Emmanuel Macron, erken seçim kararı alırken RN (Ulusal Birlik) ile bir birlikte bir “kohabitasyon”[1] amaçlayarak 2027 başkanlık seçimi öncesinde onu zayıflatmayı hedefliyordu. Ancak hiçbir sağcı politikacı, köşe yazarı veya anketçinin tahmin edemediği bir biçimde NFP (Yeni Halk Cephesi)’nin birinci gelmesiyle bu plan bozuldu. RN karşıtı baraj[2] sayesinde milletvekili sayısında ikinci güç olarak kalmayı başaran Macron cephesi, RN ile koalisyon yaparak sol karşıtı bir burjuva barajı organize etmek zorunda kaldı. Tüm bu süreç yaklaşık iki ay sürdü ve 5 Eylül Perşembe günü Michel Barnier’in atanmasıyla sonuçlandı. Peki bu uğursuz figür kimdir ve bu atama bize bu döneme dair ne anlatıyor?
Seçimler Artık Bir İşe Yaramıyor: Diktatörlük Tam da İçinde Yaşadığımızdır
“Bir diktatörlük, bir kişi ya da bir grubun yasalara karar verdiği bir rejimdir. Bir diktatörlük, liderlerin asla değişmediği bir rejimdir.” Bu cümle bizzat Macron’a ait. Ve şu anda tam olarak bu noktadayız. Macron, başarılı olmuş bir Trump’tır: Kesin ve açık bir seçim yenilgisine rağmen, bu seçimden çıkan üç mesajı, yani RN karşıtı barajı, solun öne çıkışını ve onunla bir kohabitasyon gerekliliği yönündeki arzuyu reddetmeyi başardı. Solu engellemek ve kendi politikasının ve kontrolünün devamını sağlamak için RN ile ittifak kurarak bir başbakan atadı.
Kendisini ortak başbakan adayı olarak gösteren Halk Cephesi seçimleri kazanmış olmasına rağmen, Lucie Castets, Macron’un kendisini atamayı reddetmesi karşısında şu ifadeleri kullandı: “Öfke. Bu sabah milyonlarca insanın hissettiği şey bu. Emmanuel Macron bize seçimlerin bir anlamı olmadığını söylüyor.” Castets, Macron’un bu mesajına gerçek manada inanmıyor, ama aslında inanmalı.
Her zamanki gibi, boyun eğdirilmiş basında ve burjuva solunda ileri seviyede ve sarsılmaz bir bilişsel uyumsuzluk hâkim. Libération gazetesi “toksik başkan” ya da “kibir” gibi ifadelerle yetinirken, Marine Tondelier (Yeşiller Partisi genel sekreteri) “illiberal bir sürüklenme” ifadesini kullandı (bu durumu sadece bir “sürüklenme” olarak görmek için kaç yıl daha gerekecek?). Tüm bu demeçler seçim sonuçlarının reddedilmesinin 2027 için hiç de iyi şeyler vadetmeyen bir emsal oluşturduğu bir dönemde veriliyor.
Bazı kişiler, Macron’un çevresindeki kliğin tüm bu dolapları ve manevraları anayasaya uygun şekilde gerçekleştirdiğini savunuyor. Anayasanın ruhunun büyük ölçüde çarpıtıldığını belirtelim: NFP hükümetine karşı bir güvensizlik oyunun kaçınılmaz olacağını kabul etsek bile, mantığa uygun olan, bu kararın cumhurbaşkanı tarafından değil, meclis tarafından alınmasıdır.
Ancak zaten bu, yasal bir argüman olup, demokratik bir argüman değildir. Diktatörlükler çoğu kişinin sandığı gibi tamamen keyfi ve tamamen kişisel güce dayalı rejimler değildir. Kurallar, prosedürler, yasalar ve mahkeme süreçleri vardır. Çoğu zaman rejimi meşrulaştıracak bir kılıf bulunur. Bizim durumumuz özelinde, eğer Macron diktatör olabiliyorsa, yani muhalefeti baskı altına alabiliyor ve seçimleri kazansa bile onun iktidara gelmesine engel olabiliyorsa, bunun nedeni tam da Avrupa’nın en diktatörce anayasalarından birine sahip olmamız, başkanın genel oy hakkına sahip olmasına izin veren bir anayasaya sahip olmamızdır. Avrupa’nın 23 ülkesinde başbakan, yasama seçimlerinde en fazla oyu alan koalisyonun içinden atanır.
