Devletin Keman Çaldığı Yerde Hukuk Dans Eder

Kağan Şeker3 Ekim 2024

Parlamenter rejimin her şeyi çoğunluğun kararına bırakma prensibinin parlamento dışında bulunan büyük çoğunluğun kararlarını yok saydığını göstermek için nefis bir analojiye başvuruyordu Marx, 18. Brumaire’de: “Siz devletin zirvesinde keman çalarsanız, aşağıdakilerin dans etmekten başka ne yapmasını beklersiniz ki?[1] Bu analoji, terazinin yalnızca bir küfesinde yer alanların haklara muktedir olduğunu imlemesinin yanı sıra zamandan ve mekandan münezzeh kılınmış kategorilerin esasen toplumsallıkla yoğurulduğuna ilişkin temel argümanı yeniden açığa çıkarması bakımından da son derece anlamlıdır. Hukukun soyut ve kendi iç dizgesi içindeki tutarlılığına hapsolmuş yorumu ne denli kanonlaşmış olursa olsun yine Marx’ın erken dönem metinlerinde yer alan o epik vecizi yol göstericidir: “Hukukun, toplumun tarihinden bağımsız bir tarihi yoktur.”[2]

İşte bu yazı, hukukun Marksist yaklaşımının çeşitli veçheleriyle ortaya konulmasından ziyade yönteme ilişkin bir çerçeve sunma niyetini taşırken devlet parantezinde hukukun bugünkü görümünü ele almayı amaçlamaktadır. Bu nedenle, her ne kadar kapitalist devlet teorisi bağlamında hukukun yer tayini bakımından farklı pozisyonlara ilişkin geniş bir literatürden söz edilebilecekse de bu kıymetli çabayı bir başka yazıya bırakmak ve bugünün can yakıcı gündemleri arasında hukukun devletin elinde bir enstrüman olarak nasıl bir mahiyetle kullanıldığını serimlemek daha hayati görünmektedir.

Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın girişinde isabetli vurgulandığı üzere yöntem elbette soyuttan somuta yükseliş olmak durumundadır.[3] Devlet ve hukuk gibi bu yazının konusu olan soyut’un; bir bütünün tarafı, parçası, görüntüsü olmaktan sıyrılarak bütünlüğün ifadesi haline gelmesi ancak soyut kategorinin tahlili ile başlamak ve akabinde somutun kavranışı ile mümkün olabilir. Devlet ve hukukun da bütünlüğün ifadesi haline gelebilmesi için metafizik savlardan arındırılmasını kaçınılmazdır.

Kemanın Sesi: Hukukun Soyut Tahlili

Eskilerin deyimiyle söyleyelim: Kelamın imali kelamın ihmalinden evladır. Bir tanım vermekten kaçınmak belki her zaman olmasa da çoğu zaman kelamın ihmalinden doğar. İhmale düşmeden, yöntemin ana çerçevesini çizmek adına tam da bu saikle, Dimitrios Kivotidis’in hukuk tanımına başvuracağız. Zira Kivotidis’in yapmış olduğu tanım, Marksist hukuk yaklaşımları içinde farklı teorileri uzlaştıran ve bu teorilerden anlamlı bir netice çıkarmaya en müsait tanım olarak görülebilir.

(…) ‘hukuk”, egemen üretim tarzını ve bununla uyumlu sosyal ilişkileri yansıtan, böylece bunların yeniden üretimini temin eden ve yönetici sınıfın gücünü konsolide eden devlet destekli ve icra edilebilir kurallar sistemi olarak tanımlanmaktadır.[4]

Böylelikle Kivotidis, Marksist klasiklerden ve Marksist yazarların yaklaşımlarından hareketle hukuka ilişkin güvenilir bir tanım sunar. Sahiden, hukukun egemen üretim tarzının bir ürünü olduğunu içeren, sosyal ilişkilere dair yönü ile onun toplumsallığını es geçmeyen ve hakim sınıfın gücünü konsolide etmesine yarayan bir kurallar dizgesi olduğu, uzlaşmaz gibi görünen yaklaşımları bir araya getirme potansiyeline sahiptir. Soyutlama düzeyinde de olsa bu tanım bize, yerleşik hukuk tanımlarından başka bir tanımın var olduğunu gösterir ve hukukun yalnızca “icra edilebilir kurallar sistemi” olmadığını da ima ederken Marx’ın sözünü ettiğimiz epik veczine vurguyu da içinde taşır.

