarılı bir siyaset izledi. Türkiye’deki siyasal-toplumsal alanların bütününü göçmen karşıtlığı üzerinden yarmayı ve karakterize etmeyi hedefleyen ve bu doğrultuda sıklıkla dezenformasyona ve manipülasyona başvuran bu örgütlü nefret siyaseti, yurttaşlar arasında açığa çıkan tepkilerin düzen karşıtı bir siyasetle eklemlenmesinin önüne geçen, mücadeleleri yataylaştıran ve failleri silikleştiren siyasal pratiği ile, en kritik anlarda devreye giren bir milli güvenlik aygıtı ya da daha önce tanımladığım biçimiyle bir tür afet ve acil durum başkanlığı[5] işlevi görmüştür. Bugün Şimşek Programı ile uygulanmaya başlanan kemer sıkma politikalarının sonucu olarak derinleşecek yoksulluk, şiddeti ve yaygınlığı artacak alım gücü ve barınma krizi, yükselecek işsizlik ve tüm bunların tetikleyeceği toplumsal gerilimler ortamında düzen; müzakere ya da yumuşama söylemleriyle muhalefetini yardıma çağırdığı gibi, kendi AFAD’ı gibi işlev gören Zafer Partisi’ni de bu momentte yeniden göreve çağıracaktır.

Aşırı sağ siyasetlerin, neoliberalizm çağında bir tür milli güvenlik aygıtı gibi çalıştıklarını söyleyebiliriz. Burada yalnızca -örneğin Almanya’da olduğu gibi- aşırı sağ ve derin devlet-güvenlik bürokrasisi arasındaki doğrudan ilişkiden söz etmiyorum. Aşırı sağ siyasetler; doğrudan devlet alanındaki çeşitli aktörler/kurumlar tarafından yönetilmedikleri/belirlenmedikleri durumda dahi, siyasetlerinin muhtevası ve sonucu gereği, kapitalist devlete yönelen içsel tehditleri bertaraf eden, etkisini azaltan bir işleve sahiptir. Bu özelliği ile aşırı sağ, yarım asırlık neoliberal küreselleşmenin açığa çıkardığı toplumsal huzursuzluk ve sorunları, sistematik biçimde yabancılara, göçmenlere yöneltmek için faaliyet yürütmekte, düzenin krizlerini faillere değil düzenin katmerli bir sömürüye maruz bıraktığı mağdurlara yönlendirmekte, büyük yerinden edilmeler çağında mültecilerden müsebbibler yaratmakta, düzen dışı alternatifleri baskılamakta, krizler çağının sürdürülebilirliğini sağlamaktadır.

Şimşek Programının uygulanmaya başladığı, yoksulluğun derinleştiği ve gelir uçurumunun büyüdüğü bu tarihsel süreçte, düzenin, ikili bir mekanizma devreye sokması muhtemeldir. Öncelikle programın uygulanmasıyla meydana gelecek ekonomik daralmanın sonuçlarından biri olarak  işsizliğin vatandaşlar üzerindeki etkisini hafifletmek adına, göçmenlerin sistematik biçimde istihdamın dışına itilmesidir. Sınırlarda ve kent mekanında göçmenlere yönelik sistematik şiddet, hak ihlalleri ve sınır dışı etmelerin artırılması, sınır geçirginliğinin azaltılması, Geri Gönderme Merkezi başta olmak üzere çeşitli mekanlardaki baskı ve zorun şiddetinin yükseltilmesi, ikamet izninin bulunduğu illere göçmenlerin geri gönderilmesi ve bu doğrultuda kent genelinde gözetim ve kontrolün artırılması, tüm bu süreçlerin tetiklenmesi, siyasal ve toplumsal olarak örgütlenmesi ve rıza üretilmesi adına aşırı sağ aktör ve aparatların devreye sokulması yoluyla Saray Rejimi; göçmenlerin istihdam düzey ve niteliğini belirleyebilir, Şimşek Programının doğuracağı yakıcı etkiyi yurttaşlardan mülteciler sahasına iterek üzerindeki basıncı hafifletmeyi hedefleyebilir. 2020 ile başlayan supra-prekarizasyon ile; yani, süper ötesi güvencesizliğin, barınmadan çalışmaya, tüm temel hakların mültecilere ek olarak yurttaşlar için de benzer biçimde erişilemez hale geldiği, yurttaşların çalışma ve yaşam pratiklerinin gittikçe mültecilere yakınsadığı, mültecilerin çalışma ve yaşam koşullarına rıza gösterecek yurttaşlar topluluğunun, yani çalışılmayacak işlerde çalışacak, oturulmayacak evlerde oturacak, haklarından, güvenceden, gelecekten koparılmış yurttaşlar imal edildiğini[6]; sermaye sınıfının ihtiyaç duyduğu kayıtsız, ucuz ve kullan-at emek deposunu, supra-prekarizasyon dönemiyle birlikte bu geniş yurttaş yığınlarından karşılayabileceğini söyleyebiliriz.