Bu söylediğimize Beşinci Cumhuriyet’in zaten her zaman otoriter olduğunun ve kapitalizmin de doğası gereği otoriter olduğunun bilincinde olanlar karşı çıkabilir. Bu doğru, ancak söz konusu otoriterliğin farklı dereceleri vardır ve aynı zamanda bazı dönüm noktaları, tıpkı bu olayda olduğu gibi, durumu daha net bir biçimde ortaya koyar.
Bir diktatörlük, kendine has dili ve propaganda biçimleriyle birlikte gelir. Komünist senatör Pierre Ouzoulias, Fransa’daki durumun George Orwell’in 1984 romanına giderek daha çok benzediğini vurgulayarak, gerçekliğin inkâr edildiği inanılmaz deliliklerin yaşandığını söyledi. Örneğin, François Bayrou, gazeteci Apolline de Malherbe’in “Birinci sırada gelen bir NFP var” ifadesine “Hayır, ortada bir birinci falan yok!” diyerek karşılık veriyordu. Egemen sınıfın gözünde sol kazandığında gerçeklik ortadan kalkmış oluyor. Anketler de bu rolü üstlendi. Solu sürekli küçümseyerek son on yılı aşkın süredir yanlış tahminlerde bulunan anketler, seçim sonuçları hoşlarına gitmeyince seçim sonuçlarını adeta anketlerle tekrardan düzenlemeye giriştiler. Sonuç ise hep aynıydı: Herkes LFI’den (Boyun Eğmeyen Fransa) ve Mélenchon’dan (2012’den beri her seçimde ilerleme kaydetmesine rağmen) nefret ediyor, herkes NFP’den bir başbakan atanmadığı için rahatlamış durumda, herkes Macroncuları çok seviyor. Oysa daha az bahsedilen diğer anketler farklı sonuçlar gösteriyor: Fransızların %76’sı Emmanuel Macron’un icraatlarından memnun değil; %84’ü alım gücü konusundaki politikalarını olumsuz değerlendiriyor; %77’si emeklilik reformundan, %57’si terörle mücadeleden, %59’u ise AB ile ilişkilerden memnun olmadığı yönünde görüş bildiriyor.
Bu sert ve kaçınılmaz tablo —oy vermenin işe yaramadığı ya da artık işe yaramadığı— iki sonuç doğurabilir: Ya siyasetten uzaklaşma ve karamsar bir kabullenme ya da tam tersi, iktidarın niteliğine dair daha incelikli ve derinlikli bir farkındalık ve daha sert, daha radikal, daha kolektif mücadele yöntemlerini düşünme gerekliliği. Hepimize düşen, ikinci seçeneği hayata geçirmektir.
Yeni Halk Cephesi Ayakta Kalmayı Başardı
Tüm zorluklara rağmen NFP ayakta kalmayı başardı. Macron, tüm bu süreç boyunca PS (Sosyalist Parti)’nin sağ kanadını partinin hayatta kalmasının ancak solun geri kalanıyla (Boyun Eğmeyen Fransa, ekolojistler, komünistler) ittifaklar yoluyla gerçekleşebileceğine inanan Olivier Faure tarafından temsil edilen ve kıl payı bir çoğunluğa sahip olan “sol kanadına” karşı koz olarak oynamaya çalıştı. Bu sağ kanat Macron ile bakanlıklar için pazarlık yapmaya çalıştı ve Bernard Cazeneuve (hem Cumhuriyetçi Cephe’ye hem de NFP’ye karşı olmasına rağmen) ve Karim Bouamrane’nin isimlerini öne sürdü, ancak sonunda kendisini az farkla da olsa bir azınlık durumunda buldu. PS sonuç olarak “Macronculuğun her türlü uzantısına” karşı güvensizlik oyu vereceğini açıkladı. Macron’un RN ile koalisyonu olmasaydı, bu durum kurumsal bir krize yol açabilirdi ki bu da önümüzdeki süreçte yaşanacak olan sosyal haklardaki gerilemelere tercih edilirdi.