Farklı teorileri uzlaştıran bu yaklaşım esasında bugüne dek var olan yorumların da bir sentezi niteliğindedir. Biçim ve içeriğin birliğini barındırır. Pasukanis’in meta mübadelesi kuramını üretim tarzının bütününe dair genişleterek yorumlar ve Poulantzas’ın göreli özerklik teorisine alan açar. Bu sayede daha kapsayıcı bir hukuk tanımına ulaşılmış ve hukuk, devlet, toplum üçgeninde vuku bulan ilişki daha sağlıklı biçimde anlamlandırılmış olur.

Biçim ve içeriğin birliği, esasen keman ve dans analojisinde vurgulanan şeydir. Üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi sürecinde, biçim ile içerik arasındaki ilişki mümkün olduğunca birbirinden ayrılır ve elde içeriğe tekabül etmeyen prensipler olarak tarif edilecek biçimler kalır. Üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi için biçim ile içerik arasındaki birliğin kırılması ve hatta parçalanması icap eder. Meta mübadelesi için sözleşme serbestisi gerekir, sözleşme serbestisi için de mübadelede bulunacak öznelerin eşitliği. Üretim ilişkilerinden doğan konumlar içerikte eşitliğin var olmadığını gösterdiğinden bu kurgunun işler kılınması için tarih sahnesine hukuki özne çıkartılır. Emekçi: Artık haklara muktedir, ödevlerle çerçevelenmiş ve üretim ilişkilerinden doğan konumundan arındırılmış bir öznedir. Toplumsallığı perdelemek için gerekli bu biçim ve içerik ayrılığı, yeri geldiğinde prensiplerle kuşanır. Hukukun, hukuki biçim olarak özerkliğe bürünmesi de bu gayenin ürünüdür.[5] Bir yerde herhangi bir prensip ile karşılaşılıyorsa orada biçim ve içerik arasındaki birliğin parçalanmasının amaçlanıp amaçlanmadığı konusunda gerekli ihtimamın gösterilmesi tavsiye olunur.

Göreli özerklik, araçsalcı olmakla suçlanan Marksizme, yanıt verme imkanı sağlamayı amaçlayan bir çaba olarak okunabilir. Hatta devletin göreli özerkliğine ilişkin değerlendirmelerin Marksizmin kurucuları tarafından örtük de olsa yapıldığı ileri sürülür: “Marksizmin kurucuları açısından devletin göreli özerkliği ile onun sınıfsal aidiyetinin birbiriyle çelişkili görülmediğini ileri sürmek daha makul bir yoldur. Görünen o ki, hem Marx hem de Engels, devletin sınıfsal aidiyeti ile onun göreli özerk alanını bir arada kabul etmektedir.”[6]

Poulantzas’ın son dönem metinleri son derece talihsiz olsa da göreli özerklik yaklaşımı yalnızca devlet teorisi için değil hukuk teorisi için de kıymetlidir. Buna göre, Poulantzas göreli özerkliğin kapitalist sistemin ihtiyaçları ile sınırlı olduğunu yok saymadan hukukun göreli özerklik taşıdığını ifade eder.[7] Hatta E.P. Thompson’ın şu ifadeleri aslında göreli özerkliğin hakim sınıfın hegemonya projesine katkısını açıklayıcı niteliktedir: “Eğer yasa açıkça taraflı ve adaletsiz ise, o zaman hiçbir şeyi maskelemeyecek, hiçbir şeyi meşrulaştırmayacak, hiçbir sınıfın hegemonyasına katkıda bulunmayacaktır.”[8]

