Çalışma Politikaları: Emeğin Bölünüşü ve Birliği

Jason Read30 Aralık 2024

Machiavelli bir prensin halktan biri, onlarla aynı değerlere ve ahlaka sahip biri gibi görünmesi gerektiğini savunuyordu. On altıncı yüzyılda yaşayan Machiavelli’ye göre halktan biri gibi görünmenin başlıca yolu da dindarlıktan geçiyordu. Hıristiyanlığın temel ilkeleri hükümdarlar için kesin bir felaket anlamına gelse de zevahiri kurtarmak için gerekli. Louis Althusser bu yaygın beklentiyi şöyle özetler: “Prens, popüler ideolojinin gerçekliğini hesaba katarak devletin kamusal yüzü olan kendi temsilini bunun içine yerleştirmelidir.”

Althusser’in genel formülasyonu, çağdaş bir yöneticinin dikkate alması gereken popüler ideolojinin ne olduğu sorusunu sormayı mümkün kılar. Kuşkusuz dinin etkisi tamamen ortadan kalkmadı; en azından ABD’de, kiliseye gitmeyen veya gösterişli kutsal kitapları fahiş fiyatlarla satan bir başkan oldu. Ben dinin merkezi rolünün, gündelik hayatımızın yeni dini olan kapitalizm karşısında zayıfladığını, daha spesifik olarak da her müstakbel prensin kendini, kapitalist toplumun birincil faaliyetleri olan emek gücünü satma, çalışma ve mal satın alma veya alışverişle ilişkili bir noktaya konumlandırması gerektiğini düşünüyorum.

Bu nedenle her başkanlık seçim sezonunda adayların, eyalet fuarları ve yemeklerine katılmak dışında baretler takıp kot pantolonlar giyerek çeşitli iş yerlerini ziyaret etmeleri kaçınılmaz hale geldi. Hem emtia dünyasına hem de insanların yaşamak için sattıkları emek gücü denen o özel metaya aşina olduklarını göstermek zorundalar. George H.W. Bush’un bir süpermarketteki barkod okuyucu karşısındaki sözde şaşkınlığı ve Hilary Clinton’ın Harlem’de bir daire ararken yaşadığı şok gibi, adayların makineler ve çalışma hayatının rutinleri karşısında ikna edici bir performans sergileyemediğine dair çoğu uydurma olan pek çok meşhur hikâye mevcut. Machiavelli’nin de bize hatırlattığı gibi, söz konusu siyaset olduğunda önemli olan görünümdür. Çalışmayı veya alışveriş yapmayı bilmeyen biri, çoğu Amerikalının ekonomik kaygılarına da yabancı demektir. Siyasetçilerin çalışma hayatı ve tüketim alışkanlıklarıyla ilgili düzenlenen fotoğraf etkinliklerinin kurnazlıkla planlanması gerekiyor. Çünkü başarısızlık riski, başarı ihtimalinden daha büyük.

Donald Trump geçen hafta Amerikan siyasetindeki bu ritüelin tuhaf bir versiyonunu sahneledi. Birkaç saat, sadece bağışçılara ve destekçilere açık olan bir McDonalds’ta çalışıyormuş rolü yaptı. Bunun sebebi kısmen, eskiden McDonalds’ta çalıştığını söyleyen Kamala Harris’i alaya almaktı. Trump, Harris’in bu iddiasını tekrar tekrar sorgulamıştı. Hikâyenin tamamını takip etmedim ama Harris’in, özgeçmişinde yer vermemesine rağmen bu işten bahsettiği anlaşılıyor. Tahminim doğruysa bu durum “bana, asgari ücretli bir işte hiç çalışmadığını söylemeden asgari ücretli bir işte hiç çalışmadığını söyle” mem’inin bir örneği gibi görünüyor. Zamanla daha iyi işlerde çalışmaya başladıkça, eskiden yapılan kötü işleri özgeçmişten çıkarmak, modern emek piyasasında kariyer gelişiminin doğal bir parçası. Hemen hemen herkesin unutmak istediği bir işi, bir daha asla kullanmak istemeyeceği becerileri vardır. Lise ve üniversitedeyken yıllarca komilik ve baristalık yaptım; çalışmak için bir üniversiteye başvurduğumda bulaşık makinesini hızlıca doldurabildiğimi veya orta karar bir kapuçino yapabildiğimi söylemenin pek bir işe yarayacağını sanmıyorum.

