Yalnızlar Diyarı

Sophie McBain28 Ağustos 2024

Neden bu kadar çok sayıda genç kendini bu kadar yalnız hissediyor? Bunun nedeni Amerikalı sosyal psikolog Jonathan Haidt’in iddia ettiği gibi akıllı telefonlar mı, yoksa başka bir şeyler mi oluyor?

Pandemi sırasında okullar kapanıp arkadaşlıklar uzaktan yürütülmeye başladığında, kızlar, karantina sona erince her şeyin yoluna gireceği konusunda kendilerini ikna etmeye çalışıyorlardı. Dışarı çıkıp partileyecekler ve genç kızların yapması gereken normal, eğlenceli şeyleri yapacaklardı. Sınıfa geri döndüklerinde ne kadar garipseyeceklerini, sosyal mesafe kurallarını ihlal etmedikleri zamanlarda bile nasıl suçlu hissedeceklerini tahmin etmemişlerdi. “14, 15, 16 yaşlarındaki bir grup gencin karantina altına alındığı, birbirleriyle telefon dışında iletişim kuramadıkları, tam anlamıyla tuhaf bir durumdu bu ve birdenbire karantinadan çıktığımızda, ‘tamam, tekrar normal insanlar olun’ gibi bir şey oldu. İyi de, bunu nasıl yapacaksın?” diyordu şu anda 18 yaşında olan ve İngiltere’nin kuzeybatısındaki bir okulda lise eğitimi alan Naomi. “Biz kayıp bir kuşağız.”

Geçtiğimiz yıl, ruh sağlığı hizmetlerine yönlendirilen çocuk ve genç sayısı rekor seviyeye ulaştı. NHS (Ulusal Sağlık Hizmetleri) İngiltere rakamları, 2023’te 17-19 yaşlarındaki kadınların % 20,8’inin yeme bozukluğuna sahip olduğunu, bu oranın 2017’deki % 1,6’dan bu düzeye çıktığını gösteriyor. Kızlar ve genç kadınlar arasında, kendine zarar verme nedeniyle hastaneye yatış oranları da önemli ölçüde artmış durumda (Erkek çocuklar ve genç erkekler arasında da ruhsal rahatsızlık ve kendine zarar verme oranları artmış olsa da o kadar yüksek oranda değil). İstatistikler hikâyenin yalnızca bir kısmını anlatıyor. Etrafınızdakilere sormaya başlarsanız, çoğunun kaygılı, mutsuz ve sosyal olarak içine kapanık görünmeleri yüzünden sorumlulukları altındaki genç kızlar için kaygılanmayan bir ebeveyn veya öğretmen bulmanın ne kadar zor olduğunu fark edersiniz.

Okulda kendini yalnız hissettiğini söyleyen çocukların sayısı 2012 ile 2018 arasında iki kattan fazla arttı ve 16-29 yaş arası Britanyalıların kendilerini sık sık veya her zaman yalnız hissettiğini bildirme olasılığı 70 yaş üstü Britanyalılara göre iki kat daha fazla. Düşünce kuruluşu Onward’ın raporuna göre 18-24 yaş aralığındaki her beş Britanyalıdan birinin ya bir tane yakın arkadaşı var ya da hiç yok ve bu oran son on yılda üç katına çıkmış durumda. Tarihsel olarak, insanların sosyal ağları yaşla birlikte daralma eğiliminde olsa da günümüzde gençler kendilerinden yaşlı Britanyalılara göre daha az arkadaşa sahipler. Birleşik Krallık ve diğer Batı ülkelerinden elde edilen bulgular, Z Kuşağının (1997’den sonra doğanlar) yalnızca ülkedeki en yalnız grup olmadığını, aynı zamanda insanlık tarihinin en yalnız kuşağı olabileceğini düşündürüyor.

Naomi ve okul arkadaşları Jasmine ve Jocelyn’le gençler arasındaki bu yalnızlık salgını hakkında konuşmak için okulları aracılığıyla düzenlediğim küçük bir çevrimiçi odak grubunda tanıştım. Yalnızlık konusunda uzmanlarla konuşuyor, bilimsel dergiler ve düşünce kuruluşu raporları okuyor ve yastık kadar dolgu dudaklı “influencer”ların “derin yalnızlığın beş belirtisini” saydıkları çok popüler TikTok videolarını izliyordum. Bu fikirleri yalnızca yalnız hissettiklerini bildiğim gençlerle (yani, yalnızlık konusunda yardım kuruluşları aracılığıyla tanışabileceğiniz, sosyal tecrit hakkında internetten paylaşım yapan gençler) değil, daha temsili bir grupla da sınamak istedim. 2024’te genç olmak neden bu kadar yalnız bir deneyim?