Aslında Can Soyer’in işaret ettiği noktayı Engels, Conrad Schmidt’e mektubunda açıkça ifade etmektedir:

Modern bir devlette, hukuk sadece genel ekonomik duruma tekabül etmek ve onun ifadesi, aynı zamanda kendi içinde tutarlı olan ve iç çelişkiler nedeniyle apaçık tutarsız görünmeyen bir ifade olmalıdır. Ve bunu başarmak için, ekonomik koşulların sadık yansıması giderek daha fazla ihlal edilir. Bir hukuk kodunun bir sınıfın egemenliğinin sert, kesin, saf ifadesi olması daha da nadirdir – bu kendi başına zaten “hukuk kavramını” ihlal ederdi.[9]

Hukukun bütünüyle sınıf tahakkümünü vurgulayan biçimde kurgulanması, toplumsal desteğinin sınırını da çizer. Nasıl ki kölelik, ücretli emek haline geldiyse hukuk da buna uygun olarak biçimlendirilir ve çok daha incelikli bir işçilikle servis edilir. Hukuk düzeni, hegemonya projesine katkı sunacak biçimde, belli sınırlar içinde hareket etme kapasitesi ile donatılır. Anayasal gelişim süreçlerinden tutun yargı kararlarına değin hukuk düzeni belirli bir hareket kabiliyeti taşır. İş mahkemelerinde işçi lehine yorum ilkesi bulunur ancak yargılamanın süresi meçhuldür. Sendikal haklar tanınır ancak toplu sözleşme yetkisine itiraz bu hakka erişimi engeller bir hal alabilir. Grev hakkı tanınır ve fakat bir kararname ile grevler yasaklanabilir. Dolayısıyla hem Engels’in hem de E.P. Thompson’ın ifade ettiği biçimiyle tüm bunlar toplumsal koşulların mevcudiyetine göre hegemonya projesinin sınırlarına uygun biçimde bir marjla uygulanır. Sınırların esnemesinin gerektiği ya da toplumsal bir direncin bunu mecbur bıraktığı yerde hukuk kendi sınırlarını genişletir. Misal 1 Mayıs Taksim’de kutlanır.

Elbette, toplumsal mücadelelerin kazanımları hakim sınıfın bir oyunu, lütfu olarak değerlendirilemez lakin hegemonya projesinin hareket kabiliyetini de gözler önüne serer. Verili sınırların genişletilmesine hatta bütünüyle ortadan kaldırılmasına karşı takınılacak tutum da siyasi spektrumda yer tayini anlamına gelir. Şayet, bu kazanımlara sıkı sıkıya sarılarak, hakim sınıfın sınırlarının genişletilmesinden ve hatta bütünüyle ortadan kaldırılmasından geri durursanız, Çetin Altan’a rivayet edilen o ifade ile söyleyelim, uzadığını sandığınız lastik bir bakmışsınız başladığı noktaya geri dönmüş. Bu yüzden hakim sınıfın hegemonya projesi sınırlarını esnetebildiği kadar esnetebilirken imkan bulduğu ilk anda sınırları muazzam düzeyde geri çekmeye de muktedirdir. Sıkıyönetim veya OHAL gibi araçlar ya da her neviden imkanlar eliyle “hesap toptan kesilir, insan evladı fihristteki isimden ibaret kalır”[10].

Ezcümle, Kivotidis’in bu tanımı bize hukuka yaklaşım konusunda yöntemsel bir çerçeve çıkarmaya son derece elverişlidir. Öyle ise, hukuku anlamlandırırken biçim ve içeriğin birliğini irdelemek, hukukun üretim ilişkilerinden doğan konumunu ıskalamamak ve hukukun hakim sınıfın hegemonyası içinde nasıl hareket etiğini kavramak gerekir.

