Doğrudan öğretmenlikle ya da yazarlıkla ilişkili olmayan kitaplara az da olsa zaman ayırabildiğim bir yaz sonunda okumak için Melinda Cooper’ın Counterrevolution: Extravagance and Austerity in Public Finance’ı [Karşı Devrim: Kamu Maliyesinde Savurganlık ve Kanaatkârlık] ile Stéphane Legrand’ın Ayn Rand: Femme Capital’ini [Ayn Rand: Dişi Sermaye] seçtim. İlkini yayınlandığından beri almak istiyordum; ikincisi ise epeydir kitaplığımda okunmayı bekliyordu. Marx ve Foucault üzerinde çalışmış bir Fransız felsefecinin fazlasıyla Amerikan (ve anti-Marksist) bir fenomen olarak Ayn Rand hakkında ne söyleyeceğini hep merak etmişimdir.
Bu iki kitabı birlikte okumak beni bir süredir üzerinde düşünüp yazdığım bir mesele hakkında düşünmeye sevk etti. Çalışmanın ve çalışmanın faziletlerinin kapitalizme itiraz parametreleri olarak değil de giderek daha fazla kapitalizmin en güçlü payandaları olarak görüldüğü, benim zaman zaman “sağ işçicilik” diye tanımladığım bir anlayıştan bahsediyorum. Bu anlayışın bizi götürdüğü yer, sağın kendisini işçilerin savunucusu olarak konumlandırıp, solun ise asalakça bağımlılığın göbek adı olarak görüldüğü, tersine dönmüş tuhaf bir dünyadır. Bu asalaklık durumu kapitalistler hariç –sosyal yardım kraliçelerinden (welfare queens)* kamu çalışanlarına kadar– herkesle ilişkilendirilir. Kamuda çalışan insanlar, statülerinin, ücretlerinin ve güvencelerinin kaynağı sendikalar ve siyasi örgütler olduğundan, gerçek çalışan olarak görülmediği gibi, daha da ileri gidilip, işletme sahipleri gerçek çalışan, hatta işi yaratan insanlar olarak görülür. Etienne Balibar’ın sözleriyle, “Kapitalist işçi olarak, bir ‘girişimci’ olarak tanımlanırken, işçi bir kapasitenin, bir beşerî sermayenin taşıyıcısı olarak tanımlanır.”
Kitabının ikinci bölümünde Cooper, inşaat işçilerinin işçi sınıfının temsilcisi olarak oynadığı özel role odaklanarak, bu tersine dönme durumunun bir tür soykütüğünü çıkarır. Bu soykütüğünde birkaç önemli uğrak vardır. İlk uğraklardan biri, 1970 yılında bir grup inşaat işçisinin savaş karşıtı gösteri yapan öğrencilere saldırdığı “baret isyanları”dır. Sesi çok çıkan bir azınlığın sessiz bir çoğunluğa karşı ön plana çıktığı bu uğrakta aslında, Cooper’ın ifadesiyle, “bütün anketler hiç şaşmadan aynı şeyi, yani mavi yakalı çalışanların savaşa üniversite eğitimi almış orta sınıf mensuplarından daha güçlü bir şekilde karşı çıktığını gösteriyordu; zira o savaşta savaşacak olanlar büyük ihtimalle kendi evlatları olacaktı.” Ve mesele yalnızca savaş da değildi; Cooper muhafazakâr mavi yakalı işçi imgesini hem ücretlere hem de çalışmanın örgütlenme biçimine yönelik devrimci itirazlar bağlamına da oturtur.
Lafta ilerici Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası’ndan emir almayı reddeden Devrimci Siyah İşçiler Birliği’nden uçuş görevlilerine, sekreterlere ve ev işçilerine kadar, Fordist iş sözleşmelerinin dışına itilenlerin görülmemiş bir örgütlenme seferberliğine girdiği bir dönemdi bu. 1970’lerin o uğursuz baret isyanlarına rağmen, sanayi işçileri sendikaları Yeni Sol öğrenci hareketiyle bile umut verici ittifaklar kurmaya başlamıştı.