Yalnızlığın, mutsuzluğun ve ruhsal hastalığın arkasındaki gizli bir etmen, intihar için ise önemli bir risk faktörü olduğu konusunda uzmanlar beni uyarmışlardı. Yalnızlık doğrudan sormadığınız sürece nadiren konuşulan bir sorundur, ki bu noktada hikayeler ortaya dökülür. Ben de kız öğrencilerle konuştuğumda bunun öyle olduğunu anladım.
17 yaşındaki Jasmine bana, aşılar kullanıma girmeden önce babasının Covid’e yakalanıp ciddi bir felç geçirmesi üzerine kendisini çok yalnız hissettiğini söyledi. Okul arkadaşlarıyla konuşmaya çalışıyormuş ama kimse ne diyeceğini bilmiyormuş. Naomi, Covid ile ilgisi olmayan birden fazla kronik sağlık sorunu yaşadığından söz etti. Sağlığına kavuşmak için hastanede veya evde çok zaman harcıyormuş. Çoğunlukla yaşlıları ya da zaten hasta olanları etkilediği için insanlar Covid’i daha az ciddiye aldıklarında, aklından şu geçiyormuş: sizce benim hayatım sizinkinden daha mı az değerli?

Gençlik yalnızlığının bazı yönleri ne yenidir ne de tamamen önlenebilirdir. Yas ve hastalık yalnızlık deneyimleridir, özellikle de arkadaşlarınız bunları anlamayacak kadar gençse. Koronavirüs döneminin kitlesel kederi ve zararlı politikaları, ayrıca yıllardır uygulanan kemer sıkma politikaları ve hayat pahalılığı krizinin yol açtığı zorluklar, çok daha fazla gencin acı çekmesi ve çoğunun acılarında kendilerini yalnız hissetmesi anlamına geliyor. Ancak okul öğrencileri çoğunlukla, sosyal medya üzerinden size arkadaşlarınızla değil “robotlarla” etkileşimde olduğunuzu hissettirebilecek biçimde yaşanan bir hayatın yabancılaşmasını anlattılar. Bazen oturumu kapatabilmeyi dileseler de arkadaşlarının onlarsız sohbet etmeye devam edeceklerini ve bu durumda yalnızca kendilerini daha kötü hissedeceklerini biliyorlardı.

***

Kültür tarihçisi Fay Bound Alberti 2019 tarihli Yalnızlığın Biyografisi kitabında, yalnızlığın nispeten modern bir olgu olduğunu ileri sürer. 1800’lere kadar ıssızlık kimsenin uğramadığı veya uzak yerleri tanımlamak için kullanılıyordu ve bir kişiyi tanımlamak için kullanıldığında yalnızlık, fiziksel olarak yalnız olmak anlamına gelen bir kelime olan “tek başınalık” ile eşanlamlı olarak görülüyordu. Yalnızlık ancak daha sonra içselleşerek duygusal bir duruma, bir oda dolusu insanla birlikteyken—bazen en şiddetli şekilde—deneyimleyebileceğiniz bir hisse dönüştü. Her yerde hazır ve nazır, paternalist bir Tanrıya duyulan inanç olarak ortaya çıkan böylesi bir yalnızlık fikri, Viktorya döneminde ve toplumun tarımsal, yüz yüze bir toplumdan kentsel, endüstrileşmiş bir topluma dönüşmesi ve bireyselciliğin artmasıyla geriledi.

Yalnızlığın en basit tanımı, yalnızlığın bir bireyin arzuladığı ilişkiler ile gerçek ilişkileri arasındaki boşluğu yansıtmasıdır, ama yalnızlık diğer bağlantısızlık biçimleriyle de ilişkilendirilebilir: Yakın tarihli bir çalışma, hayatınızın anlamsız olduğunu hissetmenin, sosyal bağlantı eksikliği hissetmekten daha güçlü bir yalnızlık yordayıcısı olduğunu saptamıştır. Başka bir deyişle, yalnız toplumları yaratan sadece artan bireyselcilik ve sosyal atomizasyon değil, aynı zamanda azalan inanç, ilgisizlik ve umut kaybı da olabilir. Financial Times tarafından yapılan veri analizi, 2010’dan bu yana umutsuz olduklarını veya hayatlarının anlamsız olduğunu söyleyen Amerikalı gençlerin sayısında ani bir yükseliş olduğunu gösteriyor.