Söz konusu sağ kanat, sürekli olarak Macron yönetiminin yeniden yapılandırılması gerektiğini söyledi: Merkez sağdan, Macron cephesinden ve PS’den oluşan bir ittifak ve bunun bazı “tavizlere” izin vereceğini dile getirdi. Ancak bu ittifak zaten Macronculuğun özüydü ve bu zamana kadar hangi tavizleri elde ettik? Daha da kötüsü, Sosyalist Parti 2012’de ekolojistlerle birlikte tek başına iktidar olduğunda sosyal açıdan hangi ilerlemeleri kaydettik? Sıklıkla kullanılan ve savaş sonrası döneme yapılan atıflar hiçbir anlam ifade etmiyor: 1945’te bir uzlaşma olduysa ve toplumsal ilerleme sağlandıysa, bunun nedeni SSCB’nin var olmasıydı; on binlerce komünist yeraltında gizli örgütlenme ve silah kullanımı konusunda eğitildi. Burjuvazi korktu ve tavizler vermeye razı oldu. Artık böyle bir durumda değiliz.
Elbette Sosyalist Parti, burjuvaziye bir asır hizmet ettikten sonra birdenbire onurlu bir sol parti haline gelmedi. Partideki baskın yönelimin muhalefette olmayı tercih etmesinin tek nedeni yok olmaktan kurtulmasının tek yolunun bu olmasıdır ve biz de bu partinin niteliği konusunda net bir görüşe sahip olmalıyız. Philippe Marlière söz konusu stratejiyi net bir şekilde ifade etti: “Sosyalist Parti’deki azınlık ekibi tarihlerini bilmiyor gibi görünüyor. Solun birliğini bozmak ve sağla birlikte yönetmek, sol alanda Mélenchon’u güçlendirmek ve Sosyalist Parti’yi tasfiye etmek anlamına gelir. Mélenchon’u zayıflatmak için önce solun birliğini sağlamamız ve liderliği geri almamız gerekiyor.” Olivier Faure daha solcu değil, sadece daha iyi bir stratejist.
Bu arada Macron’un seçim sonuçlarını reddettiği sırada Sosyalist Parti Genel Sekreteri Pierre Jouvet, 7 Eylül’de Macron’un görevden alınması için düzenlenen yürüyüşe katılmayacaklarını açıklıyordu.
Michel Barnier: Macro-Le Penciliğin Doruk Noktası
Eğer Macron darbesinde başarılı olabildiyse, bu, istediği tarzda bir programı uygulaması karşılığında hükümeti düşürmeme sözü veren RN ile yaptığı ittifak sayesindedir. Dolayısıyla Macron’un meclisteki çoğunluğu her zamankinden daha açık ve net bir şekilde aşırı sağcı bir çoğunluktur.
Uzun zamandır Macronculuğun, geleneksel aşırı sağdan sadece estetik ve “ethos” bakımından farklılık gösteren çağdaş aşırı sağ biçimlerinden biri olduğunu söylüyoruz. Bu artık çok açık: Macroncu burjuvazi, iş dünyası ve zenginler için vergi artışı, asgari ücrette küçük bir artış ve emeklilik reformunun yürürlükten kaldırılması gibi yumuşak bir sosyal demokrat programın uygulandığını görmektense, kurumları çarpıtmayı, seçim sonuçlarını kabullenmeyi reddetmeyi ve ultra-otoriter ve ırkçı programını uygulamak için aşırı sağla açıkça ittifak kurmayı tercih etti. RN milletvekilleri Macroncuların nasıl desteklerini kazanmak için yalvarmaya geldiklerini ve kendileriyle ortak noktada buluştukları her şeyi açıkladıklarını anlattılar.
Ancak bunun tersi de doğrudur ve daha az vurgulanıyor, RN de Macronculuğun bir biçimidir. RN artık “sistem karşıtı” olduğunu iddia etmiyor; hatta onun temel takıntısı sisteme tamamen entegre olmayı başarabilmektir. RN, Macronculuğa ne kadar uyumlu olduğunu göstermiştir. Her türlü sol hükümeti düşüreceğini ve LFI’nin hükümette olup olmamasının hiçbir fark yaratmayacağını defalarca tekrarladı. RN’nin yeni bir Macron hükümetini düşürmeyeceği üstü kapalı bir şekilde ifade edilmişti ki yaşanan da bu oldu.
Dolayısıyla önümüzdeki tablo son derece açık: Macroncular, RN’nin aşırı sağına soldan sonsuz derecede daha yakındırlar. RN de kendisini PS’nin sağ kanadından Zemmour’a kadar uzanan sağcı bloka ait olarak görmektedir. “Burjuva bloku” teorisyenlerinden Stefano Palombarini de bu görüşe katılıyor: “Barnier’nin atanmasının burjuva bloku ile aşırı sağ blok arasındaki yakınlaşmada acımasız bir hızlanmaya işaret ettiğine şüphe yok.”