İkinci olaraksa, daha önce değindiğimiz üzere, kendisini en çok gıda ve başka temel tüketim maddeleri üzerinden gösteren alım gücü krizi, barınma krizi, sermayeye değil tabana yayılmış ve artan vergiler, kamu hizmetlerindeki kesintiler ve niteliksizleşme ve Şimşek Programının yurttaşlar için getireceği bir dizi başka sonuç, Saray Rejimi’nin hegemonya krizini derinleştirecek, çatlaklardan yarık, yarıklardan kopuşlar meydana getirebilecek toplumsal çatışmalara gebe olacaktır. Bu koşullar altında, Türkiye’de yaşayan göçmen-mülteci popülasyon, toplumun ve işçi sınıfının örgütsel ve siyasal kapasitesini daraltmak, ırkçı-milliyetçi histerilerle öfkeyi soğurmak ya da sorunların açığa çıkardığı öfkeyi sorumlulardan çok daha uzaklara yönlendirmek için ideal bir düşman hedefi haline getirilebilir. Böylelikle özelde Şimşek Programının, geneldeyse Türkiye kapitalizminin ve Saray Rejimi’nin müsebbibi olduğu sorunlardan kaynaklı meydana gelen gerilimler ve olası eylemlilikler bu depolitizasyon sahasında sönümlenebilir.

Elbette güçlü de olsa bir ihtimalden, tekrarlarla oluşmuş bir yatkınlıktan, göçler çağında kapitalist devletlerin habitusuna içkin bir pratikten söz ediyoruz. Saray Rejimi’nin zorunlu olarak böyle bir tercihte bulunacağını söyleyemeyiz. Bu tercihi, yani Şimşek Programının doğuracağı yakıcı sonuçların mülteciler sahasında depolitize edilerek soğurulmasını güçleştiren iki temel etken var. Bana kalırsa bunların başında, Milli İstihbarat Akademisinin Erdoğan’a da sunduğu rapora konu olan ve son Avrupa Parlamentosu seçimleri ile başka bir boyuta ulaşan, göçmen ve İslam karşıtlığı temelindeki aşırı sağ siyasetlerin yükselişi geliyor. Erdoğan’ın Avrupa’da yükselen faşizme karşı “demokratik, insan haklarına saygılı İslam” şemsiyesini elden bırakmamak istemesi, Türkiye’de göçmen-mülteci nüfusun dış politikadaki en yararlı ve en kritik dönemeçlerde başvurduğu enstürmanlardan biri olması, bu siyasal tercihi güçleştiriyor. İkinci olaraksa Türkiye’de göçmen karşıtı siyasal hat, her ne kadar Saray Rejimi’nin etkisinde, onun çerçevesini çizdiği ve hatta Saray Rejimi’ni de yeniden üreten bir eylem sahasında kendisini gösterse de, toplumsal şiddet olaylarının başgöstermesi, olası Altındağ ve benzeri girişimlerin önüne geçilememesi, özellikle kamuoyunda infial uyandıran suçlar ile mültecilerin ilişkilendirildiği, dezenformasyonun önünün alınamadığı bir gerçeklikte meydana gelecek kitlesel saldırı ve linç girişimleri ile bunların başka türde toplumsal infialleri tetiklemesi tehlikesi, Şimşek Programının uygulandığı bir ortamda, cephanelikte ateşle dolaşmaya benzeyebilir.