Yalnızlığı genellikle yaşlılıkla ilişkilendirsek de yalnızlık uzun zamandır toplumdaki hem en genç ve hem de en yaşlı kişiler arasında yükselen, U şeklinde bir eğri izliyor. Bunun nedeni, yalnızlığın genellikle yas, emeklilik, evden ayrılma veya geride bırakılma, yeni bir kimlik oluşturma gibi geçiş ve dönüşüm dönemleriyle bağlantılı olmasıdır. Yalnızlık özgürlük, kendini ifade etme özgürlüğü, yeni baştan yapma, yer değiştirme için ödediğimiz bedel olabilir. Bizi sosyal bağlantı arama ihtiyacı konusunda uyardığında, yalnızlık değişikliğe verilen yararlı, yani “uyumsal” bir tepki olabilir.

Sorunlar yalnızlık kronikleştiğinde başlar ve bu aşamada yalnızlık kendini yeniden üretir: Chicago Üniversitesi’nde yalnızlık konusunda araştırmalar yapan John Cacioppo, yalnız insanların ya aşırı duyarlı ve fazla alıngan ya da başkalarını memnun etmek konusunda rahatsız edici biçimde istekli ve hevesli olup, sosyal açıdan beceriksiz olduklarını gözlemlemiştir. 2018’de ölen Cacioppo, yalnızlığın fiziksel sağlığı nasıl etkilediğiyle ilgileniyordu: Yapılan çalışmalar, zayıf sosyal bağlantıların kişinin bağışıklık sistemini zayıflattığını, böyle kişileri enfeksiyonlara karşı daha savunmasız hale getirdiğini, kalp hastalığı ve diyabet dâhil olmak üzere bir dizi rahatsızlığa yakalanma risklerini daha da arttırdığını ortaya koyuyor.

Yakınlarda Zoom üzerinden konuşurken, Yale’in katılım rekorları kıran İyi Oluş Bilimi dersini veren bilişsel bilimci Laurie Santos, yirmi yıl önce üniversitede ders vermeye başladığında, öğrencilerin gevezelikleriyle uğuldayan sınıflara girdiğini ve üniversite yemekhanesinin “gelmiş geçmiş en gürültülü yer” olduğunu söylemişti. Şimdi ikisinde de neredeyse çıt yok. Öğrenciler genellikle kulaklıklarını takıp otururlar ve birbirleriyle konuşamayacak kadar işlerine veya ekranlarına dalmış görünürler. Yalnız hissettiklerinde sosyal medyayı kontrol etmek veya bir arkadaşına mesaj atmak için telefonlarına uzanırlar ve Santos’un söylediğine göre, bu da “sosyal bağlantının suni tatlandırıcısını sağlar: Tat alırız, ama gerçek hayattaki bağlantıdan elde ettiğimiz ruhsal besin faydasını alamayız.” Kendi tecrübelerine dayanan gözlemleri de verilerden açıkça anlaşılanı destekler nitelikte:  “Bu gençler, türümüzün tarihindeki en yalnız genç insanlar.”

Santos’la konuşurken aklıma Yale Daily News‘un mezuniyet baskısının kapak yazısı geldi. “Yalnızlığın Tersi” başlıklı bu yazı, yazarı gelecek vaat eden yeni mezun Marina Keegan bir araba kazasında öldükten sonra, 2012’de internette çok popüler olmuştu. Keegan üniversitede bulduğu duyguyu şöyle anlatıyordu: “Bu ne tam olarak aşk ne de tam olarak cemaat duygusu; sadece bu işte birlikte olan insanların, çok sayıda insanın var olduğu duygusu.” Yakında geride bırakacağı kampüs hayatına daha şimdiden hasret duyar gibiydi: “Gitarlı o gece. Hatırlayamadığımız o gece. Birlikte geçirdiğimiz, gittiğimiz, gördüğümüz, güldüğümüz, hissettiğimiz o dönem.”