Chamayou gibi Cooper da neoliberalizmi, çekişme ve düzensizliğin damgasını vurduğu bir fetret döneminde zuhur eden yeni bir yönetimsellik formu olarak görür. İşçilerin işçi kimlikleriyle gerçekleştirdikleri her türlü dayanışmanın ve birliğin parçalanması bu yeni yönetimsellik formunun olmazsa olmazıdır. Bu parçalanma mevcut toplumsal bölünmelerin, yani ırk, cinsiyet ve milliyet temelli bölünmelerin yanı sıra, işçi sınıfı içindeki kökleşmiş bölünmelerden de temelleniyordu. Cooper’ın da ifade ettiği gibi kamuda çalışan işçiler ile özel sektörde çalışan işçiler arasında, ücret seviyesini belirleyen faktörler, demografik yapı ve örgütlenme seviyesi bakımlarından farklılıklar vardı. Emeğe sağlanan güvencelerin genişlediği yirminci yüzyıl ortalarında bu bölünme kurumsallaşmış, vergi ve enflasyon üzerine verilen mücadeleler bu bölünmeyi daha da derinleştirmişti. İşte özel bir işçi kesimi olarak inşaat işçileri bu bağlamda, yalnızca farklı bir işçi siyasetinin sembolü olarak değil, farklı bir işçi mücadelesi vizyonunun temsilcisi olarak da farklı bir yerde durur.
Gelgelelim inşaat sektörü aynı zamanda geleneksel istihdam biçimleri ile küçük işletme sahipliği arasındaki sınırların adamakıllı bulanıklaştığı bir sektördü de. Yirminci yüzyılın büyük kısmında, inşaat sektöründeki usta ve kalfaların yeri geldiğinde büyük inşaatlarda sendikalı olarak çalışması, yeri geldiğinde ise küçük konut projelerinde bağımsız serbest meslek sahibi olarak çalışması yaygın görülen bir şeydi. Bu durum ücretli sanayi işçileri arasında görülenden çok farklı ve muğlak bir sınıfsal pozisyon yaratıyordu. Emek tarihçileri büyük işletmelerde işletme sahibi/yöneticileri ile ücretli işçiler arasındaki farklılaşmalar derinleştikçe, bu iki kesim arasındaki ayrışmanın daha da belirginleştiğini belirtiyorlar. Fakat marangozlar açısından bu iki kesim arasındaki sınırlar daha onlarca yıl boyunca bulanık kalmaya devam etti; zira sanayi işçilerinden farklı olarak çoğu marangoz iş yaparken kullandığı aletlerin sahibiydi. Bir ücretli işçi olarak çalışma ile bir küçük inşaat işletmesinin sahibi hâline gelme arasında ciddi bir akışkanlık söz konusuydu. Çoğu inşaat işçisi bazı bakımlardan sanayi işçicilerinden ziyade küçük işletme sahiplerini andırıyordu.
İlginçtir ama yirminci yüzyılın büyük kısmında inşaat ustalarına sahip oldukları büyük pazarlık gücünü kazandıran şey tam da bu hibrit sınıfsal statüleriydi. Belli bir işte uzmanlaşmış, hiç zorlanmadan emeğini satmaktan vazgeçip kendi işini kurabilen bu ustalar her daim sanayi işçilerinden daha iyi çalışma koşulları talep edebiliyorlardı. Bu ustaların yirminci yüzyıl ortalarındaki sendikal hareket içinde özel bir yer işgal etmelerini ve sık sık diğer işçilerle dayanışmaktan kaçınma eğilimi göstermelerini açıklayan faktörlerden biri de budur. Sendikalı inşaat ustaları olarak diğer işçilerin ancak rüyalarında görebileceği ücret artışları elde etme gücüne sahip oldukları gibi, küçük işletme sahipleri/yöneticileri olarak yarı zamanlı çalışan statüleri bu insanlarda işçi sınıfının geri kalanından farklı bir yerde durdukları hissiyatını yaratıyordu. İnşaat ustası işçilerin bu müphem sınıfsal konumları en nihayetinde kendilerine karşı kullanılacaktı; zira hukuksal olarak yanlış sınıflandırmanın bir ücretleri bastırma olarak en acımasızca kullanıldığı sektör inşaat sektörüydü.