Melodinin Esi: Hukukun Somut Tahlili

Hukukun soyut tahlilinin, okur için hukukun somut tahlilinden daha az ilgi çekici olduğu açık. Ancak hukukun somut tahliline ilişkin değerlendirmeler, soyut tahlilin sunduğu gözlük olmaksızın yapıldığında savrulmaların meydana gelmesi kaçınılmaz olur. Devletin konumu, hukukun pozisyonu, insan hakları, anayasa derken tüm bu hengame içinde sözün büyüsü kuramsal çerçeve karşısında zaferini ilan eder. Bu nedenle hukuka ilişkin ayrım, tam da böylesi bir yerden soyut tahlil ve yöntem ile çekilmelidir. Başka türlüsü güç.

Marks’ın Ren Bölgesi’ndeki Demokrat Komitesi’nin yargılanması sürecinde yapmış olduğu konuşmada temas ettiği nokta, bugünün Türkiye’si için de anlamlı bir değerlendirme yapmaya elverişlidir:

Toplum hukuk üzerine kurulmaz; bu hukuki bir kurgudur. Tam tersine, hukuk toplum üzerine kurulmalıdır; bireylerin keyfiyetinden farklı olarak, verili zamanda geçerli olan maddi üretim tarzından kaynaklanan toplumun ortak çıkarlarını ve ihtiyaçlarını ifade etmelidir. Elimde tuttuğum bu Napolyon Kanunu, modern burjuva toplumunu yaratmamıştır. Aksine, on sekizinci yüzyılda ortaya çıkan ve on dokuzuncu yüzyılda daha da gelişen burjuva toplumu, bu Kanun’da yalnızca yasal ifadesini bulmaktadır. Toplumsal koşullara uymayı bıraktığı anda, sadece bir kağıt yığını haline gelir. Eski yasalar eski toplumsal koşulları yaratmadığı gibi eski yasaları yeni toplumsal gelişmenin temeli haline getiremezsiniz.[11]

Marx’ın Code Napoleon’un burjuva toplumunu yaratmadığı bilakis burjuva toplumunun Code Napoleon’u yarattığı yönündeki vurgusu farklı topraklara da uyarlanabilir. Hakim sınıfın hegemonya projesi toplumsal dönüşüm anlarında yeri geldiğinde yasama-yürütme erklerine yeri geldiğinde ise doğrudan ordu gibi unsurlara başvurmaktan çekinmez. Nasıl 1973’te Şili’de dönüşüm apoletler eliyle getirildiyse 12 Eylül’de de öyle oldu. Ancak atlanmaması gereken nokta 12 Eylül’ün bir dönüşümü harekete geçirdiği değil, 12 Eylül’ü bir dönüşümün harekete geçirdiğidir. Sermaye birikiminin içine düştüğü kriz, hegemonya projesinin rıza unsurunun imalini güçleştirdi ve zor tarih sahnesinde yeniden yerini aldı.

2017 anayasa değişikliği sürecini de benzer biçimde okumak mümkündür. Nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman’ın “Türkiye doğru yerde, çok iyi bir maliyet ortamı var. Yabancı yatırımcıları getirmek zor olmayacak” şeklinde beyanatı da mevcut durumu Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile açıklayamaz. Aksine, bu ileri sürdüğümüz savı ispata elverişli biçimde, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine duyulan ihtiyacı açığa çıkarmaya yarar. Nasıl ki 12 Eylül sonrasında güçlü bir yürütme organına ihtiyaç hasıl olduysa 2017 sonrası için de vergi muafiyetlerinin hızlıca tanınabileceği, sendikal hakların baskılanabileceği, grevlerin yasaklanabileceği, işçi maliyetlerinin minimum düzeyde tutulabileceği toplumsal tablo için güçlü bir yürütme organına ihtiyaç vardı. Nitekim, ekonomik arayışların ve hamlelerin hukuka irtikali de hemen akabinde oldu.