Peki Yale’de ve tabii başka yerlerde, 2010’ların başından bugüne kadar neler oldu? Amerikalı psikolog Jonathan Haidt, çokça tartışılan kitabı Kaygılı Kuşak’da da bu değişimi “Çocukluğun Büyük Yeniden Yapılandırılması” olarak tanımlıyor. Akıllı telefonların yaygınlaşması ve internetin sürekli olarak erişilebilir hale gelmesiyle, diyor Haidt, çocuklar ve ergenler gerçek hayatta sosyalleşmek için daha az zaman harcarken, çevrimiçi olarak gitgide daha fazla zaman harcıyorlar. Bunun sonucu olarak, kızların sosyal medyanın öz saygıyı yok eden girdabına kapılma olasılığı ve erkeklerin aşırı düzeyde oyun oynamaları veya porno bağımlısı olma olasılığı artıyor. İngiltere telekomünikasyon ve yayın düzenleyicisi Ofcom’a göre, İngiliz gençler ve genç yetişkinler çevrimiçi olarak diğer tüm gruplardan daha fazla zaman geçirirken, 15-24 yaş arasındakiler günde ortalama dört buçuk saatten fazla zamanlarını internette harcıyorlar. Haidt, ergenliğin kritik bir sosyal ve duygusal gelişim dönemi olması nedeniyle, ergenlerin aynı zamanda internetin zararlarına karşı en savunmasız kişiler olduğunu savunuyor: Ergenlerin günde neredeyse beş saat çevrimiçi olmaya başladıktan sonra yapmayı bıraktıkları tüm şeyleri bir düşünsenize. Haidt Amerikalı psikolog Jean Twenge ile birlikte, gençlik ruh sağlığının onlarca yıldır sabit kalan hemen hemen her ölçütünün (yalnızlık, kaygı, depresyon, yeme bozuklukları, intihar ve kendine zarar verme) akıllı telefonların her zaman ve her yerde ulaşılabilir hale geldiği 2010’ların başında artmaya başladığını ve o zamandan beri artmaya devam ettiğini gösteren kapsamlı ve ayrıntılı kanıtlar toplamıştır.

Gerçek muhtemelen Haidt’in analizinin ortaya koyduğundan daha karmaşıktır: Örneğin, artan ruh sağlığı tanılama oranları kısmen daha fazla insanın duygusal sorunlar için yardım aramasının ve “psikiyatristlerin kutsal kitabı” olan Amerikan Psikiyatri Birliği’nin Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı IV‘te 2013 yılında yapılan değişikliklerden sonra genişleyen tanılama ölçütlerinin sonucudur. Birçok uzman, ergenlikteki mutsuzluk ve bağlantısızlık salgınını sosyal medyaya ve akıllı telefonlara bağlamak konusunda tereddüt ediyor. Yalnızlığa Son Kampanyası’ndan Kate Jopling gibi bazıları bu durumun dikkatimizi yalnızlığın ekonomik boyutundan—yani yoksulluk ve güvensizliğin tecrit edici etkilerinden, gençlerin ve diğer topluluk gruplarının kitlesel olarak kapatılmasından ve 13 yıllık kemer sıkma döneminde kütüphanelerin, oyun alanlarının ve yüzme havuzlarının sürekli olarak azalmasından—uzaklaştırmak için işe yarar bir yol olduğunu düşünüyor.

Sonuçta, göreceli yoksulluk içinde yaşayan çocukların daha varlıklı akranlarına göre yalnız olma olasılığı iki kat daha fazladır ve İngiliz çocuklar Danimarka ve Hollanda gibi daha eşitlikçi Avrupa ülkelerindeki çocuklara göre daha yüksek yalnızlık düzeylerinden şikâyet etmektedir. Ancak gerçek şu ki, pandemi, kemer sıkma ve akıllı telefonlar el ele çalışmış ve insanları tecrit ederek, onları gerçek hayattaki topluluklarından ve mahallelerinden kopararak ve arkadaşlık kurma ve sürdürme biçimlerini dönüştürerek benzer sonuçlar yaratmıştır.