Ancak, nihayetinde, Saray Rejimi’nin, Şimşek Programının doğuracağı huzursuzluk ve öfkeyi, sorunlar ve sebepleri arasındaki ilişkiyi bozup yeniden kurarak sistematik biçimde mültecilere yönlendirmesi; programın uygulanması sonucu yaşanacak ekonomik-toplumsal daralma ve sonuçlardan biri olarak işsizliğin yurttaşlar üzerindeki yakıcı etkisinin, işçi sınıfının en güvencesiz katmanı olarak göçmen emekçilerin işgücü dışına itilerek hafifletilmesini daha muhtemel gördüğümü söylemeliyim. Gaziantep’te aralarında sanayicilerin, iş insanlarının, esnaf derneklerinin, meslek odalarının da bulunduğu 41 sivil toplum kuruluşunun yakın zamanda yaptığı; “ağırlaşan ekonomik koşullarda geçim sıkıntısı çeken halkımız(ın) feveran”ına[7] çözüm olarak Suriyelilerin geri gönderilmesi talebini yükselten açıklama bir politik tercihin toplumsal tabanının oluşturularak güçlendirilmesi açısından önemlidir.

Saray Rejimi’nin Şimşek Programının uygulunabilmesi adına düzen muhalefeti ile yeni bir süreç başlattığı, mülteciler sahasının -daha önce sayısız kez olduğu gibi- bir depolitazyon işlevi görebilmesi adına başta aşırı sağ olmak üzere çeşitli yapı ve aktörleri devreye sokabileceği, sivil toplum kuruluşlarının örgütlü ve kolektif olarak ekonomik kriz ve geri göndermeyi birlikte ele aldığı tarihsel bir süreç içerisindeyken; başka bir yazıda yanıt vermek üzere, yine tarihsel olarak sormayı çok sevdiğimiz ama isabetli yanıtlar vermekte pek de mahir olmadığımız bir soruyla şimdilik bitirelim: Ne yapmalı?

Kaynakça:

[1] Nail, T. (2022). Göçmen Figürü. İletişim Yayınları.
[2] Lordoğlu, K., & Aslan, M. (2016). En fazla Suriyeli göçmen alan beş kentin emek piyasalarında değişimi: 2011-2014. Çalışma ve Toplum, 2(49), 789-808.
[3] Saraçoğlu, C., & Belanger, D. (2019). Türkiye'deki Suriyeli Mülteci İşçileri Konumlandırmak: Mekânsal Ayar, Sermaye ve Devlet. Praksis, (50).
[4] Saraçoğlu, C. (2022). Türkiye'nin yeni depolitizasyon sahası: “Ülkemde sığınmacı istemiyorum”. BirGün.
[5] Çoban, F. (2023). AKP’nin gizli AFAD’: Zafer Partisi. Duvar.
[6] Karadağ, S. (2022). Küresel Göçmen Gerçeği: Emeğinin talibi çok, kendisi parya -2 | Kayıtsız işçiyi ‘sömür-at’ düzeni. Evrensel.
[7] Gaziantep'te 41 STK'dan "Suriye göçü" açıklaması: Yaşam çekilmez hale gelmekte, halkımız feveran etmektedir; 20 yılda kentin nüfusunun yarısı Suriyeli olacak!, T24, Erişim Tarihi: 26 Haziran 2024.