Hal böyle iken, yeni bir anayasaya veya hukuki düzenlemelere dair talep, toplumsallığın perdelenmesinin bir yolu, hukuki düzenlemeler ile her şeyin çözülebileceğine dair sanrının yani hukukun metafizik yorumudur. Oysa 12 Eylül Anayasası, 1982’den bu yana hem mevcut siyasi iktidar tarafından hem de önceki siyasi iktidarlar eliyle defalarca kez değiştirilmiştir. Anayasanın temeli olan toplumsallıkta bir değişiklik meydana gelmeksizin yapılan tüm bu değişiklikler yalnızca hakim sınıfın hegemonyası içinde belirli uğraklara işaret eder.

Engels’in Konut Sorunu’nda Proudhon’a yapmış olduğu eleştiri de tam olarak bu minvaldedir:

Dolayısıyla, Proudhon’a göre, bunu yapacak güce ulaşır ulaşmaz, faiz oranını yüzde bire düşüren bir kararname çıkarmaktan daha kolay bir şey yoktur. Ve tüm diğer toplumsal koşulların aynı kalması durumunda, Proudhon’un bu kararnamesi de sadece kâğıt üzerinde var olacaktır.[12]

Misal, Birleşik Krallık’ın yazılı bir anayasası bulunmamaktadır. İskandinavya’da başkanlı parlamenter sistem uygulaması yerleşiktir. Bunların hepsi yalnızca biçimsel bir incelemeye tabi tutulduğunda hukukun metafizik yorumu bakımından birer sapma, istisnai hadiseler olarak görülür. Oysa her iki örnekte de biçime esas rengini veren içerik yani o toplumsallıktır. Bunu söylerken elbette bu örneklerin kendi bağlamlarında en ideal formlar olduğunu söylemek niyetinde değiliz ancak hukukun tahlili bakımından bu örnekler istisnai olarak değerlendirilirken kanaatimizce esas odaklanılması gereken içerik yani toplumsallık olmalıdır.

Türkiye’nin belki de övgüye en mazhar anayasası olan 1961 Anayasası, negatif tüm unsurlardan ayıklanarak bir gece yarısı kaleme alındığı için mi Türkiye belki de tarihinin en hızlı on yılını geçirmiştir? Elbette hayır. Refah devletini, ithal ikameci ekonomik modeli, dünya savaşı sonrası ortaya çıkan arayışları yok sayarak hukuki tahlilde bulunmak yeni kağıt yığınları yaratmaktan başka ne işe yarar?

Hukukun somut tahlilini gerektiren alanlardan biri de tabii ki ceza hukukudur. Cezasızlığın yerleşik norm haline geldiği bir toplumsal düzlemde, yurttaşın cezanın caydırıcılığına veya bedel ödetme anlamına dair bir beklenti içine girmesi şaşırtıcı değil. Zira, suçu, toplumsal anlamından arındırarak yorumlamak tekil, biricik, münferit katil veya hain mitleri yaratmak suçu meydana getiren toplumsal koşulları ortadan kaldırmaktan her zaman daha elverişli ve kullanışlıdır, en azından iktidarlar için. Bu yüzden, biçim ve içeriğin birliğini esas alan bir yorum, mutlak surette orada idam, işkence, itlaf adı altında bir havucun gösterildiğini ortaya koymak durumundadır.

Marx ölüm cezasına dair yazmış olduğu metinde, aslında suçun toplumsallığını ve bunun da burjuva toplumu içinde sektörel karşılığının olduğunu göstermektedir. Marx, 1830 yılında Fransa’da işlenecek suçları öngören A. Quetelet hakkında şunları yazar:

Bay A. Quételet, mükemmel ve bilgilendirici eseri l’Homme et ses Facultés’de şöyle diyor: ‘Korkunç bir düzenlilikle ödediğimiz bir bütçe var – bu, hapishaneler, zindanlar ve darağaçlarıdır… Hatta kaç kişinin elini diğer insanların kanıyla lekeleyeceğini, kaç kişinin sahtekar olacağını, kaç kişinin zehir ticareti yapacağını bile tahmin edebiliriz; tıpkı yıllık doğumları ve ölümleri önceden tahmin ettiğimiz gibi.’