Baraj Stratejisi Çıkmaz Sokaktır
Baraj seçmeninin iyi niyeti bir kez daha suistimal edilmiştir. Macron, Bardella’nın başbakan olması için erken seçim kararı almıştı ki bu zaten aşırı sağa karşı güvenilir bir muhalefet sayılamayacağının güçlü bir göstergesiydi. Her şeye rağmen, özellikle Gabriel Attal’ın itici gücüyle, RN karşıtı baraj sayesinde milletvekillerini seçtirdi.
Barajın stratejik bir çıkmaz sokak olduğunu söylemek, barajın gerekli olmadığı anlamına gelmez -zaten herkes bunu kendi vicdanında yapar- ancak barajın solu yok etmek için bir araç olarak Fransız siyasetinin kesinlikle yapısal bir parçası haline geldiği anlamına gelir. Bu daha da endişe verici çünkü baraj aşırı sağın iktidara gelmesini engellemiyor, Avrupa’da aşırı sağ sadece ittifaklar ve koalisyonlar yoluyla iktidara geliyor (İsveç, İtalya, Macaristan…). RN-Macron koalisyonunda yaşanan da tam olarak budur.
Dolayısıyla siyaseti “Cumhuriyetçiler” ve “aşırı sağ” arasında bölünmüş olarak düşünmekten vazgeçmeliyiz. “Cumhuriyetçiler” etiketi bizi hiçbir şekilde birleştirmiyor, son zamanlardaki kullanımı nedeniyle içi boşalmış bir kelimeden fazlası değildir. Karşımızda monarşistler değil, ırkçı, otoriter ve neoliberal bir blok var. Egemen sınıf RN’yi “cumhuriyetçi” kampa dahil etti ve Boyun Eğmeyen Fransa’yı bu kamptan dışladı. Yakında tüm solu, hatta en burjuva ve omurgasız olanları bile dışlayacak. Bu simgeler artık bize hiçbir şekilde yardımcı olmuyor; düşmanlarımızı tespit etmemizi ve onları anlamamızı engelleyen bir kafa karışıklığı yaratıyorlar. RN, LR ve Macroncular arasındaki tek fark derece farkıdır, nitelik açısından hiçbir fark yoktur. Bugün müttefik olabilmelerini sağlayan da budur. RN sadece retorik bir hileyle cumhuriyetçi değildir, çünkü cumhuriyet pekâlâ ırkçı, sömürgeci, diktatoryal ve antisosyal olabilir. RN, soldan, toplumsal hareketlilikten, azınlıklardan ve Müslümanlardan nefret etmekten başka bir anlama gelmeyen mevcut “cumhuriyetçi iklimde” kendini gayet rahat hissetmektedir.
Mayıs 2023’te “Faşist tehlikeden korkmayı bırakın, Macron tehlikesinden korkun” başlıklı bir makalede açıklamaya çalıştığımız şey buydu: “Ellerinde tutmaları zor olan çoğunluklarını korumak için, LR ve Macron cephesi RN ile giderek daha fazla işbirliği yapmak zorunda kalacaklar. Başka bir deyişle, RN’ye karşı durmak için Macronculara veya LR’ye oy vermek, nihayetinde ilki (RN) ile ittifak kurma eğiliminde olan iki siyasi güce oy vermektir. Bu noktada ‘baraj politikası’, aldatmacaya dayalı bir oyundan ibarettir: bir partiye karşı durduğumuzu düşünerek başka bir partiye oy veriyoruz, ancak sonunda, aslında karşı durmak istediğimiz partiyle ittifak yapacak ve aynı politikayı uygulayacak olan bir siyasi harekete oy vermiş oluyoruz. Ekonomik konularda elbette tavizler verilecek, ancak azınlıklara karşı yürütülen politikalar ve otoriterlik konusunda, bu siyasi grupların tamamı aynı çizgide buluşuyor.”
Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse: RN’yi durdurmak amacıyla Macron’a oy vermek RN’nin iktidara gelmesini engellemek değil, sadece bir sonraki aşırı sağ koalisyonun (RN, LR veya Macroncular) ağırlık merkezine ilişkin bir tercihi ifade etmektir.