Trump’ın bu manevrasının birden fazla katmanı mevcut. Kısmen fast food’u, Trump’ın kendine biçtiği halk adamı imajının bir simgesi olarak kullanmaya devam etme girişimi bu. Üst üste dizili Big-Mac’lerle verdiği meşhur pozun devamı niteliğinde adeta. Trump, herkese fast food dünyasında kendini evinde hissettiğini gösterdi. Fast food dünyası bu Modern Prens için adeta bir Katolik kilisesi. Geçenlerde okuduğum ama inanmakta zorlandığım bir alıntıyla ifade etmem gerekirse, onu “mavi yakalı bir milyarder” yapan şey işte tam da bu dünya. Bu cümlenin bir oksimoron örneği olarak gösterilmek dışında kullanılabilmesi dahi sınıf kavramının ekonomikten ziyade gittikçe daha estetik bir konum olarak tanımlandığını gösteriyor bize. En değerli simgesel sermaye işçi olmak; erkek, beyaz ve mavi yakalı olarak hayal edilen bir işçinin zevklerine, kültürüne ve görünümüne sahip olmak. Bu da bizi ikinci konuya getiriyor. Bu mantığa göre siyah bir kadın olan Harris hiçbir zaman gerçek bir işte çalışmış olamaz. Dahası herhangi bir işte çalıştıysa bile bunu olsa olsa ya çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık (DEI) hareketinin desteğiyle ya da daha kaba bir ifadeyle cinsel hizmetler karşılığında elde edebilmiştir. Trump’ın, mitinglerinde bıkıp usanmadan bu hususları dile getirmesi salt acımasızlığından değil, beyaz erkeklerin çalıştığı, siyah ve kahverengi tenli insanların işlerini çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık yoluyla ya da ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza kurumundan yakayı sıyırmak suretiyle elde edebildiği, kadınlarınsa (üreme ya da başka sebeplerle) sadece seks için var olduğu bir dünya görüşüne sahip olmasından kaynaklanıyor.

Bu blogda daha önce ırksal kapitalizmin, kısmen ırkçılığın hiyerarşik yapısı ile iş dünyasının hiyerarşik yapısının kesişim noktası olarak anlaşılması gerektiği hakkında yazmıştım. Bunu Harris’in gerçek işlerden dışlanmasında görebiliyoruz; gerçek işler beyaz erkeklere ait. Fakat Trump’ın seçim kampanyasının bir başka veçhesinde, göçmenlerin “siyahların işleri” için ülkeye geldiğine dair yaptığı uyarıda da görülebiliyor. Bu konuda iki şey söylenebilir: Birincisi bu tür iddialar Trump’ın, tabanını genişletme, beyaz erkeklerden fazlasına ulaşma çabasıdır ve bunu ancak hitap ettiği kitleye sunduğu cazibe alanını, yani negatif dayanışmayı genişleterek yapabilir. Daha doğru bir ifadeyle, negatif dayanışmanın dayandığı öfke ve hıncın etkili birlikteliğini, yani kişinin haksızlığa uğradığı ve kendisine haksızlık yapanların en azından bir kısmının toplumsal hiyerarşide kendisinden aşağıda olanlar arasında bulunabileceği duygusunu genişleterek mümkün olur. Trump herkesi, siyahları, hatta Hispanikleri dahi göçmenlerden nefret etmeye çağırıyor; bu azınlıkların, toplumda elde ettikleri azıcık kazanımı da göçmenlerin aşındırdığını düşünmelerini istiyor. “Siyahların işleri” gibi ifadeler, hem siyahları göçmen nefretine ve korkusuna dahil etmeye ya da buna hizmet etmeye yarıyor hem de mevcut emek hiyerarşisini ırksallaştıran ve doğallaştıran bir şekilde yapıyor bunu. Çağrıştırdığı, ancak asla doğrudan adlandırmadığı imge, fast food endüstrisindekiler gibi işlerde ve genel olarak hizmet sektöründeki işlerde “siyahların” çalıştığı imgesi. Bu işleri siyahların yaptığını görürüz, bu yüzden de onları siyahların yapması gerektiğini düşünürüz. Trump her ne kadar kendi tabanını genişletmeye çalışsa da, hem beyaz hem de siyah erkekler ve kadınlar arasındaki ırksal ve cinsiyete dayalı hiyerarşiyle örtüşen, fiziksel emekten zihinsel emeğe, aşçılıktan CEO’luğa uzanan bir iş hiyerarşisi idealine başvurarak gerçek tabanına, yani ırkçılara da hitap ediyor.