Ayrıca sosyal medyanın, tecrit olmuş veya bir yere aidiyet hissetmeyen insanların çevrimiçi ortamda kendi topluluklarını bulmalarında olduğu gibi yalnızlığı azaltabileceği, sıklıkla öne sürülmektedir. Birçok çalışma, bazı insanların sosyal medyayı kullanmaktan fayda sağlaması nedeniyle epeyce farklılık göstermekte ve bu çalışmalar neden ile sonucu birbirinden ayırmakta zorlanmakta: İnsanları depresyona aşırı sosyal medya kullanımı mı sokuyor, yoksa depresyondaki insanlar mı çevrimiçi ortamda çok fazla zaman geçiriyor? Ancak bireysel alışkanlıklara odaklanmak daha büyük resmi gözden kaçırmaya neden olur: Bu durum, tek bir kumarbazın başarısını vurgulayıp, sonuçta kasanın her zaman kazandığını unutmaya benzer biraz. Gerçek şu ki, gençlerin—ve geri kalanımızın—bağlantıda kalmak için kullandığı sosyal medya uygulamaları, hiçbir suretle iyi ilişkiler kurmamıza ve sürdürmemize yardımcı olmak amacıyla tasarlanmadılar. Dikkatimizi esir almak ve paraya çevirmek üzere tasarlandılar ve teknoloji şirketlerinin bizi ekrana bakmaya devam ettirmek için gençlere, hepimize hemen hemen her şeyi göstereceğini öğrendik.

Felaket haberleri okuyarak bitmek bilmez biçimde ekran kaydırmanın lehine olmak üzere, telefonlarımız sürekli olarak dikkatimizi, ilgimizi fiziksel olarak bize en yakın olan insanlardan başka yöne çekiyor, topluluklarımızdan ve gerçek, somut hayatlarımızdan uzaklaştırıyor. Tıpkı geri kalanımız için olduğu gibi, ergenler için de arkadaşlık giderek artan biçimde, kısa mesaj veya sosyal medya gönderileriyle uzaktan yürütülen bir şey haline gelmiş durumda. Üniversite kampüslerini sosyal yerler olarak düşündüğümüzden, sessiz amfi görüntüsü çarpıcıdır – hatta ürperticidir, ancak kafeler de muhtemelen her zamankinden daha sessizdir. Kimseyle konuşmadan hayatınızı sürdürmek, günlük işlerinizi yapmak hiç bu kadar kolay olmamıştı. Yine de yapılan çalışmalar, tesadüfi denilen etkileşimlerin – bir baristayla veya sizin gibi işe gidip gelen biriyle biraz hoşbeş etmenin – yalnızlığı azaltmanın ve aidiyet duygusunu geliştirmenin anahtarı olduğunu göstermiştir.

Sosyal medya şirketlerinin sattığı yalan, dayanışma ve ilginin uzaktan da verilebileceğidir, ancak gerçek bunun somut, fiziksel bir eylem olduğudur. Gençken kendinizi yenilmez hissetmeniz daha kolaydır, ancak er ya da geç hepimiz ilginin bir hashtag veya bir dizi kalp emojisi olmadığını, dokunma ve hazır bulunuş, başkası için orada olma eylemi olduğunu öğreniriz. Dijital bağlantının çoğumuzda tatminsizlik hissi yaratmasına şaşmamak gerek.

Kuzeybatıdaki bir okulda tanıştığım öğrencilerden biri olan Naomi, Instagram’da paylaşım yaptığında, çoğunlukla kedisinin fotoğraflarını paylaşıyordu. “Kendimi ortaya koymak istemiyorum, ‘Ya, bak işte ne kadar eğleniyorum’ gibi görünmek istemiyorum,” demişti. “Aslında, insanların bana bakıp beni yargılamasını istemiyorum.” Kız öğrenciler sosyal medyanın genellikle acımasız ve merhametsiz olduğunun farkındalardı ve kendi başlarına kaldıklarında, güvende kalmak için kendi yöntemlerini geliştirmeye çabalıyorlardı. Siber zorbalığın, ebeveynlerin veya öğretmenlerin dikkatini çekmemesinden, bu zorbalığın onları evlerine kadar takip etmesinden söz ediyorlardı. Andrew Tate gibi nefret dolu figürlerin öncülük ettiği, kadın düşmanı sözde erkek hakları hareketi gibi zehirli çevrimiçi ideolojiler, sınıflara ve okul bahçelerine sızıyordu. Jasmine, Tate’den ilham alan bir grup çocuğun, yeterince erkeksi olmadıkları gerekçesiyle erkek arkadaşlarına vahşice saldırmaları nedeniyle, yakınlarda küçük kız kardeşinin ilkokuluna polis çağrıldığını söylüyordu.