En azından içinden geçtiğimiz dönemin açıklayıcı bir işlev göreceğini umalım.
Bir “Kohabitasyon İzlenimi”: Barnier, Aşırı Sağcı Bir Macroncu
Kendimizi sonuçta deli saçması bir durumda buluyoruz: Seçimlerin iki turunda da son sırada yer alan, sadece 47 milletvekili (NFP’nin 182 milletvekiline karşı) olan Les Républicains (LR) artık ülkeyi yönetiyor. Macron, 30 Temmuz’da Le Monde‘un da belirttiği gibi amacına ulaşıyor: “Devlet başkanı, başbakanlık görevine uzlaşmacı ancak aynı zamanda atanması halinde kohabitasyon izlenimi verecek bir kişi arıyor.” Barnier ile partisinden olmayan bir başbakanı seçiyor ve bu sayede bir değişiklik, bir kohabitasyon izlenimi veriyor. Ancak gerçekte, politikalarını daha da radikalleştirip hızlandırarak devam ettiriyor. Kısacası Macroncular seçimleri kazanırsa Macroncu bir başbakanımız var, Macroncular seçimleri kaybederse… yine Macroncu bir başbakanımız var.
Çünkü Michel Barnier, Macroncu ya da en azından Macron ile uyumlu bir siyasi kişilik. Le Monde, Barnier’in Edouard Philippe başbakanlıktan ayrıldığında da Matignon (başbakanın resmi konutu) için düşünüldüğünü hatırlatıyor. Bu durum, LR içerisindeki karşıtlarının bile onu, “kendilerini hayal kırıklığına uğratan bir Macroncu” olarak görmesine neden olmuştu. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, Michel Barnier, 2024’te Macroncular çoğunluklarını kaybetmeden önce bile Macroncu çoğunluğun başbakanı olarak düşünülüyordu. Le Figaro, Elysee’nin onu aynı zamanda Avrupa Komisyonu başkanlığı görevi için de istediğini söylüyor.
Dolayısıyla Michel Barnier’nin Macron ile Le Pen arasında bir sentez olduğunu anlıyoruz. Peki, kimdir bu kişi gerçekten?
Michel Barnier’in portresini çizmek kolay değil. Aslında hem antipatik hem de son derece sıkıcı, ilgisiz ve silik bir kişilik ve adeta naftalin kokan eski bir politikacı. Patron bir babanın oğlu, prestijli bir ticaret okulundan mezun, klasik bir Fransız burjuvazisi ailesine mensup olan ve orduda, siyasette ve sinema yapımcılığında yer alan Altmayer ailesinden biriyle evli olan Michel Barnier, neredeyse siyaset var olduğu günden beri siyasetin içinde dolanıyor. Hemen her mevkiden geçmiş: Genel meclis üyesi, danışman, teknik danışman, milletvekili, senatör, bakan, Avrupa komiseri, Avrupa Parlamentosu milletvekili…
Onun siyasi kariyerine dair dikkat çekici bir olay, 1981 yılında homoseksüelliğin suç olmaktan çıkarılmasına karşı oy kullanmasıdır. Ancak onun tatsız kariyerinden gerçekten akılda kalması gereken şey, neoliberal Avrupa’nın mimarlarından biri olmasıdır. 1995-1997 yılları arasında dışişleri bakan yardımcısı olarak Avrupa’yı piyasaya dayalı, antidemokratik bir yapıya dönüştüren, rekabeti ve deregülasyonu öncelik haline getiren ve üye devletlerin egemenliğini daha da azaltan Amsterdam Antlaşması’nı müzakere eden Fransız heyetinin başındaydı.
Aynı doğrultuda, 2005 Avrupa Anayasası Antlaşması’nın ateşli bir savunucusuydu. Bu antlaşma, Fransızlar tarafından referandumda reddedildi, ancak Barnier, Fransızların oyunu hiçe sayarak süreci atlatma taraftarlarından biriydi (ki bunu da başardılar).
2004 yılında dışişleri bakanı olarak Fildişi Sahili’ndeki Bouaké kampını bombalamakla suçlanan Belaruslu paralı askerlerin kaçmasına izin verdiği şüphesiyle 2016 yılında soruşturuldu. Bu olayda 9 Fransız askeri ölmüş ve şüphelilerin sorgulanması mümkün olmamıştı. Ancak Cumhuriyet Adalet Divanı tarafından suçsuz bulundu.