İnşaat işçilerinin bu ikili konumunu bir anlamda istismar edip, daha fazla sömürülebilmelerini mümkün kılmak için, küçük işletme sahibi olmaya can atmalarını öne çıkaran ise Ronald Reagan oldu. Reagan’ın grev yapan hava trafik kontrolü çalışanlarını nasıl işten attığını ve böylece kamu çalışanlarıyla özel sektör çalışanlarını nasıl karşı karşıya getirdiğini pek çok kişi bilir ama işçi sınıfını daha da parçalayabilmek adına çok uzun bir süre boyunca bağımsız sözleşmeli çalışma idealini benimsediğini ben şahsen bilmiyordum. Cooper’ın kitabında Reagan’ın Hollywood yıllarından başlayarak, bağımsız sözleşmeli çalışma statüsüyle uzun süredir ilgilendiğini gösteren ilginç pasajlar var. Bunlardan birinde şöyle yazıyor.
Reagan mavi yakalı işçilerle iletişim kurarken onlara öncelikle vergi mükellefleri olarak hitap ediyor ve onların diğer ücretli işçilerle bağlantılarını değersizleştirmek için elinden geleni ardına koymuyordu. Kamu harcamaları artık enflasyona sebep olan ve esasen ‘verimsiz’ kamu çalışanlarına yarayan harcamalar olarak kodlanıyordu. Reagan kendisine kulak verenleri, mavi yakalıların ücretlerini iyileştirmenin en iyi yolunun onlara doğrudan para vermek değil, vergi indirimi yapmak olduğuna ikna etmeye çalışıyordu.
Reagan kullandığı bu retorikle bir yandan usta işçiler ile küçük işletme sahipleri arasında yeni ortak noktalar bulurken, bir yandan da kamu çalışanları ile özel sektör çalışanları arasındaki bölünmeleri kışkırtıyordu. Bu söylem işçileri stratejilerini kökünden değiştirip, kolektif örgütlenme stratejisinin yerine bir bireysel girişkenlik stratejisini benimsemeye sevk ediyordu. Bağımsız sözleşmeli çalışma ideali bireysel özgürlük vaat eder ama gerçekte sunduğu şey kolektif hak kaybı, işçilerin kolektif olarak kazandığı güvencelerden mahrum bırakılması ve kolektif güçlerinin ellerinden alınmasıdır. Cooper şöyle yazıyor.
Reagan’ın küçük girişimciliğin getirdiği özgürlüklere düzdüğü övgüler hiç kuşkusuz mavi yakalı ücretli işçilerin gerçek özlemlerine hitap ediyordu. Gelgelelim Reagan işçiler ile küçük işletme sahiplerinin fiilen özdeş olduklarını ne kadar vurguluyorsa, yola bağımlı ücretli olarak çıkanlar için küçük işletme sahipliğine geçiş o kadar zorlaşıyordu. Cumhuriyetçilerin işçi sınıfına karşı açtığı savaşın uzun vadedeki etkisi küçük işletme sahiplerinin doğrudan idaresi altında ter akıtan işçilerin sayısının katlanarak artması ve bu iki kesim arasındaki sınıfsal bölünmenin daha da derinleşmesi oldu ki bu da yanlış sınıflandırılmış işçilerin, sahip/yönetici konumuna yükselmek bir yana, ücretli işçiler olarak sahip oldukları pazarlık güçlerini kullanmalarını bile zorlaştırdı.