Facebook’un bir zamanlar vaat ettiği gibi “dünyayı bir araya getirmek” bir yana, sosyal medya kitlesel bağlantısızlığın bir motoru haline geldi. Dostluk ve ilişkinin alçakgönüllülük, anlayış ve nezaket gibi erdemler aracılığıyla büyüdüğünü bildiğimiz halde, kullanıcılar tribünlere oynadıkları ve kendilerini şişirdikleri, kışkırtıcı yorumlar ve acımasızca aşağılamalar yaptıkları için ödüllendiriliyor, çünkü dikkat çeken ve etkileşimi arttıranlar bu tür gönderiler. Bu siteler hepimizin içindeki en kötüyü ortaya çıkarsa da gençlere, yani hala kendi topluluklarını ve dünyadaki yerlerini bulmaya çalışan kişilere orantısız bir şekilde zarar veriyor.

İnternet yalnızca birincil bilgi kaynağımız değil, aynı zamanda sırdaşımız haline geldi: Çevrimiçi aramalar, gecenin geç saatlerindeki korkularımızın, garip tıbbi semptomlarımızın, anlaşılması zor duygularımızın, “… yapmak normal mi?” sorularımızın sırdaşları haline geldi. Ancak algoritma destekli öneriler üzgün, yalnız ve hoşnutsuzları sıklıkla uçurumun kenarına daha da itiyor. Âşık bir genç oğlanın önüne muhtemelen giderek daha aşırı ve kadın düşmanı içerikler düşecektir; diyet tavsiyesi arayan endişeli bir genç kız, içerik akışının anoreksiya yanlısı gönderilerle dolu olduğunu görebilir. Molly Rose Vakfı’nın TikTok ve Instagram’da kendine zarar verme, intihar ve depresyonla ilgili hashtag’ler altında listelenen en popüler gönderileri analiz eden araştırması, bunların yaklaşık yarısının kendine zarar vermeyi ve intiharı yüceltmesi veya “durmadan sefalet, umutsuzluk ve depresyon temalarını” teşvik etmesi bakımından zararlı içerikler içerdiği sonucuna varmıştır. Vakıf, 2017’de intiharı ve kendine zarar vermeyi teşvik eden binlerce gönderiyi görüntüledikten sonra kendini öldüren İngiliz kız öğrenci Molly Russell’ın anısına kurulmuştu. Ergenlik dönemindeki yalnızlığı düşündüğümde, Molly’ninki gibi hikâyeler geliyor aklıma. Tek istediğiniz teselli bulmak, kendinizi biraz daha az yalnız hissetmek iken, kendinizi öldürmenizi söyleyen gönderilerle bombalandığınızı düşünüyorum da.

Molly Russell’ın babası Ian, internet güvenliği için kampanya yürüten bir isim haline geldi ve teknoloji şirketlerinin çocukları zararlı içeriklere maruz bırakmaktan yasal olarak sorumlu tutulması çağrısında bulundu. Ekim 2023’te kabul edilen ve Russell’ın desteklediği Çevrimiçi Güvenlik Yasa Tasarısı, sosyal medya şirketlerinin yasadışı içerikleri (çocuk istismarı veya terörizmle ilgili gönderiler gibi) yasaklama ve çocukları intiharı, kendine zarar vermeyi ve anoreksiyayı teşvik eden gönderiler gibi zararlı içeriklerden koruma görevi olduğunu kabul ettirmesiyle önemli bir ilk adımı temsil ediyordu. Birçok kampanya yürütücüsü, Ofcom tarafından uygulanacak olan yasa tasarısının hükümlerinin daha da ileri gitmesi ve şirketlerin kullanıcıların dikkatlerini mümkün olan en üst düzeyde uyarmaya dayanan iş modellerinin özünde zararlı olduğu gerçeğini ele alması gerektiğine inanıyor.

Belki bir gün çocuklara akıllı telefonlar ve internete neredeyse sınırsız erişim verdiğimiz fikri, çocukların sigara içtiği eski siyah beyaz fotoğraflar kadar şok edici görünecek. Bu durum günümüz gençleri için pek de teselli sayılmaz. Naomi’nin sözleriyle, “tüm bu kurallar ve düzenlemeler çok geç, neredeyse bir kuşak arkadan geliyor.”

New Statesman/1 Mayıs 2024/Çeviren: M. Barış Gümüşbaş