Ve Bay Quételet, 1829’da yayınlanan suç olasılıkları hesaplamasında, aslında şaşırtıcı bir kesinlikle, sadece miktarı değil, 1830’da Fransa’da işlenen tüm farklı suç türlerini öngördü. Bir ülkenin belirli siyasi kurumları kadar, toplumun belirli bir ulusal kesiminde ortalama bir suç miktarı üretenin, genel olarak modern burjuva toplumunun temel koşulları olduğu (…) görülebilir.[13]

Şayet suç, ölçülebilir ve öngörülebilir nitelikte ise suç ile mücadele ancak suçu meydana getiren, hiç değilse suçun gerçekleşmesine dair koşulları hazırlayan toplumsallığa müdahale ile gerçekleşebilir. Fakat neoliberal toplumsal modelde suç da diğer metalar gibi yönetilebilir düzeyde tutulduğu ölçüde faydalıdır. Bu sayede hem güvenliğe dair kamu harcamasının meşruiyeti sağlanır, şiddet tekeli tüm ihtişamı ile gözler önüne serilir, suçun ve cezanın yarattığı ekonomik tablo kendi içinde devinimi sağlar. O yüzden hukuk düzeninin toplumsallıktan arındırılarak, performatif bir nesne olarak hegemonya projesinin bir parçası olması amaçlanır.

Misal bir suç işlendikten sonra devletin şüpheliyi çöp torbası giydirerek teşhir etmesi ve hayvan nakil aracına bindirmesi neyi gösterir? Eminim en son göstereceği şey suçla etkili mücadeledir. Suçu yaratan toplumsallığa müdahalede bulunmaksızın bu türden görüntülere başvurmak devletin gücünü ve kudretini yurttaşa yeniden hatırlatır. Bununla da yetinmez, bu durum “yüreklere su serperken”, meselenin toplumsallığı gizlenir. İnfaz düzenlemeleri eliyle cezasızlığın bir prensip haline geldiği örtbas edilir. Devlet tesis edemediği adaleti, bir başka adaletsizlik ile temize çekmek niyetindedir. “Yüreklere su serpen” bu görüntü karşısında bu görüntüye itiraz edenler ise teşhir edilir. Ama oysa “yüreklere su serpilirken” hayatını yitirenin kim olduğu, kaç yaşına bastığı Marx’ın atıfta bulunduğu metinde yer alan ölüm istatistiklerinden biri hale gelir. İdam cezasının, işkencenin ve bu gibi birçok yaptırımın hukuk düzeninin “rayına oturtulması” adına gerekli olduğu yönündeki savlar da aynı kaynaktan imal edilir.

Sonuç Yerine

Normlar hiyerarşisinin en tepesinde kabul edilen anayasadan başlayan tartışma, yerel mahkemelerin kararına dek yargıya ve geniş anlamda hukuka güvenin bir ölçütü olarak okunabilir. Güven ölçütü olarak yargı, bugün korkunç skandallarla, rüşvet, yolsuzluk gibi iddialarla anılmaksızın gündeme gelemez halde. Manzara-i umumiye bu olunca, hukuki tartışmaların meleklerin cinsiyetini tartışmaktan daha beyhude bir hal alması memleketin “yeni normali”. Örneğin, Can Atalay hakkında Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararları hukuki düzlemde tartışmak mümkün müdür? Mümkün olmadığı için ve hukuki mistifikasyon eliyle ortada sanki hukuk tekniği bakımından bir mesele varmış gibi gösterilme gayretine rağmen devletin keman çaldığı, hukukun ise dans ettiğinden başka ne söylenebilir?

O yüzden bu yazı, teker teker meydana gelen hukuksuzlukları sayıp dökmekten, hak ihlallerine hukuki yanıtlar üretmekten ziyade hukuki perdenin aralanmasını amaçladı. Bu hukuki perde, Brecht oyunlarındaki dekordan hallicedir. Kimi zaman biçim ve içeriğin birliğini yani toplumsallığı gizler, kimi zaman bir hegemonya projesine alan açar kimi zaman ise hepsi. Kanaatimizce, hukuki perdenin bu anlamını kavramak meleklerin cinsiyeti tartışmasına girmemek adına son derece yeterlidir.