2007-2009 yılları arasında François Fillon hükümetinde tarım bakanı olarak görev yaparken, tarımı serbestleştirip deregüle ederek çiftçilerin yoksullaşmasına katkıda bulundu. Özellikle, Ortak Tarım Politikası’nın sağlık kontrolü anlaşmasını imzaladı; bu anlaşma süt üretimini deregüle etti ve 2009 yılı Eylül ayında süt grevine yol açtı.
Kişilik açısından, Barnier’in sert ve küçümseyici biri olduğu biliniyor. François Ruffin ile birkaç film yapmış olan ünlü belgesel yapımcısı Gilles Perret, Barnier’i “ilk profesyonel hayal kırıklığı” olarak tanımlıyor: “1995 yılında genç bir kameraman olarak onunla sakin bir röportaj yapıyordum. Röportajın sonunda, küçümseyici ve kibirli bir tavırla, ceketindeki basit bir kırışıklığı fark etmediğim için çevresinin ve muhabirimin önünde bana küçümseme ve kibir dolu hakaretler etti”.
İdeolojik olarak Barnier neoliberalizm açısından Macronculuğun en kötü yanlarını ve yabancı düşmanlığı açısından Le Penciliğin en kötü yanlarını birleştiriyor. Göç konusunda, insan hakları hukukunun kısıtlamalarından kurtulmayı savunuyor. Yani “Avrupa Adalet Divanı’nın veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına tabi olmamayı” öneriyor. Hatta bu konuya tamamen takıntılı ve göç, şu anda onun siyasi mücadelesinin merkezinde yer alıyor. RN ile ittifak da tam olarak bu tema üzerine kuruluyor.
2022’de sağın başkan adayı olmak için girdiği ön seçimi kaybeden bir aday olarak, Michel Barnier, “göçmenlerin yasal statü kazanmalarının derhal durdurulması, aile birleşiminin sıkı şekilde sınırlandırılması ve yabancı öğrencilerin kabulünün azaltılması” çağrısında bulundu. Ayrıca, Mareşal Pétain’den bu yana görülmemiş düzeyde aşırı İslamofobik bir yasayı, kamusal alanda başörtüsünün yasaklanmasını destekledi. Bu, Müslüman kadınlar için istisnai bir statü yaratmaktan başka bir şey değildi.
Otoriterlik konusunda, Barnier diktatoryal düzeni daha da ileri götürmek istiyor; sistematik olarak silahlı yerel polis ve drone’ların yaygın kullanımını savunuyor.
Ekoloji konusunda ise ondan hiçbir şey beklemeye gerek yok; o, “sağcı çevreciliğin” mükemmel bir örneğidir. Özellikle, “rüzgar enerjisinin düzensiz yayılımına son vermek” istediğini belirtiyor, nükleer santralleri ya da iklim değişikliği tarafından tahrip edilen manzaraları daha estetik bulduğu anlaşılıyor.
Sosyal ve ekonomik konularda, emeklilik yaşını 65’e çıkarmaktan yana. Bu noktada RN’nin tutarsız olduğu görülüyor, çünkü Barnier’i bu konuda eleştirmeyi reddediyorlar. Ayrıca, sosyal yardım alanları çalışmaya zorlamak istiyor, oysa sosyal yardımlar genellikle çalışamayacak durumda olanlara veriliyor.
Denizaşırı topraklarda ise Barnier, en kötü türden bir sömürgeci olarak karşımıza çıkıyor ve önümüzdeki dönemde özgürlükleri için savaşan Kanaklarla iki kat daha fazla dayanışma içinde olunması gerekiyor. Yeni Kaledonya/Kanaki’deki ayaklanmalarda Kanak tarafından 9 kişi öldü, FLNKS’in yeni başkanı Christian Tein ise hâlâ metropol hapishanelerinde yargılanmadan hapsediliyor. Mücadele eden Kanak halkının hayatı tehlikede, çünkü Michel Barnier’in bu konudaki önceki açıklamaları son derece endişe verici: 2021’de “Fransa, Güney Pasifik’teki Fransız toprağı olan Yeni Kaledonya’ya olan bağlılığını yeniden teyit etmelidir” diyordu.