Sosyal yardım kraliçesi gibi bu da Reagan’ın –ömrü onun başkanlık döneminden çok daha uzun olan– mitlerinden biridir. Bağımsız işçinin gerçek işçi olduğu ve dolayısıyla gerçek işçinin bir bakıma tek kişiden müteşekkil bir kapitalist girişim olduğu fikri çalışma imgemiz ve idealimiz üzerinde uzun süreli etkiler yaratmıştır. Bu fikir işçi dayanışmasından farklı, yalnızca kişisel çıkara değil, aynı zamanda işçinin işçiyle karşı karşıya getirilmesine de dayalı bir stratejiyi ve farklı bir öznelik biçimini beraberinde getirir. Vergilere karşı mücadele aynı zamanda maaşları bu vergilerle ödenen işçilere karşı da bir mücadeledir.
Yves Citton Reagan’dan bugüne kadarki dönemi sınıf mücadelesi açısından bir güç kaybetme dönemi olarak tanımlar. Artan çalışma saatleri, azalan ücretler, iş güvencesinin kaybı şeklinde deneyimlediğimiz şey hâlâ sınıf mücadelesidir ama sınıf mücadelesi artık insanların çalışma/yaşam koşullarını ve güvencesizliklerini ya da stratejilerini ve mücadelelerini tasvir etme ya da temalaştırma biçimi olmaktan çıktı. Bu düşünce tarzının sonucu olarak sınıf mücadelesinde yaşanan güç kaybının, gerçek mücadelenin yerini, özel sektör işçileri ile kamu işçilerini, vergi verenler ile maaşını o vergilerden alan öğretmenleri vs. karşı karşıya getiren sahte sınıf mücadelelerinin almasına neden olduğunu söyleyebiliriz.
Hasbelkader Cooper’ın kitabıyla aynı günlerde Stéphane Legrand’ın Ayn Rand: Femme Capital kitabını da okudum. Bu kitabı niçin ya da nasıl seçtim, hatırlamıyorum. O sıralar, Foucault ve Marx üzerine çalışmalarından bildiğim bir felsefeci olan Legrand’ın Rand hakkında ne söylediğini merak ediyordum. Rand hiçbir kitabını sonuna kadar okuyamadığım hâlde, daha doğrusu, hiçbir kitabını sonuna kadar okuyamadığım için, oldum olası beni tuhaf bir şekilde kendine çekmiştir. Bu kadar bayağı bir propagandacının bir kült gibi bu kadar taraftar bulmasını hep tuhaf bulmuşumdur. Ve yine hasbelkader, Legrand’ın kitabı Cooper’ın kitabını ilginç bir şekilde tamamlıyordu. Cooper işçileri beşerî sermayeye, kendi kendisine yatırım yapan yatırımcılara dönüştüren siyaseti, politikaları gözler önüne seriyorsa, Legrand da Rand’ın bunu nasıl seksi bir şey, bir tür baskın anlayışa karşı isyan olarak gösterdiğini ortaya koyuyor.
Legrand’ın kitabı kısmen Rand’ın şahsı, kısmen yazdığı romanlar, kısmen de onu bir din mertebesine yükselten –aralarında Temsilciler Meclisi eski başkanı Paul Ryan’ın da olduğu– insanlar hakkında bir kitaptır. Legrand yukarıda bahsi geçen bayağılığa dair şöyle yazıyor.
Ayn kendi yaşamında olduğu gibi romanlarında da bayağılığı azamet olarak göstermek, bir anlatısal töz dönüşümünü gerçekleştirmek gibi nadir görülen bir beceriye sahipti ve bu becerisi bizi, en kötü şarabı Tanrı’nın kanına dönüştürdüğü varsayılan ekmek ve şarap ayininde olduğu gibi, kendi ideal tipinin bir karikatürünü, gerçek dünyada sinir bozma ile eğlendirme arası bir duygu uyandıracak saçma sapan, narsist ve kaprisli bir tipi örnek bir büyük adam olarak görüp saygı duymaya sevk eder.