Hukuku bir bütün olarak ayrı bir yoruma tabi tutmak, hegemonya projesi içindeki yerini ıskalayarak bir değerlendirmede bulunmak, hukuku bir ideoloji olarak profesyonellerin/teknisyenlerin keyfine mahkum etmek anlamına gelir. Profesyonellerin keyfine bırakılmış hukukta hakim sınıfın hegemonyasını yeniden tesis etmekten ötesine varmaz. Madem öyle, neoliberal sistemin devleti sermaye lehine göreve çağırması gibi üretim ilişkilerinden doğan konumlarından arındırılmamış biçimde hukuki öznenin sahneye yeniden çıkması gerekir.

[1] Karl Marx, “Louis Bonaparte'ın On Sekiz Brumaire'i”, Çev. Tanıl Bora, 4. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2016, s. 91-92.
[2] Karl Marx & Friedrich Engels, “Devlet ve Hukuk Üzerine”, Çev. ve Der. Rona Serozan, 3. Baskı, İstanbul, Çağdaş Hukukçular Derneği Yayınları, 2013, s. 40.
[3] Dimitrios Kivotidis, “The Form and Content of Public Law: From Political Theology to Political Economy”, unpublished, 2017, p. 17-21. ve bkz. Metin Çulhaoğlu, “Yöntem Sorunu: Genel Bir Yaklaşım”, (Çevrimiçi) https://www.ayrim.org/metin-culhaoglu-anisina/yontem-sorunu-genel-bir-yaklasim/ (Erişim tarihi: 01/10/2024)
[4] Tanım ve tanım doğrultusunda detaylı değerlendirme için bkz. Dimitrios Kivotidis, “Hukukun ve Devlerin Diyalektik-Materyalist Analizine İlişkin İlkeler”, Çev. T. Barbaros Ulutaş, “Hukuk ve Marksizm Rehberi”, Editör: Paul O’ Connell, Umut Özsu, Kasım Akbaş, Ertuğrul Uzun, İstanbul, Zoe Kitap, 2024. s. 565.
[5] Evgeny B. Pasukanis, “Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm” Çev. Onur Karahanoğulları, 3. Baskı, İstanbul, Birikim Yayınları, 2013, s. 83-109.
[6] Can Soyer, “Marksizm ve Siyaset: Yöntem, Kuram, Eylem”, 1. Baskı, İstanbul, Yordam Kitap, 2020, s. 50.
[7] Nicos Poulantzas, “Kapitalist Devlette Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Çev. Şule Ünsaldı, 1. Baskı, Ankara, Epos Yayınları, 2014, p. 43,252.
[8] E. P. Thompson, “Whigs and Hunters: The Origin of the Black Act, 1st ed., Bristol, Penguin Books, 1975. sf 263.
[9] Karl Marx, Friedrich Engels, “Engels to Schmidt. 27 October 1890”, Collected Works, Volume 49: 1890-1892,  Lawrence & Wishart, 2010, p. 60-61.
[10] Albert Camus, “Sıkıyönetim”, Çev. Ayberk Erkay, 1. Baskı, İstanbul, Can Yayınları, 2015, s. 127.
[11] Karl Marx, “Capital Punishment. — Mr. Cobden’s Pamphlet. — Regulations of the Bank of England”, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1849/02/25.htm (Erişim tarihi: 01/10/2024)
[12] Friedrich Engels, “Konut Sorunu”, Çev. Erkin Özalp, 1. Baskı, İstanbul, Yordam Kitap, 2020, s. 50.
[13]Karl Marx, “The Trial of the Rhenish District Committee of Democrats”, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1853/02/18.htm (Erişim tarihi: 01/10/2024)