Burada kısaca, The Double Shift: Spinoza and Marx on the Politics of Work (Çift Vardiya: Çalışma Politikaları Üzerine Spinoza ve Marx) adlı kitabımda uzun uzadıya yazdığım gibi, Marx’ın hem soyut hem de somut emek olarak tanımladığı emek sürecinin ikili tabiatı, insanlığın ve toplumun iki farklı imgesine karşılık gelecek şekilde anlaşılabilir. İlkinde soyut emek bize soyut bir insanlık imgesi verir; tüm insanlar emek gücü sunan kişiler olarak eşittir ve birbirinin yerine geçebilir. İkincisinde somut emek, bize her biri hiyerarşik olarak konumlanmış belirli işlere, farklı görevlere bölünmüş bir insanlık imgesi sunar. İlki moderndir, işçiyi soyut bir öznellik olarak ele alan kapitalizmle birlikte ortaya çıkmıştır; ikincisiyse kadimdir, herkes için bir yerin olduğu ve herkesin kendi yerini bildiği bir toplum hayal eden Platon’dan bu yana varlığını sürdürür. Bu imgelerin her ikisi de çağdaş emek sürecinde, çağdaş toplumda bir arada bulunur; ancak farklı işlerin hiyerarşisi artık [Platon’un Devlet’te tanımladığı şekilde] farklı mizaçlarda ve bunlara karşılık gelen madenlerde değil, toplumun ırksal ve cinsiyet ayrımındadır. Tıpkı kadınlara özgü işler ve erkeklere özgü işler olduğu gibi “siyahlara” ve “beyazlara” uygun görülen işler vardır. Kapitalizm toplumun mevcut hiyerarşilerinin devamını sağlarken bir yandan da bu yapıları derinleştirir.

Çalışma alanı ve çalışma siyasetinde ilgimi çeken şeylerden biri, Hegel’in ifadesiyle yurttaşlığa girişin işçilikten geçmesi. İnsanlığa, işbirliği yapmamızın ve eyleme geçmemizin nasıl mümkün olduğuna dair imgelerimizi ve fikirlerimizi, hayal kırıklıklarımızı ve korkularımızı çalışırken ediniriz. Trump’ın siyasi vizyonunda, mevcut emek sürecindeki bölünmeleri ve hiyerarşik yapılanmayı pekiştirmek için işte bu hayal kırıklıkları ve korkular kullanılıyor. Bunun tersi pozitif dayanışma siyasetidir; başlangıç noktası olarak beyaz, siyah, göçmen, erkek, kadın, maaşlı, maaşsız demeden herkesi işçi gören ve hepimizin sömürüldüğünü kabul eden bir anlayıştır. Maalesef bu anlayışın oy pusulalarında yeri yok, oy sandığına da hiçbir zaman sığmayacak. Çünkü devrimci siyaset anlayışıdır bu.

Unemployed Negativity/2 Kasım 2024/Çeviren: Özlem Özarpacı