Diyalektik düşüncenin tam bir düşmanı olmasına ve A=A’dır, yani birey bireysel çıkardır totolojisini felsefesinin merkezine oturtmaya çalışmasına rağmen, kültürel olarak baskın olan şeye, yani bencilliğe isyankâr bir mevhum muamelesi çekip, kapitalizmin gayrişahsi ve soyut zorunluluklarını insanlığın zirvesi mertebesine yükselttiği fikriyatında tuhaf bir diyalektiğin izlerini görmek mümkündür.
Legrand’a göre totoloji nitelemesi Rand’ın fikriyatını tam olarak ifade etmez, zira Rand’ın fikriyatının Spinoza’nın ünlü Deus sive Natura (Tanrı, yani doğa) ifadesinden mülhem kendi “sive” (yani) stratejisine sahip olduğu düşünülebilir.
Spinoza’nın –deyim yerindeyse– ispatlamaya çalıştığı şey doğanın kutsal olduğu –ki bu, doğa fikrine fazladan bir hususiyet daha eklemek olurdu– değildir; Spinoza kutsallık kavramını (kuşlar ya da arılar anlamında değil, felsefi bilimsel anlamda) doğa kavramı içinde eritir ki bu da aslında geleneksel olarak kutsallığa atfedilen bir sürü hususiyetin (şahsilik, duygular, özgür irade, aşkınlık …) ortadan kaldırılması anlamına gelir. Rand’ın fikriyatında ahlak ve egoizm (ya da kapitalizm) kavramları arasında da aynı türden bir ilişki söz konusudur.
Tuhaftır ama Spinoza, Rand’ı mümkün kılan şey hakkında bir düşünme biçimi sunuyor olabilir. Soyut idealleri, hatta rasyonalite idealini bile tasavvur edebilmemiz için belirli figürlere, belirli sembollere ihtiyaç vardır. İşte Rand’ın yaptığı şey de budur: Gayrişahsi bir tahakküm sistemi olan sermayeyi bireysel niteliklerin tezahürü gibi gösterebilmek için bir imge, bir mit yaratmıştır. Burada bir kez daha Spinoza’nın stratejisinin tersine çevrilmesiyle karşılaşıyoruz: Spinoza Tanrı kavramını insani hususiyetlerden soyundurmak için Tanrı ile doğayı eşitlerken, Rand kapitalizmi ete kemiğe büründürüp kişileştirmek için onu ahlakla ve egoizmle eşitler ya da kapitalizmin ahlak olduğunu iddia eder. Lengrand’dan bir alıntı daha yapalım.
Chaplin elli yıl önce Modern Zamanlar’da yarattığı ikonik, karizmatik ve muteber karakteri, bedenleri ve ruhları ezen kapitalist bir işletmede ve toplumda faal olan gayrişahsi güçleri ete kemiğe büründürüp görünür kılmak ve böylece kapitalist işletmenin ve toplumun insanlık dışılığını gözler önüne sermek için kullanırken, Rand tam tersi bir işlemle, kapitalist işletmeyi ve toplumu kişileştirmeye ve insanileştirmeye çalışır.
Bu iki kitap hakkında söylenebilecek daha çok şey var. Beni en çok etkileyen şey, siyasa ile mitolojinin, politika ile poetikanın aynı ilişkinin kaçınılmaz olarak birbirlerini tamamlayan ve pekiştiren iki yüzü olarak belirmeleridir. Rand olmasaydı Reagan, Reagan olmasaydı Rand olur muydu? İdeolojinin düzeni ve bağlamı, sömürünün düzeni ve bağlamıyla aynıdır. Veya belki de bir yaz sonunda bu iki kitabı birlikte okuduğunuzda olan şey budur.
Unemployment Negativity/11 Eylül 2024/Çeviren: Ali Karatay
* ABD'de sosyal devlet uygulamalarını istismar ya da suistimal ettiği iddia edilen insanlar için kullanılan aşağılayıcı ifade –ç.n.