Sorumluluklarımızın Bilincinde Olmak
Sendikalar, özellikle de CGT, çelişkili bir tutum sergiliyor. CGT, NFP’yi sözlü olarak destekledikten sonra, bu işin içine fazla karışmamaya karar verdi. Olimpiyat oyunları sırasında toplumsal hareketler ve grevlerden bahsedilmiş olsa da bu gerçekleşmedi. Oysaki, iktidar boşluğu ve devam eden darbe girişimleri arasında harekete geçmek için yeterli sebep ve bir fırsat penceresi vardı. Şimdi ise, özellikle emeklilik reformunun iptali için eylül sonu veya ekim başında bir mobilizasyondan bahsediliyor. Bu hiç yoktan iyidir ama şimdiden oldukça gecikmiş görünüyor…
Emeklilik reformunun iptali, nüfusun büyük bir çoğunluğunun desteğini alabilecek ve harekete geçirebilecek bir eksen olarak öne çıkıyor. Bu hedef hâlâ ulaşılabilir durumda. NFP bu teklifi sunabilir ve RN gerekirse bunu oylayacağını açıklamıştı. Elbette fikir değiştirmeleri mümkün, bu durumda RN’nin “sosyal” vaatlerinin ne kadar yüzeysel olduğunu açıklığa kavuşturmuş olacak. Bu iptal, toplumsal hareketi genişletmek için bir başlangıç noktası olabilir.
Her halükârda, eğer baskının daha da yaygınlaşması ve çok büyük ölçekli sosyal yıkım riskiyle karşı karşıya kalmak istemiyorsak, toplumsal konularda güçlü seferberliklerin gerçekleşmesi gerekiyor.
Macroncular ve Le Pen yanlıları tarafından seçimlerin çalınmasının yarattığı yenilgiye rağmen, umutsuzluğa kapılmamak gerekir: Bu iktidar kırılgandır, bu nedenle bir fırsat penceresi mevcuttur. Elbette, LR, Macroncular ve RN ırkçı ve otoriter yasalar üzerinde anlaşma yeteneğine sahiptir. Gerçek bir sağ parti olan RN, borç ve kamu maliyesi dengesi takıntısı nedeniyle, iki müttefiki kadar liberal ve antisosyaldir. Bununla birlikte, geniş çaplı bir toplumsal hareket RN’yi zor durumda bırakacak ve köşeye sıkıştıracaktır. Çok tartışmalı bir antisosyal önlemle (bir çalışma yasası, yeni bir emeklilik reformu…) karşı karşıya kalındığında, RN bir tutum sergilemek zorunda kalacaktır. Böyle bir durumda, hükümete karşı bir güvensizlik önergesi sonuç verebilir. Çünkü RN, 2027 dönemecini bir şekilde değerlendirebilmek için, halkın bir kesiminin oylarını kazanmayı sürdürmek zorunda ve bunu başarmak için Macronculuğun ultra burjuva imajından belli bir mesafede durduğu izlenimini vermesi gerekecek.
Özetle, Michel Barnier’nin Başbakan olarak atanması, burjuvazinin ve Fransız siyasetinin yapılanmasında yeni bir aşamaya işaret ediyor. Burada geleneksel sağ, aşırı sağ ve Macronculuk arasındaki sınır, otoriter, neoliberal ve yabancı düşmanı bir koalisyon lehine ortadan kalkıyor. Macronculuk, herhangi bir engel teşkil etmek şöyle dursun, artık iktidarını sürdürmek için aşırı sağ ile açıkça ittifak kuruyor ve bu, genel oy hakkı ve demokratik ilkeler hiçe sayılarak yapılıyor. Burjuva güçler arasındaki ittifakları netleştiren bu dönüm noktası, mücadele ve direniş yollarımız üzerine düşünmeyi gerektiriyor. Solun, özellikle de NFP gibi hareketlerin, bu siyasi dönemeçten dersler çıkarması ve iktidarda kalmak için hiçbir manevradan kaçınmayan bir rejime karşı sosyal ve demokratik kazanımları savunmak için daha sert ve radikal çatışmalara hazırlıklı olması hayati önem taşıyor.
Frustration Magazine/6 Eylül 2024/Çeviren: Hakan Özbilen
[1] Kohabitasyon Fransa gibi yarı başkanlık sistemlerinde başkanın ve başbakanın farklı siyasi partilerden olması durumunda ortaya çıkan bölünmüş bir yürütme durumudur. [2] RN’nin milletvekili çıkartmasını engellemek üzere farklı partilerden seçmenlerin ‘stratejik oy’ kullanması.